Son Dakika

alper-erdik-sanatci-332024135358.jpg


Türk sinemasının seyrini, Türkiye’nin yakın tarihine paralel biçimde özetlediği ve değişen sosyal koşulların filmlere nasıl yansıdığını örneklerle irdelediği yazısında (BirGün Pazar, sayı 877) Emine Uçar İlbuğa, doksanlarda bir kırılma yaşandığını ve o dönemde başlayan apolitik sinemacılığın bugüne dek uzandığını söylüyor ve metnini “Bugünün genç sinemacılarını ve ulusal ve uluslararası ödüllü yönetmenlerini günümüz Türkiye’sinin toplumsal, siyasal, ekonomik gerçekliğinden uzak tutan şey nedir?” diye sorarak bağlıyor.

Yazarın tartışmak istediği konu, üretilecek cevaplar bakımından çok önemli ama bence bu bağlamda sadece sinemacıların değil genel olarak sanatçıların durumlarını da düşünmek gerekli.

O halde hemen sormak lazım: Bugün sanatçı diye anılanların sanat eseri yaratma itkisi nedir?

Geleceğe iz bırakmak mı, toplumsal fayda mı, siyasi mücadeleye katkı mı, salt estetik mi?

Bunlar ideolojik, kültürel, teknik düzlemde uzun uzadıya, derinlemesine ele alınabilecek meseleler; peki ya yandaşı, muhalifi, popüleri, iyisi, kötüsüyle bütün sanatçıların temel gayesi tencereyi kaynatmaksa? O zaman ne konuşacağız?

Cumhuriyet’in ilanının 100. yılı vesilesi ile CHP’li belediyelerce düzenlenen 750 ayrı konserde sahne alan pop şarkıcılarına milyonlarca lira ödenmesi bu bahiste bize fikir verebilir mi?

Uzun zamandır süren kültürel iktidar tartışmalarını hatırlayalım. İktidar partisinin, siyasi gücünü sanat alanına taşıyamadığı teziyle şekillenen ve kendilerine bundan bir paye çıkarma gayretindeki kişilerin görüşleri o yönde: kültürel iktidar soldadır.

Peki, gerçekten öyle ise bu ülkede, nasıl oluyor da cahil bir genç kadın oyuncu Yılmaz Güney’e pervasızca hakaretler edebiliyor; bütün köklü film festivallerinde ödüller etnikçi mezhepçi sinemacılara veriliyor; muhalif diye bilinen ünlü oyuncular havuzun kanallarının ve TRT’nin ucuz dizilerinde oynuyor?..

Aslında cevap basit: Daha önce de söylediğimiz üzere, Türkiye’de kültürel iktidar solda falan değildir.

Ancak konu itibarıyla asıl vurgulanması gereken, bu düzende, sağcı solcu fark etmez, sanatçı dediklerimizin neredeyse tamamının, artistik meziyetlerini para karşılığında kültür endüstrisine satan kof figürler olduklarıdır.

İktisadi ilişkilerin dâhil edilmediği hiçbir denklem, hiçbir konuda bize yol gösteremez. Doğal olarak sanat tartışmalarında da. Ama bunlar gerçek sanatçı, şunlar gerçek sanatçı değil, diyerek de işin içinden çıkılamaz. İmaj, imge, estetik, soyut düşünce, eser varsa sanat vardır. Bu pratiği kimin ürettiği önemsiz.

Ayrıca sanat da toplumsal alanın bir parçası; orası ne kadar temiz veya pisse sanatçı da o kadar temiz veya pis. O halde, nasıl oldu da bu topraklarda bir vakit siyasi filmler, toplumcu edebiyat, devrimci müzik üretilebildi?

Bunun cevabı da zor değil: Doğanın diyalektiği sosyal, siyasal, kültürel yaşamda da geçerlidir. Sanatın önemli hale geldiği yer de burasıdır. Kendini, toplumsal duyarlılıkla, yurt ve emekçi halk sevgisiyle var eden sanatçı, ruhunu düzene, düzenin sahiplerine, siyasi iktidar ehline satmaz; mevcut yapının cahilleştirdiği insanların cebindekilere göz dikmez, günlük çıkarları için yeteneğini pazarlamaz; şöhretin değil yıldızların ışığıyla beslenir, her anı sanat eserine dönüşecek hayatların yaşanması için mücadele eder.

