Öykü

Muzaffer Buyrukçu'dan Mübeccel İzmirli'ye aşk mektupları

Büyük yazarlarımızdan Muzaffer Buyrukçu'nun yazar Mübeccel İzmirli'ye yazdığı aşk mektupları 1961 yılının son aylarında yoğunlaşırken o dönemin duygu dünyasını da bize birinci elden yansıtıyor. Mektupları bize ulaştıran Erdem Buyrukçu'ya teşekkürler

Muzaffer Buyrukçu'dan Mübeccel İzmirli'ye aşk mektupları
22-05-2023 09:48
22-05-2023 19:25

6.10.1961

Mübeccel,

Ben nerede, acıların bin çeşidi içinde yataklar seren, acılardan evlerinde oturan, acılarından şehirlerde dolaşan, soluğu, gülmesi, sözü acı olan birisi varsa o benim diyecektim sana. Ben…evet kendini bir tek benzetmenin içine sığdırmak istemeyen, kendini parçalara bölen, kendini dağıtan, ezen, çürütmek isteyen ben; nerede çiğnenen biri varsa oyum. Nerede dövülen birisi varsa oyum. Nerede aldatılan, hep aldatılan, tek başına bırakılarak üzerine bütün yaşamı boyunca yalnızlık yağmurları yağdırılan birisi varsa işte oyum ben. Nerede, bırakıp kaçılan belki de çok değersiz görünen bir davranışa ya da ışıklara ve bir duyguya karışarak gelen sese değişilerek bırakılıp kaçılan birisi varsa oyum ben. (Bırakıp kaçamam ben. Onlar gibi görüyorum kendimi. Çünkü bırakıp kaçmak bırakılana saplanan bir bıçaktır, cinayet çeşitlerinden birisidir. Ben şiddete, cinayetlere karşı olan birisiyim. Ben kişilerdeki parçalamaları bencilliklerin buyruğuna uyarak hazırlayanlara karşıyım… Bir korku gibi dikiliyorum onların önüne. Ben bir tüfekim her zaman ateş eden onlara. Belki de bütün yaşamı boyunca aldanmaları aradığı için aldanan ya da hep aldandığını sanan birisiyim. Ben aldatmadım kimseyi. Aldatamam kimseyi.) Ben , nerede, sahip olduğu  anda o mutlu o bütün yaratıklarda ve doğada sarsıntıların durduğu yalnız sahip olanla olunanın türkülerinin söylendiği, şiirlerinin yazıldığı o  anda sahip olunan tarafından bir görüntüye ya da o andan üstün tuttuğu, üstün tutmaya zorlandığı bir davranışa değişilerek sahip olanın  kayalıklara itildiği  ve gene  yalnız bırakıldığı ve gene  korkunç gecelere, korkunç mağaralara atıldığını sanan değil, duyan yaşayan biri varsa oyum ben…Ben bütün isteklerimi yerine getirmem için çalışmam suç mu diyen, mutluluğu suda, çamurda, ateşte ve bir çizgide görüp istemem, mutluluk mutluluk diye bağırmam suç mu diyen, dilindeki bütün sözcükleri atarak sadece o sihirli seni seviyorum sözcüğünü kullanmak istemem suç mu diye bağıran biri varsa, oyum. Ben korkan, ben ağlayanım (ağlıyan diyorum, bu sözcüklerle doldurmak istiyorum sayfaları) Ağlıyan. İnanmazsın sen. Ama gerçekten ağlıyorum. İnanma. Ağlıyorum. İnanma gene. Hem ıslak hem kuru ağlıyorum. Bir ağlama var ki içimdedir, dışa vuran ağlama ona