Liebknecht: Marx’ın Biçemi Marx’tır
Marx sıkı bir dil araştırmacısıdır.
Wilhelm Liebknecht’in değerlendirmesiyle, üstün bir dil yeteneği taşıyan ve bütün Avrupa dillerinde “okuyabilen” Marx, “Almanca, Fransızca ve İngilizcede, bu dilleri bilenlerin hayranlık duyacağı ölçüde” yazmayı da başarır. “Bir yabancı dil, yaşam savaşımında bir silahtır” sözünü sürekli yineler. Elli yaşından sonra Rusça öğrenir, Puşkin ve Gogol’u kendi dillerinde okur. “Dilin özünü tanıyan, kökeni, gelişmesi ve yapısı ile uğraşan” Marx için bir dil öğrenmek her zaman kolay olmuştur. Buffon’un “biçem, adamdır” sözü, öncelikle Marx için geçerlidir; çünkü “Marx’ın biçemi, Marx’tır.” Bir başka deyişle, Marx, özgün düşüncelerini, özgün biçemiyle açımlayarak ayrıksılaşır. “Gerçekten başka kutsanacak bir şey” tanımayan, “iki-yüzlülükten nefret eden” Marx, “yazılarında ve yaşamında hep kendisi olarak” kalır. Kapital’in “biçemi”, “aynı işlediği konu gibi zordur.” Bundan ötürü, biçem, “salt insan değil, aynı zamanda malzemedir; malzemeye uymak zorundadır.” Öte yandan, Kapital’in biçeminin zorluğundan yakınan “kendi düşünme tembelliğini ve düşünme yeteneksizliğini” ortaya koyar. Örneğin, “On Sekizinci Brumaire”in biçemi “oktur, mızraktır; damgalayan, öldüren” bir biçemdir. Eğer nefret, küçümseme, alevlenen özgürlük aşkı; “yakan, yok eden ve yükselten sözlerde ifadesini bulmuşsa”, bu “Brumaire”dir. Bu yapıtta “Tacitus’un “öfkeli ciddiyeti, bir Juvenal’ın ölümcül esprisiyle, bir Dante’nin kutsal öfkesiyle birleşir.” Biçem sözcüğü; köken olarak Romalıların yazmak için, oymak için kullandığı “ucu sivri çelik kalemdir.” Biçem, “kalbe güvenli saplama için kullanılan” hançerdir. Bu, özellikle Marx için geçerlidir. “Marx’ın biçemi, Marx’tır”; çünkü Marx “en küçük mekâna olası en büyük içeriği zorla sokmakla suçlanmıştır”; ancak burada tuhaf bir şey yoktur; bu Marx’tır. “Katıksız ve doğru anlatıma olağanüstü değer veren ve Goethe, Lessing, Shakespeare, Dante ve Cervantes’i her gün okuyan” Marx, “dilin katıksızlığı ve doğruluğu” konusunda en büyük titizliği gösterir. O uluslararası düşünen, ancak ulusal dili, Almancayı arı tutmaya çalışan, “sıkı bir dil arılaştırmacısıdır”; ısrarla ve uzun zaman harcayarak “doğru anlatımı” arar. “Gereksiz yabancı sözcüklerden nefret eder.” Böyle olmasına karşın, sıkça “yabancı sözcük kullanmasının nedeni, uzun süre yurtdışında, özellikle İngiltere’de” yaşamasıdır. Uzun süre yurtdışında kalmasına karşın, Almancaya “özgün yeni sözcük oluşturumları kazandıran Alman dil ustalarından, dil yaratıcılarından” biridir. Düşünsel-duyumsal canlılık, dilsel yetkinliği birliğinde getirir. Marx bir yazısında (8 Mayıs 1842) düşünsel-yazınsal verimsizliğin, Almancayı, felsefe ve yazın dili olmaktan çıkardığını, “Diyojen’in feneriyle nitelikli bir yazıncı aramak” gerektiğini öne sürer. Bütün bu arayışlar, eleştirel bir bilinç ve estetik yetkinlik geliştirmek için düşünmek ve düşünüleni dilselleştirmek ile olanaklıdır. Ayrıca dil, yazının malzemesi ve dolayımı olduğu denli, kültürü de saklayan ve genç kuşaklara aktaran biricik dolayımdır. Bu, Marx’ın okurlarla yakınlık kurmak, yazınsal deneyimleri paylaşmak için, sürekli yazınsal alıntılar ve göndermeler yapmasının, Diyojen’in