Bu yüzden sanatçıyı sanatçı yapan değilse de insan kılan, onun ideolojisidir. Modern dönemde, yaşadığımız çağda, sınıf pusulasından yoksun, ezilenler ve sömürülenler için eşitlik ve özgürlük kavgasına girişmeyen sanatçı, doğal ki, “günümüz Türkiye’sinin toplumsal, siyasal, ekonomik gerçekliği”ne bakmaz ve zaten onun gözleri hayata bile kapalıdır.

Sinema bahsine dönersek; ne ilginç ki aynı mecrada aynı gün yayımlanan ve Sanki Her Şey Biraz Felaket adlı yapımı konu ettiği yazısında Ece Vitrinel; “… merkezinde… karakterlerin ruhlarına yayılmış, üzerlerine sinmiş bir çıkışsızlık hali…” olduğunu belirttiği filmin kahramanlarındaki ve dahi senarist-yönetmenindeki “buhran hali”nin, bugünün gençlerini yetiştiren ailelerin yanlış tutumları yüzünden ortaya çıktığını söyleyerek bir anlamda İlbuğa’ya cevap vermiş oluyor. Vitrinel’in tezi tabii ki sorunlu ve İlbuğa’nın tartışılmasını istediği konunun bağlamı çok geniş; ancak adı geçen film, tekil olarak, ülkenin gerçeklerinden kaçan, bu kaçışı da bir şekilde meşrulaştıran sinemacıların durumlarını göstermesi bakımından hayli iyi bir örnek.

Umut Subaşı’nın ilk uzun metrajlı çalışmasında, yeni Türkiye’nin gençleri var. Son yıllarda; modern yaşam tarzına sahip çıktıkları, Atatürk’ü çok sevdikleri, özgürlüklerine çok düşkün oldukları, diyalogdan kaçmadıkları, bireyliği çok önemsedikleri, ideolojilere bağlanmadıkları söylenen ve öve öve bitirilemeyen ve kendine “demokrat amca” diyen kifayetsiz bir siyasetçinin, iktidarın el değiştirmesini sağlayabileceklerini düşünüp kafa kola almaya çalıştığı yirmili yaşlardaki insanlar yani.

Ülkeden gitmek isteyen Ayşe, iş bulamadığı için şans oyunları ile yırtmayı düşünen Ali, hayatının akışını yıldızlara bakarak belirleyen Zeynep, yalanlarla yaşayan Mehmet… Subaşı, kısmen de olsa tipik karakterler yaratma bahsinde başarılı; ancak ülkemizin sosyolojisini kavrayacak kültürel birikime; bugün var olana tutarlı bir itiraz sunabilecek ideolojik-politik kavrayışa sahip değil. Ama daha kötüsü, Subaşı’nın zaten bunları edinmek gibi bir derdi yok.

Her şeyin biraz değil çokça felaket olduğu bir ülkede, gençlerin içine düştükleri açmazlar, genel durumdan ayrı düşünülemez ve onların başlıca sorunları, yalnızca iş ve aşk bulmak olarak resmedilemez.

Odağına bugün bunları alan sanatçı, bu bilinç düzeyiyle, bir sonraki filminde işine ve aşkına kavuşmuş, “yeni orta sınıf”a katılmış, otuzlu yaşlara gelmiş kişilerin seksle ilgili tatminsizliklerini anlatır ancak. Tolga Karaçelik’in, Kıvanç Sezer’in kankası olur.

Dijital platformlara niteliksiz diziler çeker. Bu yüzden, Vitrinel’inki gibi evcil bir yorumla yetinemeyiz; Nuri Bilge Ceylan’ın kültür bakanı ile gülücüklü resimler verdiği, devletten fon aldığı bir zamanda; genç sinemacı ne yapsın, ne yapabilir ki, diyemeyiz. Her gün devrimcilerin, işçilerin katledildiği yetmişli yıllarda politik film üreten yönetmenler olduysa; cuntanın gölgesinde yaşanılan seksenlerde neoliberalizme reddiye sunulan öyküler anlatıldıysa, her şeye ve her şeye rağmen, bugün de sanat, sinema adına iyi şeyler yapılabilir. Baskı mı var, koşullar mı kötü; fark etmez.

Ünsal Oskay’ın dediği gibi; “İnsanoğlu bütün bir Tarihi boyunca, bir yandan verili sistemlerin içinde yaşarken, bir yandan da bu içinde yaşadığı verili sistemleri aşacak yeni hayatların düşlerini görmüştür, görebilmiştir” (Hürriyet Gösteri, sayı 120, s. 9). Yeter ki sanatçının böyle bir derdi olsun…

Alper Erdik
Ggercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler