Son Dakika



Antep ağzında “elden ayrıksı olmak” diye bir söz (hanek) var. Başkalarına benzemeyen ya da genel geçer doğrulara gülünç şekilde zıt düşen kişi anlamındadır.

Cumhuriyet’i yıkanların entelektüel müktesebatlarının yetmemesi dolayısıyla hâlihazırda yerine bir türlü yenisini koyamadıkları rejim misali, demir perdenin yıkılmasıyla birlikte düştükleri boşlukta fırdöndü olan kimi kulağı kesikler saplandıkları mikro milliyetçilik bataklığında “elden ayrıksı” tuhaf paslaşmalar içerisindeler.

Bu aklıevveler şimdi de evrensel literatüre yerleşik olan “Türk edebiyatı” tanımlamasını “Türkçe edebiyat” ucubeliğine tevil etmeye çalışıyorlar. O olmazsa bu olsun sepetine “Türkiye edebiyatı”, “Türkiyeli edebiyat” daha da olmadı “yerli edebiyat” gibi başka başka zırvalar da doldurmuşlar. Aman ha, bu elden ayrıksıları kimseler tutmasın; durmak yok, yola devam!

Kimlik siyaseti tuzağına düştükten sonra jargona uymak için neler neler değiştirilmeye kalkışılmaz ki? Ne bileyim bundan sonra bıçak, çatalla yer değiştirip sol elle tutulacak da diyebilirsiniz. Aslında diğer bir yazı konusu da çağdaş anlamda “anayasal Türklük” bağının ırki bir üstünlükten ziyade vatandaşlığa bağlanmış olmasının yine “Türkiyelilik” ucubeliğine tahvile kalkışılması üzerine olmalı. İrdelediğimiz şu zorlamalar dünyada olmayan türden şeylerdir. Geldik mi yine elden ayrıksılığa? Anteplilere kulak veriniz ki elden ayrıksı düşüp gülünç olmayasınız.

Bu biçimsiz tartışmalar bugünlerde çıkmış değil. Başlangıcı oldukça eskilere dayanmaktadır. Yakın dostlarımın bildikleri üzere belleğime pek güvenemem. Ancak paralel çağrışımlar işimi kolaylaştırmaktadır. Beşiktaş Kabalcı Kitabevi müdavimliğimden anımsadığım kadarıyla bu absürt tartışmanın çıkışı 2000 yılından önceydi. 2020’nin başlarında yine şöyle bir alevlendirilip söndürüldükten sonra şu günlerde yeniden harlanır oldu.

Bir yayınevimiz, daha önceleri “Türk edebiyatı” yerine “Türkçe edebiyat” kullanımının kanıksandığı zannını bir adım öte taşıyarak reklam içerikli yılbaşı mesajına da -Türklüğü iyice yok etmek için olsa gerek- “yerli edebiyat” tanımlamasını koyduğunda okurları “#EverestYayınlarıBoykot” etiketiyle ayaklanınca tükürdüğünü yalama durumunda kalmıştı.

Derken kervana bu yılbaşına doğru umulmadık şekilde Boğaziçi Kütüphanesi aynı şekilde katıldı. Raflardaki kitaplar "İngiliz edebiyatı", "Fransız edebiyatı", "Alman edebiyatı", "İspanyol edebiyatı", "Yunan edebiyatı" şeklinde sınıflandırılırken "Türk edebiyatı"na ait kitaplar için "Türkiye edebiyatı" başlığının kullanıldığı görüldü.

Bitmedi! İlle de dostun gülü yaralar, misali özensizlik midir nedir Kadıköy Belediyesi de bu absürtlüğe teşne olunca ağacın, kendisini kesen o balta için “Sapı bendendir de ona yanarım!” yakınması doğdu. 10 Ocak-31 Mart tarihleri arasındaki “Sinema Festivali” broşüründe katılımcıların bir kanadına “Alman sineması” derken “Türk sineması” için “Türkiye sineması” demişler.