yetmediği için derinlerde sürüyor o da. Niçin diye sorma? Belki nedeni yok. Belki de sana şu şu nedenlerden dolayı diyemeyeceğim. Şu şu nedenler desem bile onlar için ağlanır mı acaba? Onları başka bir yere yerleştirmek düşüncesi çıkmaz mı ortaya? Ve benim ağlamanın saçmalığı boşluğu üzerinde durulmaz mı? Ağlama var. Bütün gerçek bu. İnanma sen. Bütün çeşmelerim birden alıyor. Akıyor sular. Bulanık çamurlu. Kan akıyor. Götürüyor, beni çarpa çarpa dağıta dağıta. Kendi sularımın götürdüğü bir ceset gibiyim. (Dağınık değilim bugün. Değilim. Kaskatıyım aksine. Hiçbir şey konuşmak istemediğim kimseyi görmek bir şey işitmek istemediğim için yazıyorum mektubu. Bunun için işte. Sesimi çıkartmıyorum bunun için işte. Sessiz bir dünyam var. Seslerini yitirmiş bir dünyam var. Donmuş, büzülmüş, belki de bir köşede ölmeyi…ha, ha, ha…öyle basit bir ölme değil ama. Kendini bıçakla parçalayarak ya da üstüne benzin döküp ateşleyerek yanmayı varlığının her parçasında duyarak ölmeyi geçiren bir adam var o sessizliğin içinde. İçimde ses yok ışık yok. Kış var. Kocaman kocaman soğuklar. Titriyorum içimde ısınamıyorum bir türlü. Oysa ne kadar çok ateşler yanıyor, ne kadar çok güneşler koşuşup duruyor sıcaklıklarıyla. Ama dönüyorum ben. Yavaş yavaş donuyorum ve biraz da istiyorum donmayı. Karşı koymak istemiyorum, karşı koyabilir miyim? Mümkün mü bu? Soğuklar beni eline geçirmişse? Soğuklar beni en güzel yaşamaları götürüyorsa niçin karşı çıkayım? Hayır, hayır, bana soğuk gerekir. Bana şey gerekir. Ne gerekir bana? Bana belki de bu duruma ses çıkarmadan yaşamak gerekir. Bana tedirginliğimi çoğaltmak gerekir. Tedirginliğin temellerinin derinlerini kazmak gerekir. Kazıyorum. İniyorum aşağılara. Kazıyorum. Bilmediğim topraklara rastlıyorum. Oraları kazıyorum. Bildiğim topraklara rastlıyorum. Oraları kazıyorum. Bildiğim her zaman benimle olan kayalıklarla karşılaşıyorum. Vuruyorum kazmayı. (Gene kayalıklar. Ne çok kullanıyorum bu  sözcüğü? Kullanacağım hep.Bende var olanı, bana bir şeyler vereni nasıl kullanmam?) Parçalıyorum kayalıkları. Kırıyorum dağıtıyorum, her zaman kullanabilmek için her yönde görebilmek için çoğaltıyorum. Daha derinlere iniyorum. Vuruyorum kazmayı. Çamurlu sularla karşılaşıyorum. Bu suların üstüne atıyorum temeli. Hızla örüyorum yapıyı... Sipsivri, kule gibi bir şey çıkıyor ortaya. Penceresiz, kapısız, aralıksız yapıyorum ve bu hiçbir şey göstermeyen içinde var olanın bilinmediği yapıya giriyorum. Oradayım şimdi. İşte sana bunları söylemek istiyordum telefonda. Sana, sabah gördüğüm iki dakikalık süre içinde doyamadım diyecektim. “Niçin bakıyorsun yüzüme?” dediğin zaman sorunun sende neden belirdiğini söyleyecektim.