feneriyle dürüst ve yetkin yazar arayışına çıkmasının başlıca nedenidir. Okuma ediminin türevlerinden biri olan yazınsal eleştiri de bir düşünme biçimi ve edimdir ve her türlü düşüncenin dışa-vurumu ancak dil ile olanaklıdır. Marx ve Engels’in ‘Alman İdeolojisi’ndeki anlatımıyla, tin ve dil karşılıklı bir belirlenim ilişkisi içindedir ve “dil, bilinç kadar eskidir.” Dil, Marx’ın deyişiyle, “öteki insanlar için var olduğu gibi, benim için de var olan edimsel bilinçtir.” Dil, aynı bilinç gibi öteki insanlarla ilişki kurma “gereksinmesinden ve zorunluluğundan doğar.” Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Temel Çizgileri”ndeki (1857-1858) dil ve düşünce arasındaki bağa ilişkin belirlemesi uyarınca, “ideler, dilde özgünlükleri ortadan kalkacak şekilde dönüştürülmez” ve “malların ederlerinin yanlarında durduğu gibi, ideler/düşünceler toplumsal öz-yapılarını yanında taşımaz.” Düşünceler, “dilden ayrı olarak var olamazlar. Dolaşmak ve değiş-tokuş edilmek üzere, ana dillerinden başka dillere” çevrilirler. “Alman İdeolojisi”nde Marx, dil ile bilinç arasındaki dolaysız ilişkiyi şöyle belirler: “Dil, bilinç kadar eskidir; dil edimsel, başkası için var-olan, dolayısıyla benim için de var-olan gerçek bilinçtir ve dil, bilinç gibi, başka insanlarla iletişim gereksinmesinden doğar. Benim çevrem ile ilişkim, benim bilincimdir. Nerde bir ilişki varsa, o ilişki benim için de vardır. Hayvan, hiçbir şeyle ilişki kurmaz. Hayvan için başkalarıyla ilişkisi, ilişki olarak var olmaz. Dolayısıyla, bilinç daha baştan itibaren toplumsal bir üründür ve insanlar var-olduğu sürece öyle kalır.” Marx ‘Yeni Prusya Sansür Genelgesi Üzerine Açıklamalar’ (Şubat 1842) adlı yazısında hakikat sorunun irdeler. Bu filozofun açımlamasıyla, “hakikat, ışık kadar mütevazıdır; hakikat kime karşı olmalıdır, kendine karşı mı? Hakikat, kendine karşı ve hakikatsizliğe karşı denek taşıdır.” Öte yandan, hakikat “geneldir; bana ait değildir; herkesindir. Ben hakikate, hakikat de bana sahip değildir. Benim mülküm, biçimdir; biçim, benim tinsel bireyliğimdir.” Kişi, “biçemde” tanınır; bir başka deyişle, biçemiyle ayrıksılaşır. Marx’ın dil ve biçem üzerine yaptığı bu belirlemeler, taşıdıkları felsefi öz nedeniyle kalıcılaşmıştır. Dil-bilinç arasındaki diyalektik ilişki burada çok açık biçimde ortaya koyulmuştur. Dilsel zenginlik veya dilsel anlatım yetkinliği, hem gelişmiş bir bilincin göstergesidir, hem de bilinci geliştiren bir etmendir. Dilin başka insanlarla iletişim gereksinmesinden doğduğu ve bu iletişim sayesinde gelişebileceği, son derece yerinde bir saptamadır. Bu saptama, dilin ve dolayımladığı bilincin toplumsallığını, etkileşimselliğini ve dolayısıyla değişebilirliğini de anlatmaktadır. “Biçim, benim mülkümdür”, “biçim, benim tinsel bireyliğimdir”, “biçem, tinin görünen yüzüdür” belirlemelerine gelince: Biçim, dilsel malzeme üzerinde çalışarak yaratılan, anlatılmak istenilen içeriğin dışa-vurumunu sağlayan öznel bir üründür. Biçim, içeriği dolayımladığı gibi, öznenin tinsel yetkinliğini, dilsel özgünlüğünü ve dil beğenisini de ortaya koyar. Biçimi de kapsayan biçem, yazınsal öznenin dilsel malzemeyi yoğurarak, onu özgünleştirme, tikelleştirme ve estetikleştirme çalışmasının