Bu süreçlerin sonunda akademisyen şair-yazar Kaan Eminoğlu şu günler içerisinde bir protesto ve boykot hareketi başlattı. Bunun üzerine Can Yayınları ve Bilgi Yayınevi geri adım attı. Derken bu planlı akıma şöyle ya da böyle bulaşanlardan kimileri sonradan özür dilediler falan filan.

Aşağı yukarı 20 yıldır toplumun entelektüel kesimi boş avare tartışmalarla üretim eksiltilmesine sürükleniyor. Devir, ağzı olanların konuşup aklı olanların sustuğu devire evirildi. Aydınlanma yoluna girmiş bir toplum, her akşam seksen kapıya doksan değnek çalan her şeyin uzmanı (!) üç beş kısır kafalının TV’lerdeki manipülasyonlarıyla dumura uğratıldı. Entelektüellerse boş avara kasnak misali dönen çalkalanmamış bu ağızlara cevap yetiştirmekten yorgun düştüler.

Tartışmaya koyulduğumuz şu “Türkçe edebiyat” tezi ne kadar absürtse o kadar da doğru olan entelektüel antitezler oluşturacaktır. Aslında bu absürtlükler bir tez değildir. Yerinde duran evrensel bir doğruya karşı sürülen temelsiz antitezlerdir. Uzatmadan kıssadan hisse için bir kez daha o Antep ağzından çıkan teoreme dikkat çekeyim.

Kavramsız tartışma olmaz. İyi de bizim tartışma kültürümüzdeki en birinci sorun kavram kargaşasıdır. Madem konumuz edebiyat o zaman içre bir örnek verelim. *Ana dilde eğitimle ana dili öğretiminin birbirine karıştırılması bilir bilmez konuşmalara iyi bir örnektir. Öyleyse kavramları yerine oturtarak başlayacağız.

Meselenin edebi olmaktan ziyade Türklük alerjisiyle ilgili olduğu anlaşılıyor. Öyle ya eğer ki “Türk edebiyatı”  evrensel bir literatür arızasıysa aynı kişilerin diğer ulus edebiyatlarını tanımlarken de tutarlı olmaları beklenirdi. Hiçbir şekilde Almanca, Fransızca ya da İngilizce edebiyat demeyip de Alman, Fransız ya da İngiliz edebiyatı dediklerini görüyoruz. Aslında bu uydurma kavramsal tartışmanın bu bir tek tespitle bile edebi olmadığını görüp politik tabanlı deyip kesmemiz gerekmez mi? Hayır! Zoraki derse devam edeceğiz.

“Türkiye edebiyatı” ya da “Türkiyeli edebiyat” tanımlaması, edebî gerçeklikten ziyade diğer aidiyetler üzerinde ırki bir baskı olduğunu savlayanların reaksiyoner bir tutumla  “Türk’üm” deme kompleksinden arınmak için kullanmalarından kaynaklanıyor.

Oysaki Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi kimsenin ırkını yok saymadı. Bir üniter devlet kuruluşuydu ve kaçınılmaz olarak parçalı bir adlandırmadan ziyade kapsayıcı bir ulus tanımlaması gerekiyordu. Hâkim nüfus ve liderlerinin baskın kimliğinden dolayı o isim Türk olacaktı. Bu bir ırki üstünlük değildi. Değildi ki vatandaşlık bağına dayandırılan anayasal bir tanımlama getirildi. Anayasal olarak bir millete mensup olmak ırkı yok saymak değildir. Dolayısıyla Türk ve Türkiye tanımlaması yok sayıcı olmayıp aksine ortak bağlılığa vurgudur. Teknik anlamdaysa enternasyonal bir gereklilik belgesidir. Örneğin pasaportun üzerine ne yazılacaktı?

Bu açımlamalarımıza karşı biliyorum ki dile pelesenk edilen “tekçilik” benzeri hazır cevaplar kıraat edilecektir. Saptır saptırabildiğin kadar! Bu kavramlar bizim uydurmalarımız değil ki. O zaman görelim ulus devlet olmanın nişanelerini.