…saat ikiydi daha. Saat ikide adınla birlikte beliren ve saat üçe kadar ağırlığı  hep artan içimdeki ezikliği, ben sarsan, hasta eden heyecanlanmamı söyleyecektim. Kalbimin, hızlı hızlı atışını, her atışta yaşadığım senin değişik her değişikliğin getirdiği etkileri söyleyecektim. Senin her an bir duyguya sarılarak gelişini daha yanıma yaklaşır, yaklaşmaz, çevremle olan ilgilerimin nasıl birden koptuğunu ve parçalarımı n nasıl sana yönelip kapılarını açtığını söyleyecektim. Kırgınlıklar getiren, istekler getiren, mutluluklar getiren seni söyleyecektim. Üç olmuştu. Üç olmamıştı, birkaç dakika vardı. İlle o çizgiye vardıktan sonra seninle konuşmak istemiyordum. Kırmak istiyordum o çizgiyi. Beklemek istemiyordum bana yeni bir yaşantı getirecek anı. Ben getirmeliydim. Ama sen, evet sen, “Kimsiniz? ” deyince korktum, irkildim, buruşuverdim bir den. Yitirdim kendimi. Nasıl oluyor bu?  Ben tanımıyorum. Ben…Bilinen sesim tanımıyor. Bir tek harf ta mı kalmamış beni sana hatırlatan, yaşantına kısa bir süre önce de olsa birisinin karıştığını belirten? Çöktüm. Yoksaaa, saat ikide beni birden bir sarsan ezginlik, yani sana ait ama benimle de dost olan, aslında hiç kimseyi tutmayan ve böyle durumlarda o hep beliren işaret, böyle bir olayla karşılacağımı, hazırlanmam gerektiğini mi haber vermek istemişti bana? “Kimsiniz?” Yabancıya sesleniş bu. Gene tekrarlıyorum ben yabancı mı oldum sende artık. Sen de beni tutan. Sen de belki de sen farkına varmadan girip yaşayan ve beni sende canlı tutan şeyler. (Onlar sana adamı iletiyor. Onlar sana sözlerimi getiriyor. Onlar sana benden gelen bir anıyı gösteriyor.) Senin çok başka çevrelerden gelen ve her zaman güçlü yaşayan kuvvetlerince ezilmiş. Yok edilmişler miydi? Ezilmişlerdi, yok edilmemişlerdi de korkutulmuş, çok dikenli köşelere. (Yani benim yaşadığım köşeler) mi sürüklenmişlerdi. Bundan mı geliyor diye yabancılığım? (Anlattın, gerçi bana. İnanmam gerekiyor.  İnanıyorum. Senin sözlerine inanıyorum. Çünkü aksini söyleyecek belgelerim yok elimde. İnanıyorum. Ama niçin başka bir şey değil de “kimsiniz” çıktı? Orada başka bir şey söylememi istiyordum. Korktuğunu (anlattığından çok ayrı). bunu sana söyletenin şimdiye kadar hiç tanımadığın bir deneyin olduğunu, ne olursa, kim olursa, olsun, hatta anana bile “kimsiniz?” demek zorunda olduğunu, işte bunu bildirmeni istiyordum. Sonra “Bir dakika efendim…” Kapı gıcırtısı. Içeriye girdiler. Ayak sesleri. Sisler arkasında bir konuşma ve senin,” Oooo!” deyip Ileriye gitmen gelenlerin ellerini sıkman. (Belki de sıkmamışsındır.)  Sonra tekrar telefona gelip,” Sonra ararım seni.”  Demen heyecanla ve telefonu kaplaman…” Kimsiniz? Kimliği ne demek bu? Unutuldum mu hemen? DM. Kimsiniz bilmiyorum kim olduğumu hiç bilmiyorum. Sorsalar adımı da nerede olduğumu da söyleyemem. Kimsiniz?” Bekliyorum. Upuzun bir bekleyiş. Her telefon çalışta koşuyorum. Ama aranan ben değilim. İki de başlayan ağrı, (Artık ağrı diyorum ona) Katılaşıyor. Taşıyamayacak kadar ağırlaşıyor. Bekliyorum. Benden önemli olanların değil. Birden aramıza girerek seni bana verdirmeyenlerin, hiç olmazsa bir saat kadar elimden alanların oda kapısını girdikleri gibi gene gıcırdatarak açmalarını ve gitmelerini bekliyorum. Bana dönmeni bekliyorum. Saat kaç? Üçü yirmi geçiyor. ”Kimsiniz?” Gelen kim? Saat kaç? Üç buçuk… İşte tam üç buçukta sorulan sorulara verdiği karşılıkların güzelliğini içinde duyduğu ve bu durumda kendi kendini mükafatlandırılma gereği duyduğu için bir cigara yaktı, diyorum. (Duman gözlerini acıtmasa bari. Duman gözlerine girerek benim orada bıraktığım izleri silmesine bari… Gözlerimin, bıraktıklarımın ordan atılmasını istemiyorum. Bir yerinde kalmalıyım ben. Bir yerine dayanmalıyım. Bir ağacının altında oturmalıyım? Evlerinden birinin anahtarları