Ortaya karışık konular
Tayyip Erdoğan bir açıklamasında, Türkiye'de Kuvayı Milliye neyse, Filistin'de de Hamas odur diyordu. Öyle mi gerçekten? Bakalım: Birincisi, Kuvayı Milliye, Sevr'e ve İngiliz piyonu Yunan işgaline karşı kayıtsız koşulsuz antiemperyalist, ulusal bir direnişin adıdır. En az bu kadar önemli olanı, devamında laik bir Cumhuriyet kuruculuğu vardır. Hamas ise, ulusal bağımsızlık odaklı, aydınlanmacı laik Nasırcılık ve BAAS'çılığa karşı İslamcılık odaklı örgütlenen Müslüman Kardeşler'in bir koludur. İslamcılık odaklılığın anlamı, laik ve millici bir örgüt ve mücadele ile emperyalizm arasında bir tercih zorunlu olduğunda emperyalizm ile işbirliğinin tercih edilmesidir. Bu, bütün emperyalizm çağının temel bir yasasıdır. Bugün de özünde değişmemiştir. Filistin'de Kuvayı Milliye'nin tam karşılığı aydınlanmacı, laik ve antiemperyalist El Fetih'tir. Hamas'ın kuruluş süreci ve sonraki gelişiminde El Fetih karşıtlığı belirleyicidir. Bu nedenle İsrail ve İngilizler tarafından kapalı ve açık desteklenmiştir. Dolayısıyla, Hamas'ın El Fetih'e karşı tavrı ile AKP'nin Kemalizme ve Cumhuriyete karşı tavrı, ulusal ve tarihsel farklılıklardan dolayı bazı kendine özgülükler taşısa da özellikle ideolojik açıdan esasta aynıdır. Hamasın savunduğu ideoloji ve siyaset, bizdeki Siyasal İslamcılar gibi İhvancı ve Hilafetçidir; aralarındaki, AKP'nin Türk milletini değil örtük bir biçimde İhvancılığı tercih etmesine kadar varan derin ittifakın nedeni de budur. Yani Hamascılar Kuvayı Milliyetcilerle değil, Kuvayı Milliye düşmanı, Mustafa Kemal ve arkadaşları için idam fermanı çıkartan Vahdettin ve onların Şeyhülislamı Türk düşmanı Mustafa Sabriler ile aynı saftadırlar. Bu beraberlik, Erdoğan'ın, Cumhuriyet ve 19 Mayıs Bayramlarını özellikle Vahdettin Köşkünden izlemeyi tercih etmesiyle de tescillenmiştir. İkincisi, Jön Türklerin devamı olan Kuvayı Milliyetçiler, Osmanlı İmparatorluğunun yapısal bir özelliği olan farklı halkların birlikte yaşama geleneği ile pekişen, insanların din, ırk ve etnik özelliklerine göre ayrım yapmayan bir kültürün mirasçıları olarak çağdaş, aydınlanmacı bir anlayışa sahiptiler. Mustafa Kemal'in düşünce, tavır ve siyasetlerinde somutlaşan bu anlayış, antiemperyalizmi bir millete karşı değil, ona egemen olan kapitalist-emperyalist sınıfa karşı mücadele olarak görüyordu. Bu çağdaş, akılcı ve laik anlayışta kesinlikle ırk ve din eksenli bir ayrım ve tavır yoktur. Kurtuluş Savaşı'nın ve Cumhuriyet Devrimi'nin başarısının anahtarı da buradadır. Hamas'ın ideolojisi ise tüm İslamı bile temsil etmekten uzak, Vahabi-selefi fanatikliğine kadar daralan bir dinsel çatışma eksenine dayanan, Hristiyan, Yahudi düşmanlığını -içeride de Şii-Alevi düşmanlığını esas alan bölücü bir ideolojidir. Dolayısıyla savaş stratejisine ne kadar İsrailli-Yahudi öldürürsem o kadar başarılıyım mantığı hakimdir. Bu nedenle, son savaşı başlatan Hamas saldırısında ciddi sayıda masum insanın ölmesi, zaten bir fırsat bekliyor olan İsrail için bulunmaz bir fırsat yaratmıştır. Ha, İsrail'in binlerce çocuk ve masum insanı katleden soykırımı Hamas'ın bu yaptıklarını dünya kamuoyunda şimdilik unuttursa da Arap toplumları, antiemperyalist güçler ve insanlık bunu daha uzun süre tartışıp değerlendirecektir. Savaşta ne kadar çok insan öldürürsem düşmana o kadar zarar veririm hesabı ve mantığı, çağımızda asla bir başarı ölçütü değildir ve olamaz; aksine aynı silahın ters tepmesiyle kazanç gibi görünen şey zarara dönüşür. Bu anlayışın gerisinde, bütün insanları eşit gören hümanizme karşıt ya da en hafifinden onu hazmedememiş bir mantık vardır. Bu mantık, Emevilerin “necip millet” Araplar dışındaki kavimleri, özellikle Türkleri ve Farsları “mevali”, yani ikinci sınıf gören ve onları köle olarak kullanmayı İslama uygun bulan anlayışın izlerini taşımaktadır. Medyatik figür Celal Şengör, her şeyi bildiğini sanmanın cahilce, kibirli ve hödükçe kerametiyle “Sosyalizm, Marksizm aptallığa dayanır” incisini döktürmüş (!). Gerçek bilginin bastırıldığı, dışlandığı çoraklaşmış günümüz düşünce ortamında böylesi “bilim adamı” markalı şarlatanlar KEYFİNCE at koşturup desteksiz atabiliyor. Temelsiz, çarpıtılmış bilgilerle sağa sola trolce hakaretler yağdırıp racon kesebiliyor. Marks'a karşı yine aynı küstah, aşağılayıcı düzeysizliği başka bir yerde şöyle sergiliyor: “Benim meslek hayatımda gördüğüm en dangalakça edilmiş laflardan biri: 'Flozoflar bugüne kadar dünyayı izah etmeye çalıştılar, halbuki aslolan onu değiştirmeye çalışmaktır' diyor. Dam üstünde saksağan, bilmeden neyi değiştiriyorsun?..” Peki bay galakdan! Marks'ın değiştirmekten söz ettiği şeyi, yani kapitalist sömürü ve eşitsizlikler dünyasını bilmediğini nereden çıkarıyorsun? Onun kapitalizmi ve sınıflı toplumları inceleyen 3 ciltlik Kapital'ini okudun mu? Üstelik Marks'ın hiçbir ciddi ideolojik muarızı böylesine cahilce bir iddiada bulunma cesaretini göstermişti. Hakaret ve küstahlık Hegel'e kadar uzanıyor: “Hegel salağının ortaya attığı daha çok Marks tarafından geliştirilen tez, anti-tez, sentez bir mantıki zırvalıktır. Yani bu şuna benziyor: Ben iyi adamım, ben kötü adamım. Haydi bunun sentezini yapalım.” “Tez-antitez-sentez” ile özetlenen, yani maddenin hareketinin karşıtların çatışmalı birliğine dayanan diyalektik işleyiş, yasa ya da yöntemin en büyük kanıtını Kuantum fiziğinde buluruz. Şengör ve benzeri diyalektik düşünmeyen hiç ir kafa, İyonyalı Heraklitos'un, “bir ırmakta iki kez yıkanılmaz” vecizinde ifade ettiği “ırmak şu anda hem aynı hem değil, ben şu anda hem kendimim hem değilim” sözlerinde vurgulanan, maddenin en küçük parçası fotonun aynı anda hem parçacık hem de dalga, yani hem kendi hem kendi değil özelliği gösterdiğini anlayamaz ve açıklayamaz. Bazı insanlar öylesine şişirilmiş bir egoya sahip oluyor ki, bir anlık varsayım olarak bile “kendi değil” olmayı kabul edemiyor. Oysa, bütün felsefeciler, toplumbilimciler, psikologlar, teologlar -ve de hayatın içindeki sıradan her insan- bilir ki, insan hem iyidir hem kötüdür hem melektir hem şeytandır hem bilgedir hem cahildir. Şengör'ün saçmalıklarını ilk okuyan bilinçli bir sosyalistin ilk aklına gelenler her halde şunlar olabilir: Yuh, bu kadarına da pes. Hele bilim insanı sıfatını taşıyan birisinin bunları söylerken, eğer kendine saygısı, onuru