Alman anayasasının ilk maddesinin içeriğinde şu ifade vardır: “Alman halkı dokunulmaz ve devredilmez insan haklarıyla kendini tanımlar.” Görüldüğü üzere “Almanya halkı”, “Alman halkı” diye tanımlanmaktadır. Yine Fransız anayasasının başlangıcında “Fransız halkı” yazmaktadır. Görüleceği üzere Almanya, Fransa halkı yoktur, Alman ve Fransız tanımlaması vardır. Peki, neden Türkiye halkı, olsun? Elden ayrıksı düşmek için mi?

Dolayısıyla sanat literatüründe de sırf dil adlandırmasıyla anılan “Almanca, İngilizce edebiyat” tanımlaması yoktur. Sanatsal üretimler, yazılan dilin milliyetiyle anılırlar. Örneğin İspanyolca şiir yoktur da İspanyol şiiri vardır. Tıpkı Türkçe karikatür olmayıp da Türk karikatür sanatı denildiği gibi.

Uzağa gitmeye gerek yok: Selim Temo. Kürt şair, akademisyen. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde çalıştı. Doktora çalışmasının adı "Türk Şiirinde Taşra: 1859-1959"dur. Üniversitedeyken “Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü”nün kuruluş çalışmalarını yürüttü. Dikkat isterim, sanatsal çalışmalarında neden “Kürtçe-Türkçe” demiyor da “Türk-Kürt” diyor? Öyle ya “Türkçe Şiirde Taşra” başlığını koymasını bilmeyecek kadar cahil miydi?

Daha bitmedi.

2007 yılında 1500 küsur sayfalık iki ciltlik “Kürt Şiiri Antolojisi” adlı kitap hazırlar. Birinci soru, neden “Kürtçe Şiir” değil de “Kürt Şiiri” demiştir? Daha daha asıl bizim tezlerimize destek veren bir içeriği var bu antolojinin. Kitapta, dünyadaki Kürt diliyle yani Kürtçeyle yazmış tüm şairlere yer verilmiş. Amma amma yazı dili olarak Türkçeyi kullanan hiçbir Kürt kökenli şairi antolojisine almamıştır.

Peki, ne sonuç çıkaracağız?

Demek istiyor ki sanatsal üretimler, yazılan dilin milliyetiyle anılır. Sanatçının kökeni ne olursa olsun sanatı adlandırmada kullandığı dilin milliyeti esastır, demek istiyor. Sanatçının ırki temelde aidiyetine bakarak bağlı olduğu ırkın diliyle adlandırılmaz, demek istiyor. O nedenle sanatçı Kürt’tür ama yazdığı dil Türkçe olduğu için o sanat Türk edebiyatına ait olduğundan “Kürt dili sanatı” içine giremez, demiştir.

Bu minvaldeki çeşitlendirmeleri Türk dünyasının ünlü yazarlarından Cengiz Aytmatov üzerinden de yapabiliriz. Türk olmasına rağmen Kırgız dilinde verdiği eserler Kırgız edebiyatına, Rus dilinde verdiği eserler Rus edebiyatına ait sayılmaktadır.

Dil sadece bir araçtır. Asıl itibarıyla bir kültürün sesidir. Dolayısıyla sanat, seslendirildiği dillere değil, kültürlere aittir. O nedenle Türk ya da Kürt edebiyatı denmelidir. Tıpkı feodal, sosyalist ya da burjuva sanatı denilmesi gibi. Yine nakış ve dokumalara bir toplum kültürünün masallarının ya da mitlerinin işlenilmesi gibi. Şahmeran mesela.

Öyleyse bu tartışma nereden çıktı?

Ülke politikasının dışında değildir bu tür tartışmalar. Bölgesel konjonktürde harlanan milliyetçilik rüzgârının eseridir bu. Psikolojik bir dayatmadır. Yükselen milliyetçilik dalgasının her alanda meşrulaşma arzusu kimi yazanı çizeni de kendine alet kılmıştır.

(*) Bir üniter devlet yapısı içerisinde ana dilde eğitim istemek bilinçsizliktir, beraberinde eğitimi istenen o ana dilin çocuklarına en büyük kötülüktür. Bu konu başlı başına irdelenmesi gereken can alıcı bir konudur. Sırf kavramsal çarpıklığa tipik bir örnek olması için değinildi.

Sami Günal
Gerçekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)