bende olmalı. Dumanlar. Kalleşlik yapmasalar bana. Bunu o kadar duyuyorum ki?..) Güldü.” Kimsiniz?” Ağzına bakıyorlar şimdi. Bana verdiği sözleri başkasının da serüvenler dolaşan gözlerine girmesini istiyorum. Öyle olmaz bu. Biliyorum olmayacağını. Gözlerimiz, ellerimiz, yalnız bizim değildirler. Her yere gider, gelirler koşarlar. Giderler, bomboş. Gelirler dopdolu. Bizi biz yapan tuğlaları, bizi biz yapan ışıkları getirirler. İçimizde varlığımızla bilinen birçok şeyi onlar taşımışlardır. Olmaz bu. Olmaz. Biliyorum ama gene de istiyorum. “Kimsiniz?” Saat dört. Telefon çalıyor, koşuyorum. Ananın başkası. Dört oldu. Çıkıp gitmiştir o diyorum. Onlar kimse birlikte gitmişlerdir. Bunu düşünüyor ve söyleyebiliyorum. Nasıl söyleyebiliyorum? Böyle düşünmek senin düşüncemin içindekini. Yapabileceğini göstermiyor mu? Yani sen sokaklar ve caddeler ötede durmadan saat soran ve gözlerine telefondan ayırmayan bana değer vermediğini belirtiyorsun böylece. Seni benden daha çok ilgilendiren? Ya da benim yaşattığım olaylara benzemese bile. Çok başka şeyler bulduğun olaylara götürebiliyorlar demek? Sen karşı koymuyorsun buna? Karşı koyamazsın istiyorsun çünkü.” Şimdi bir haber geldi Müdüriyetten. Saat dördü yirmi geçe yemek salonuna çıkacağız. Ve emekliye ayrılan subaylardan birinin Sivil Savunma hakkında vereceği konferansı dinleyeceğiz. Nasıl saldıracaklar, biz nasıl korunacağız. Biz nasıl saldıracağız, onlar nasıl korunacaklar? Yangınları nasıl söndüreceğiz, evleri nasıl boşaltacağız, yaralılara nasıl yardım edeceğiz… Eder miyiz acaba? Öyle sanıyorum ki yardım etmeyeceğiz. Bombanın yaraladığı apartmana saldıracağız, bizim olmayan ve yaşamımız boyunca bizim olması için çalıştığımız her şeyi alacağız, alamadığımızı parçalayacağız. Yaralı bir kadın görürsek orada, duvar çatlağının dibinde, kanlarına bakmadan saldıracağız ona Kuduruk yanımızla. Biliyorum böyle olacağını… Hepimizin içinden, buna benzer, belki de daha korkunç olaylarla karşılaşacağımız geçtiği halde dinlemeye devam edeceğiz konferansçıyı.) Bunu bildirmek istiyorum sana. Eğer ararsan bulamayacaksın kimseyi. Çalıp duracak telefonlar. Ben telefon edeyim diyorum. Işte bunu bildiririm diyorum. Telefon etmekte haklı görüyorum kendimi. Oysa etmemem gerekiyor. Bir saat oldu. Çeviriyorum numaraları. Bir, iki, üç çalıyor. Yoksun. Beş dakika sonra tekrar arayalım diyorum Ülkü’ye. Deli oluyorum. Düşündüğüm gibi diyorum. Gitti, benim veremeyeceğimi, benden hiçbir zaman alamayacaklarını aramaya gitti diyorum. Burada var, biraz ileride var, daha ötede var diyenlerle birlikte gitti diyorum. Peki böyle düşünen birinin? Aranması beklemesi ille de kendini değerli bütün kaynakları üstünde taşıyan bir toprak parçası gibi görmesi anlamsız değil mi? Ne diye arıyorum? Arıyorum işte. Sen belki bir kere daha “kimsiniz” diyeceksin bana? “Yok” diyor Ülkü “bir daha ara.” Diyorum. Çıkıyorlar yukarıya dördü yirmi geçiyor. “Hadi!” diyorlar bana da. “Biraz sonra geleceğim.” diyorum. Bulmalıyım seni. Niçin bulmalıyım? Arıyorum.” Yok gidelim artık.” diyor Ülkü.” Bir kere daha” diyorum. İşte çıkıyorsun.” Neredesin?” Diyorum sana. Konuşuyorsun. Acelecisin.” Tam o sırada patronlar geldi, adliye sarayına gittim. Koştum, kalabalıkta koştum. Yoruldum. Aaaaa ne oldu biliyor musun? Sürpriz yaptılar bana. Hani Anadolu'da dolaşan o arkadaşım vardı ya o geldi. Çok sevinçliyim. Biraz sonra buluşuyoruz onunla. Sen bunları Heyecanlı sevinçle söylüyorsun, Kahkahalarla söylüyorsun? Benim karşımda kahkahalarla gülüyorsun. Şimdi telefonun başında duran bana gülüyorsun. “İyi eğlenceler, çok çok eğlenceler” diyorum sana. “Eğlenceler sana da “diyorsun, hemen bırakmak istiyorsun telefonunu seziyorum. “Ben eğlenmeyeceğim, eğlencem yok benim” diyorum. “Allahaısmarladık!” diyorum, kapıyorum telefonu.