varsa, gelecek yanıtları -hakaretleri değil, bilimsel yanıtları ki onlar hakaretlerden daha onur kırıcı ve aşağılayıcı olabilir- biraz düşünmesi gerekir. Celal Şengör'ün söylemi, gelişkin ve akıllı bir liberal aydının bile asla sahip çıkamayacağı, son 30 yıllık gelişmelerin köpük bilgisinden değil, gerçek, bilimsel anlamından bihaber, öylesine ilkel ve trolce bir düzeysizlik ki, ne söylesek boş. Oysa son otuz yılda, “sosyalizmin sonu”, “tarihin sonu”, “tüketim toplumu”, “bilgi toplumu” masalları ve yalanlarıyla insanlığı uyutmaya kalkan ve bilim ve akıldışılığı yücelten neoliberal-postmodern projenin ipliği çoktan pazara çıktı. Özellikle 2008 krizinden sonra ciddi liberal iktisatçılar bile Marksizmi yeniden keşfetmeye, kamucu uygulamalara, Keynesçiliğe yeniden dönmenin teorilerini yapmaya başlandılar. Durum böyle iken, Batı'da bile inanılırlığını yitirmiş, tepkisellikle sınırlı ve düşünceden çok saldırı ve hakaret içeren bu zırvaları sözde “bilim” adına hâlâ tekrarlayan şarlatanlarla karşı karşıyayız demektir. Yeri geldiğinde emperyalist uygulamalara bile “ilerleme” adına övgüler düzen, sinsi sinsi Kemalist Devrim düşmanlığı yapan bu düzeysiz ve kaba tavrın tek bir açıklaması olabilir: Batı merkezli çevrelere doğrudan veya dolaylı bir tür bağlılık ve hizmet raporu sunmak. Ya da üçüncü bir seçenek olarak şu söylenebilir: Öyle bir şişirilmiş egoyla karşı karşıyayız ki, kendi bilimsel branşında sahip olduğu onur yetmiyor, bu onur sayesinde elde ettiği medyatikliğe sığınarak önüne gelen konuda zart zurt etmeyi, bilir bilmez ahkam kesmeyi kendine hak görebiliyor. Kendini çok akıllı ve bilgili zanneden bu zat, sistem medyasında elde ettiği “itibarı” öylesine hoyratça kullanıyor ki, adeta freni patlamış bir kamyon gibi... Eğer bilim insanına asla yakışmayan önyargılarından, sosyalizm ve devrim karşıtı şartlanmışlıklardan kurtulup, düşman bile olsa, Marks'ı biraz okuyup anlamaya çalışsaydı, onun “Filozoflar bugüne kadar...”la başlayan o tarihi temel tezinden kendisi için de çok değerli şeyler öğrenebilirdi. Marks'ın bu sözünün özü, antik Yunan'dan bu yana belli bir aristokrat sınıfın tekelinde olan felsefeyi, onların kapalı entelektüel fantezi alanından kurtarıp doğayı ve toplumları değiştirmenin, en başta bilim olmak üzere, siyasetin, ahlakın ve sanatın bütünsel, yol gösterici teorisine dönüştürmektir. Yani modern çağda felsefe, bilimsel çalışmayı içermeden, siyaset, ahlak ve sanat sorunlarının somut, güncel tartışmalarında ete-kemiğe bürünmeden hayatın dışında ruhsuz, kuru bilgi yığını olarak kalamazdı artık. Akdeniz havzasından İyonyalı, Efesli Heraklitos'la, Doğu'da ise aşağı yukarı aynı dönemde Çinli Laozi'nin Taoculuğuyla başlayan ve en gelişkin halini Hegel'de gördüğümüz diyalektik felsefe için laf edebilmek ise en az Marks kadar, Lenin ve Atatürk kadar, namuslu birçok Tük bilim insanı kadar derin bilgi, toplumsal-tarihsel sorumluluk, insanlığın geleceğiyle ilgili geniş bir ufuk ve çap gerektirir. Ya da bilmiyorsan bilim insanına yakışır alçakgönüllülükle susmak ve öğrenmek gibi bir erdemlilik gösterebilirsin. Bu ise, günümüzün en büyük ihtiyacı olan her türlü