sonucudur. Anlatım biçiminin, diyesi, biçemin ve tinsel özgürlüğün sansür yoluyla denetim altına alınmasına kesin bir tavırla karşı çıkan Marx’ın açımlamasıyla, tinin “özsel/tözsel biçimi, neşedir, ışıktır.” Sansür, “gölgeyi/karanlığı, tinin biricik dışa-vurumu” durumuna getirmeyi amaçlamaktadır. Sansürcülere göre, tin “siyah giysilerle ortada dolaşmalıdır”; ancak “çiçekler arasında siyah (çiçek) yoktur.” Tinin özü/tözü, “her zaman hakikatin kendisidir.” Tinin “genel mütevazılığı, akıldır; evrensel özgürlük(çü)lüktür.” Buna “ciddilik” de eklenmelidir. Tinin “en ciddi alçakgönüllülüğü, alçak-gönülsüzlüğe karşı, alçakgönüllü olmaktır.” Marx’ın deyişiyle, “yazara biçem dayatılamaz.” Dolayısıyla, sansürcüler, eğer tutarlı olmak istiyorlarsa, “çok ciddi ve çok mütevazı olarak” hakikati araştırmayı yasaklamalıdır; çünkü “çok ciddilik en gülünç şeydir ve çok büyük alçakgönüllülük en acı ironidir.” Yazarların etkinliklerinin “bütün nesnelerinin, tek bir genel tasavvur”, diyesi, “hakikat” altında toplandığını eleştiren Marx’ın çözümlemesiyle, bu konuda asıl önemli olan “öznedir”, öznelliktir; çünkü “bir ve aynı nesne, farklı bireylerce farklı biçimde” algılanır ve “çeşitli yönlerini, çeşitli karakterlere büründürür.” Dolayısıyla, “nesnenin karakteri” önemlidir. Marx’ın “yazara biçem dayatılamaz” ve “özneler bir ve aynı nesneyi farklı algılar” saptaması, biçem kavramının önde gelen felsefi gerekçeleri arasındadır. Bir nesneyi, bir durumu veya bir olayı farklı algılama söz konusu olmasaydı, ne düşüncelerin çoğalması, bir başka deyişle, düşünsel çoğullaşma, ne de tikel bireyler ve onların tikel biçemleri olabilirdi. Ayrıca, Marx’ın anlatımıyla, hakikat, yalnızca “sonuç” değildir; “yol” da hakikatin bir parçasıdır. Bu nedenle, hakikatin araştırılması da “hakiki olmak zorundadır; hakiki araştırma dağınık parçacıkları sonuçta toplanan açımlanmış hakikattir.” Araştırmanın “tarzı” da nesnesine uymalı, ona göre değişmelidir. Dolayısıyla, sansürcüler, hem “nesnenin hakkını”, hem de “öznenin hakkını” ihlal etmektedir. Onlar “hakikati soyut kavramakta”, tini, “araştırmayı kuru bir şekilde tutanaklaştıran araştırma yargıcı”na indirgemektedir. “Artı Değer Üzerine Kuramlar” (1862/1863) kapsamında Marx’ın deyişiyle, bir tiyatro oyuncusu eğer “ücret olarak aldığından daha fazla emeği sunduğu kapitalistin hizmetinde çalışıyorsa, üretken bir işçidir.” Bunun yanı sıra, “kapitalistin evine gelip, onun pantolonunu yamayan” bir terzi “üretken olmayan bir işçidir.” Oyuncunun işi, “kendini sermaye ile değiş-tokuş etmektedir”; terzinin işiyse, bir “gelir” ile değiş-tokuş edilmektedir. Oyuncu, “bir artı değer yaratmakta”; terzi ise elde ettiği geliri “tüketmektedir.” Marx’ın belirlemesiyle, “üretken olan ve olmayan emek” burada “sermayedarın, kapitalistin konumu tarafından belirlenmektedir, işçinin konumu tarafından değil.” Bir yazar, “fikirler ürettiği için değil, yapıtlarının basımı ve dağıtımını yapanları zenginleştirdiği zaman veya bir kapitalistin ücretli işçisi olduğu zaman” üretken bir işçidir. Marx’ın çözümlemesiyle, “tinsel üretimde emeğin başka bir türü”, olan sanatsal çalışma “üretken olarak ortaya çıkar.” Tinsel üretim ve özdeksel üretim arasındaki bağlantıyı görmek