Sonra konferans salonuna çıkıyorum.

Savaş sırasında…

Nereye gidiyoruz, nasıl yapıyor bunu? Beni kızdırmak için mi yapıyor? Biriyle gidecekse neden söylüyor? Ama her şeyi açık açık anlatacağımız söylemiştik. Eğer bir şeyi olsaydı söylemezdi, bana öyle giderdi. Haksızlık ediyorum. Tabii haksızlık ediyorum. Kuruntu benimki. Ben yanılıyorum. Biliyorum bu böyle. Iyi ama o kahkahalar ne? O benim için atılmayan kahkahalar ne? Ne kadar mutlu… İnsan bu kadar mutlu kahkahalarla gülemez bu dünyada. Korkar. Mutlu olmayanlarla alay etmek olur bu. Onları çiğnemek. Onların değil de. Sadece kendisinin mutlu olmaya hakkı olduğunu hissettirmek olur bu. Korkar elbet. Bu kadar sınırsız, bu kadar sorumsuz gülemez.

Mübeccel İzmirli - Muzaffer Buyrukçu

-Bir savaş çıktığı takdirde…

Yorgunum... Oysa (Yoksuluz gecelerimiz çok kısa.) diyor Cemal Süreyya. Şimdi yanımda olsaydı Cemal. Acıların kalın kalın çizgiler halinde yüzüme baksaydı,” Aç gözlerini Muzo!” deseydi. Bir şiir okusaydı.

“Kimsiniz?”

Bana soru olmamalıydı bu soru. Ben senin sanıyordum.” Kimsiniz?” İçmek isterler bu sıralarda. Hayır, ben uyumak istiyorum. Ağzımı kilitlemek istiyorum. Kulaklarımı kilitlemek istiyorum. Kalbimi de…

-Bombalar atılırken…

Bombalar benim içimde atılıyor. Her yanında patlıyor bombalar… Yaralılar gibi çıktım dışarıya. Eve kadar hiçbir şey görmedim, bakmadım, duymadım öyle geldim. Sürüklenerek geldim. Art arda üç sigara içtim yemekten önce. Görülmüş şey değil. Anlıyorum. Ben de çökmeler başladı. Her gün değişiyorum her gün.