maddi, bireysel çıkardan, küçük insana özgü şöhret manyağı ucuzluklarından arınmayı, insanlık için yüce toplumsal idealler uğruna özveride bulunmayı zorunlu kılar. Günümüzde, bilim insanı veya başka kılıkta, öyle şarlatanlıklara tanık oluyoruz ki, İmamı Azam Ebu Hanife'nin şu sözünü mırıldanmaktan kendini alamıyor insan: Bugüne kadar cahillerle yaptığım bütün tartışmaları kaybettim... Cehalet ve erdem-bilgelik mi? Onun kimde olduğunu bilmek çok zor. Çünkü çok eski bir özdeyişi güncellersek: “Prof donunda ne cahiller, çoban donunda ne bilgeler gördük.” Postmodernizmi incelediğim ve tartıştığım 2000 sonrası yıllarda, konuyla ilgili biraz bir şeyler bilen çoğu aydın ve sanatçı, biraz da bilgiçlik taslama havasında “onun dönemi çoktan kapandı, Batı'da artık bu tartışılmıyor” diyerek entelektüel gösteri havası içindeydi. Diğer bazı sosyalistler de kafalarındaki Batı ile ilgili ideolojik-siyasal analiz kalıplarına pek uymadığı için, şablonlarla yetinen bir zihin tembelliği içinde araştırmanın zahmetinden kaçarak konuyu görmezden, duymazdan geldiler. 2019'da yayımlanan Çürümenin Estetiği-Yeni Ortaçağ'ın Kültürel Biçimi Postmodernizm ve Ulusal Kültür kitabımdan bu yana postmodernizmin hâlâ önemini koruduğuna doğrudan veya dolaylı vurgu yapan çalışmalar yapıldı. Bugün söyle bir göz gezdirdiğimizde, yayımlanan felsefe, kültür, sanat ağırlıklı kitapların, adına postmodern densin denmesin, çoğunun içeriğinin odağında postmodern düşünce ve ona ilişkin değini ve tartışmalar olduğunu görürüz. Üstelik 20 yıllık AKP iktidarıyla birlikte bütün boyutları ve derinliğiyle ortaya çıkan kirlenme ve çürüme olayına baktığımızda bunun asıl kaynağının Batı'da olduğunu, onun da neoliberal-postmodern ideoloji ve kültür olduğunu görürüz. Özellikle medya ve sosyal medya üzerinden gerçekleşen bilime karşı güvensizlik gerçekleri ve sorunları etraflıca araştırma, sorgulama ve derinleşme tutkusunun zayıflaması ve sığ, günübirlik bilgilerle yetinme; gerçeklikten kopuk içi boş söz ve imge oyunlarının hitabet ustalığında başat rol oynaması; doğru-yanlış, nitelikli-bayağı ayrımı yapmaksızın laf yetiştirmenin, yani trollüğün, şarlatanlığın itibar görmesi, kısacası içeriğin ve niteliğin değil biçimin, gösterişin, bayağılığın (kitsche) baskın hale gelmesi postmoden düşünce ve kültürün tipik göstergeleridir. Zihinsel kirlenme, kişilik bozulumu, her türlü toplumsal ve insani idealden kopartılmış gününü yaşamanın yüceltilmesi, kimliksizleşme, toplum dışılık, sorumsuz ve denetimiz bireycilik vb, kültürel çürüme ve kirlenme olayının hiç de gelip geçici olmayan ve yeni yeni keşfedilmeye başlayan Batılı, postmodern köklerini ortaya koyuyor. Peki, bilir-bilmez ya da belli bir bilgiye dayansa da postmodernizmin Batı kültüründe ve onun büyük etkisi altında olan Türkiye'de kültür ve sanat gelişmelerinin bütününü yansıtmaktan uzak bu “sona erdi” iddialarıyla ne anlatılmak isteniyor? Ya da bu iddialar gerçeğin ne kadarını yansıtıyor? Anlayabildiğim kadarıyla çoğu zihin tembeli “aydın” ve sanatçımız, bütünlükten tamamen uzak, yarım ve yüzeysel bilgisiyle yorum yapıyor. Onların büyük yanılgısı ve cehaleti, bütüne değil