için, “özdeksel emek, genel bir ulam olarak değil, belli tarihsel biçimi içinde” kavranmalıdır. Dolayısıyla, “kapitalist üretim tarzına tinsel emeğin bir başka türü, Orta Çağ üretim tarzına bir başka türü denk düşer.” Özdeksel üretim “özgün tarihsel biçimi içinde” kavranmadığı takdirde, “tinsel üretimin öznel üretime denk düşen belirli öğesini/yönünü ve ikisi arasındaki etkileşimi” kavramak olanaksızdır. “İnsanların doğayla olan belli ilişkisi” ve “devlet örgütü/yapısı”, insanın “tinsel görüsünü”, böylece “tinsel üretimlerinin tarzını” belirler. Özetlemek gerekirse: Marx’ın anlatımıyla, üretken emek, “emeğin belirlenimlerinden biridir” ve bunun “emeğin belli içeriğiyle, onun tikel yararlılığı veya kendini serimlediği özgün kullanım değeri” ile hiçbir ilişkisi yoktur. “Aynı tür” emek, üretken olduğu gibi, üretken olmayabilir de. Örneğin, “Yitik Cennet”i yazan Milton, “üretken olmayan” (vurgu Marx’ındır) işçiydi. Buna karşın, “bir kitap satıcısı için fabrikada çalışan” bir yazar üretken bir işçidir. Milton, “Yitik Cennet” adlı yapıtını, “bir ipek kurdu, ipeği hangi nedenden üretirse, o nedenden ötürü üretmiştir.” O yapıt, Milton’un “doğasının etkinliğidir” ve Milton, daha sonra “ürünü” beş Sterlin karşılığında satmıştır. Bu bağlamda “bir kitap satıcısının talimatıyla fabrikada kitap üreten Leipzigli edebiyat proletaryası, üretken bir işçidir”; çünkü onun emeği veya emeğinin ürünü “daha baştan sermayeye altlanmıştır ve sermayenin değerlendirimi amacına hizmet etmektedir.” Sanat Ürünleri, Alınır-Satılır Mal Olmalı mıdır? Marx’ın sonal belirlemesiyle, “özdeksel olmayan üretim”, salt değiş-tokuş için yapılsa bile, bir başka deyişle, “mallar” üretse dahi iki şey olasıdır: 1. Özdeksel olmayan üretim, “sonuç olarak mallara, üretici ve tüketici açısından farklı biçimler taşıyan kullanım değerlerine” dönüşür. Dolayısıyla, bunlar “üretim ile tüketim arasındaki bir aralıkta var-olabilirler.” Kitaplarda, tablolarda, kısacası, “gerçekleştiren sanatçının sanat başarımından/veriminden farklı olan bütün sanat ürünlerinde görüldüğü gibi, alınır-satılır mallar olarak bu aralıkta dolaşabilirler.” Burada kapitalist üretim “çok sınırlı ölçüde uygulanabilir.” Örneğin, bir yazar “ortak bir yapıt”, bir ansiklopedi, üretmek için diğer yazarların emeklerini sömürebilir. Çeşitli sanatsal üreticilerin kitap satıcılarının “ortak tüccar sermayesi için yaptığı” bu tür üretim, kapitalist üretime “geçiş biçimi” olarak kalır. Bu geçiş biçimlerinde “emeğin sömürüsünün en büyük olması”, işin özünü değiştirmez. 2. “Her türlü gerçekleştirici sanatçıda” veya onun ürününde görüldüğü gibi, üretim, “üretme eyleminden ayrı değildir”; ancak burada da kapitalist üretim tarzı “dar kapsamda” gerçekleşir. Tiyatro ve eğlence kuruluşlarında “oyuncu, izleyici topluluğuyla sanatçı olarak ilişki kurar”; ancak aynı oyuncu, kurumun sahibi karşısında “üretken işçidir.” Tiyatro oyuncusunun bu iki farklı özelliği, onun izleyici topluluğu ve tiyatronun sahibi karşısındaki farklı konumlarından kaynaklanır. Prof. Dr. Onur Bilge Kula MARX SIKI BİR DİL ARILAŞTIRMACISIDIR
DİL EDİMSEL BİLİNÇTİR
BIİÇEM TİNİN GÖRÜNEN YÜZÜDÜR
YAZARA BİÇEM DAYATILAMAZ
KAPİTALİST TOPLUMDA SANATÇININ ÜRETKEN EMEĞİ/ÇALIŞMASI
Gercekedebiyat.com