 Senin Muzaffer

*****

11.9.1961

İşte şimdi- belki de çok olmuştur hayatımda, belki bu akşamki cesaretsizliğim o parça para meydana gelen cesaretsizliklerimin bir toplamıdır.- sana yazarken korkuyorum. İlk olarak kendimle ilgili olan şeyleri anlatırken korkuyorum. Belki de açık açık yazmak istediğim, gizliyecek bir şeyim olmadığı için korkuyorum. Gizlenen gerçekler içimizde bir egemenlik kurmuşlarsa, bizi yönetiyorlarsa o zaman onlara dokunmadan, onlarla ilgili olmayan şeyleri söylemeyi tercih ediyoruz hep ve bu kolay oluyor. Ama gerçekleri söylemek. Söylenmemesi için direnen, açıklanmaması için önümüze duvarlar koyan gerçekleri anlatmak zor. Bundan korkuyorum. Oysa hiçbir zaman olduğum gibi görünmekten korkmadım. Hiçbir zaman kendime sakladığım asıl şahsiyetimi daha başka, d aha çıkarlı işlerde kullanmak sevdasına düşmedim... Tehlikeli de olsa, bana çok büyük zararı da olsa herkeslerin kendilerinden  bile sakladıklarını ben açık açık söyledim. Ama şimdi korkuyorum. Oysa korkmak istemiyorum ben. Oysa ben…” Şimdi bu son söz olan-ben’i- yazarken içimde üç gün öncesinden başlayan huzursuzluk korkunç, aklım alamayacağı kadar korkunç bir acıya döndü. Hep kara ve gri renkler içindeyim. Ben neyim şimdi? Ben hiç. Ben yok. Ben ezik ve dağılmış… Oysa ben kuvvetli olmayı isterdim şimdi d emeliydim. Kuvvetli. Bir yanım beni bırakıp gitmek isterken bir yanım engel olmalıydı, karşı koymalıydı. Onu yazmalıydım. Ama -oysa ben- dedim kaldım. Sana telefonda, ben karanlığım bugün, kapkaranlığım derken senin bana uzanmanı, bu işkenceden kurtarmanın istemiştim. Beni alıp götürmeni, beni saklamanı, senin çok sıcak köşelerinde, senin gürültüsüz ülkelerinde beni yaşatmanı istemiştim. Bir şeyler, bir şeyler, bir şeyler söylemeni ama hep söylemeni istemiştim. Ama ben bunu değil de karanlık bana az geliyor ne olur biraz daha ver. Biraz daha arttır karanlığımı demişim sanki sana. Ben kuyudayım şimdi, beni daha derinlere it, beni daha aşağılara, daha ölümlere it demişim sanki…) Niçin yaptın bunu bana Mübeccel?

Nasıl yaşıyordum, nasıl senindim, nasıl vardım, nasıl her yerinde bendim bilemezsin. Karanlıktım. Bu gerçek. Ama beni üşütmeyen bir karanlıktı bu. Isınıyordum gene. Senden geliyordu gene. Onun için bir sıcaklık buluyordum içinde. Senden geldiği için. Yoksa benim karanlığım tek başına korkunçtur. Benim karanlığım sürse, yalnız bana ait şeylerle sürse, nefret edilen bir insan olurum ben. Benim karanlığım kötü, aşağılık, sert bir karanlıktır. Ama sen o mektubu okurken, o sözlerin bana söylenmesini isterken benim o sert karanlığım dağılıyor, belki istemiye istemiye parçalanıyor, senin içindeki sıcaklıklarla karışık karanlığın geliyor, beni içine alıyordu. İşte o mektubu okuduğun sırada, (canımı sıktığını sezdiğin için çabuk çabuk okuduğun ve okumaya karar verdiğin için pişman olduğun sırada) sana ne diyecektim biliyor musun?

Ama onu söyletmedin bana, benim istediğimi değil kendi istediğini, titredikçe seni rahatsız eden bir tel gibi duranı söylettin bana. İşte o zaman gene benim karanlığım başladı.

Mutluyum senin yanında. Yıllardır aradığım, yıllardır duymak istediğim bir şarkısın sen. Niye susmak istiyorsun? O zaman ben ne yaparım. Yeni bir şarkı mı arıyacağım. Yeni yollar mı arıyacağım? Ama sen istediğimsin. Sende açıyor benim yıllarca dondurulmuş olarak yaşatılan çiçeklerim. Yapma bana bunu! Yapma! Yapma Mübeccel’im. Gene söyleyeyim mi? Bir kere daha yapma diyeyim mi? Bir kere daha sen benim uykusuz gecelerimdeki, hüzünlerimdeki, öfkelerimdeki, bunaltılarımdaki o değil misin? Sen benim şarkımsın Mübeccel. Seni söylemek istiyorum. İyi söyleyemesem de, sesim kötü olsa da…Yapma bana!