parçaya, ormana değil ağaca bakarak kolaycı, yüzeysel fikirlerle yetinme hazırcılığı ve kopyeciliğidir. Oysa, 1960'lardan başlayarak söylersek, yapısalcılık, postyapısalcılık, enstelasyon, minimalizm, kavramsal sanat ve küratörlük, güncel sanat, çağdaş sanat vb, hepsi de, gerisinde aydınlanma, modernite, bilim ve akıl karşıtı derin bir felsefi-ideolojik gericiliğin yattığı postmodernizmin “yenilik” adı altında ortaya çıkan teknik, üslup ve tarzlarıdır. Bunlara, Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanıyla başlayan özellikle 1980'lerden 2000'lera altın çağını yaşayan postmodern romancılıkta uygulanan “metinlerarasılık”, “parodi”, “pastij” (yırtme yapıştırma, eklektizm), gerçek ve gerçekdışının iç içe geçtiği kurmaca vb üslup ve tekniklerini de ekleyelim. Örneğin kapitalist yenilikçiliğin motoru olan modaların birbirini izlemesi gibi, aynı emperyalist ideoloji ve kültürün ürettiği bu teknik ve üsluplar da biri batıp biri çıkar. Ve “yenilik” arayışına hep Batı'dan yanıt arayan bizim Tanzimat kafalı aydınımız da aynı düşünce ve kültürün içinden gelen ve eskiyen üslup ve tekniklere bakarak postmodernizm sona erdi sanıyor. Edebiyattaki yukarıda saydığım üslup ve teknikler gerek estetik gerekse edebiyat geleneğimizle öylesine kaba bir uyumsuzluk gösterdi ki bir süre sonra, özellikle toplumsal gerçeklik ve ulusal kültürle doku uyuşmazlığı yaşadığı için en azından görünüşte, biçimde, ulusal devrimci geleneği inkar eden eski sivrilikler ve kabalıklar terkedilmeye başlandı. Ancak bunları üreten neoliberal-postmodern düşüce ve sanat anlayışı değişmediği için, postmodernizmin özü olan yüksek ideallerden uzak, estetik niteliği düşük, içeriksiz, anlamsız, toplumsallık karşıtı ve birey merkezli yapıtlar üretilmeye devam ediyor. İşte bu olguya, hâlâ Batıdan yenilik ve nitelikli sanat beklentisindeki sığ düşünceli, hazırcı, kopyacı aydın ve sanatçımız tav olabiliyor. Son olarak, son yılların çok popüler bir Fransız kökenli Batılı aydının, Alain Touraine'ın 2013'te yayımlanmış Toplumların Sonu adlı kitabından bir kesit aktaralım. Kitabının başlığından da anlaşılacağı üzere yazar postmodern kültür ve anlayışın hem tam ortasında hem de üreticisi olduğu halde ondan hoşlanmadığını ve eleştirdiğini söylüyor. Yazar bir yandan, “Hiçbir zaman açıkça tanımlanmamış, buna karşın ideolojik alana erimi hep sınırlı kalmış, buna karşın çok geniş ölçüde yayılmayı başarmış postmodernite fikri hiç çekmemiştir işte bu yüzden beni” diyor. Diğer yandan, “Bu noktada Lyotard'ın ifadesinden yola çıkmak uygun olur: Liberalizmin, milliyetçiliğin, sosyalizmin ve komünizmin çöküşü 'büyük anlatıların sonu'na, yani tarihin aynı zamanda hem ekonomik, hem toplumsal, hem siyasal, hem de kültürel anlamda genel yorumlanışların sonuna işaret etti. Bu çözümlemeye katılıyorum” diyor. Yani daha bundan 10 yıl önceleri açıkça itiraf etmese bile demek istiyordu ki yazar, içime sinmese de Batı kültürüne egemen olan postmodernist teori ve kavramlarla düşünmek zorundayım. Mehmet Ulusoy
Gercekedebiyat.com HAMAS, FİLİSTİN'İN KUVAYI MİLLİYESİ Mİ?
MARKSİZME CAHİLCE ve KÜSTAHÇA SALDIRMA ÖZGÜRLÜĞÜ!
POSTMODERNİZM SONA MI ERDİ?