Sana, Ağladığımı sana ağlayacak kadar zayıf ağlayacak kadar bitmiş olduğumu yazmak istemiyorum. Yazsam da inanmazsın ki? Yoksa ben en ağır başlı sözcükleri ederken bile sesim ve davranışım bir inanmazlık havası mı yaratıyor insanda? Yani ben ne söylersem söyleyeyim yalan mı? Yani benim davranışlarım? Yani benim gözlerim yani benim sesim yalan mı? Ben yok muyum bunların arasında? Benden hiçbir şey yok mu? Ben senin Muzaffer'in yalanı mı? Yazmak istemiyorum. Ama ben istemesem de oluyor. Sana yazmasam da. Sen bilmesen de taşıyor denizlerim. Akıtıyorlar beni. Eritiyorlar. Küçük küçük parçalara bölüyorlar. Taş yapıyorlar, kabuk yapıyorlar, çöp yapıyorlar... (O sırada birden koptun benden, daha bütünüyle bizim olmayan köprülerimiz.) Sana götürüyorlar beni. Ansızın benim için yanan. Ama benden gelen rüzgarlarla kararan ışıkların yaşadığı gözlerine götürüyorlar beni ıslak çiçekler gibi. Ama yazsam ne olur? Ama ben açık açık, hatta tekrarlaya tekrarlaya ben ağlıyorum desem ne olur? Ben kazandığını sandığı ve hep bu kazancı yaşayacağını sandığı bir sırada kaybetmiş biri değil miyim? Ben yıkılmış bir adam değil miyim? Bunları söylüyorum da bunlar kadar söylenmesi, korkunç olmayan bir gerçeği niye saklayayım? Niye sahte bir kahramanlığa bürüneyim-erkek ağlamaz- diye. İki cinsin de birlikte sürdürdükleri bir şey bu.

İkisi de ağlar. Ama biri çok ağlar. Onun dayanağıdır ağlamak, onun varlığıdır ağlamak, onun gücüdür ağlamak. Öteki parçalanmayı yaşadığı zaman ağlar. Ben şimdi böyleysem hem niçin ağlamıyayım? Ağlıyorum, Mübeccelim. Ağlıyorum. Tam güneşi gördüğüm anda. Tam o ağaç altında duracağım anda yakalanmama ve sonsuz mahkumiyetini çekmek üzere yeniden o duvarların arkasına atılmama…

Ne tuhaf. Acıklıydı. Karanlıktım. Bir takım eller tırnaklıyordu içimi. Böyle iken gene de mutlu ayrılacaktım yanından. Oysa bunu bile yapamayacak mışım, oysa çukurları bol bir olayın yanı başındaymışız. Ona doğru gidiyormuşuz. Nasıl bile bile gittik? Nasıl?

Oysa ben sana bir şeyler söyleyecektim. Şimdi nasıl söyleyeyim: İnanmazsın ki?

(Bu mektup bitmedi. Bu mektup sürecek daha. Dün akşamki durumun bir taslağını çizdim sadece. Daha konuşmadım. Konuşacağım ama. Gene inanmayacağını bildiğim halde konuşacağım boyuna. Hep konuşacağım. Beni dinler misin Mübeccel?

Senin.

Muzaffer'in.

 

TELEFONDA SÖYLEYEMEDİKLERİM: 1

26.9.1961-İstanbul-Sabah

Mübeccelim,

Sana ne diyecektim biliyor musun? Mübeccelim diyecektim. Birkaç kere Mübeccelim, Mübeccelim, Mübeccelim diyecektim.  Belki de konuşmamızın yarısını bu sözcüklerle dolduracaktım. Sen bir şeyler söyleyecektin, önemli olacaktı onlar ama ben hem o söylediklerinin karşılığını verecek hem de tekrarlayıp duracaktım adını içimde. Bugün öyleyim. Uzakta, birkaç sokak, yüzlerce yapı ötede duran, upuzun saatler göremediğimi, günlerin bütününde bana bağlı düşüncelerin ve hayallerin ucunda davranışları, sözleri (yani varlığıyla yaşıyanı değil, bende, aklıma ve duygularıma, hatta kanıma karışarak yaşıyan seni tekrarlayıp durmak istiyordum. Tekrarlıyorum da. Mübeccelim diyorum. Alıyorum seni içimin ülkelerinde bazan bana istedikleri gibi her şeyi olmasa bile çoğunu yerine getirdiğim için ses çıkartmadan duran. Bazen aç bıraktım, kendi isteklerimi onların isteklerinden üstün tuttuğum için isyan eden. Krallarının karşısına çıkartıyorum, tanıtıyorum. İşte bendeki ikinci yaşayan. Bana olan bağlılığınızı onu da göstereceksiniz diyorum. Ama hemen vazgeçiyorum onlara girmekten. Bana bağlı ülkelerde yaşamıyorlar mı? Niçin ayaklarına gideyim? Buyruklar veriyorum. Şölenler hazırlatıyorum. Hazırlanıyorum ve seni en uysal ama kudretli sözcüklerle tanıtıyorum. Alkışlar kopuyor. Sonra bana hep düşman olan ve beni en küçük bir fırsatta yıkmak isteyen köşelere hiçbir ışığın sığmadığı karanlık köşelere yaklaşıyorum. Kırıyorum kapılarını ve karşında boyun eğdiriyorum hepsine. Oradan alıyorum, daha ötelere götürüyorum. Güneşlerime, ırmaklarıma, denizlerime kayalıklarıma, şehirlerime, radyolarıma götürüyorum. Fotoğrafçılarıma götürüyorum. Birlikte ama tek başına değil. (çünkü tek başına çekilmiş resimlerini hem de büyük boy resimlerini bütün duvarlara astım) resimler çektiriyorum. Her anın, her davranışın, her duygunun doğup etkisini gösterdiği andaki durumların, seni upuzun çizgiler gibi düşündüğüm sıralarda bendeki gözle görünen değişikliklerin heyecanlarımın, heyecanlarımızın, birlikte beğendiğimiz sözlerin resimlerini çektiriyorum.

Bitti sanma.  Daha binlerce poz var. Daha yüzbinlerce poz olacak. Daha kim bilir kaç milyon resim çekilecek? İşte çektiriyorum boyuna. Uyurken çektiriyorum. Öpüşürken (ama tam ağız ağızayken ve soluklarımıza ve sözlerimize çıkacak yer bırakmamışken.) tam bir insandan bir yaratıktan çok başka olduğumuzu hissettiğimizi, gözlerimizin bu hissettiklerimizle dolu olduğu ve gerçekten göz olduğunu çektiriyorum. El eleyken. Bir parmağının bendeki bilinmeyen bir takım derinlikleri görmek istercesine parmaklarıma yüklenişini parmaklarımda bir kapak açma çabasını gösterirken… Gülümserken. Birlikte gülümserken. (Gülmeler içimizdeki çiçeklerin hep açtığını hep diri kaldığını anlatır bana) Tam o sırada çektiriyorum “öyle miii” derken çektiriyorum. Ondan birkaç tane birden çektiriyorum. Çok gerekli de ondan. Çok… Çünkü “Öyle miii”ler onu söyleyen ağız her yanında (durmadan çalan telefonlar gibi) hiç aralık vermeden duyuruyor varlığını bana. Salonlarım, koridorlarım hep “Öyle miii” sözcükleriyle yankılanıyor. “Durmadan çalan telefonlar gibi” Ne mutluyum ama biliyor musun? Çünkü bana durmadan yaşadığını durmadan yaşayacağını anlatıyor. Nasıl mutlu olmam? Sonra Buyrukçu derken çektiriyorum. Resmini sonra bana hep kuşkuyla bakan (ama kuşkuyla bakmak istemeyen) Sonra bana inanmak istemeyen. (ama inanmak isteyen; çünkü bir takım makineler kurulmuş, yaşantında. İnanını, güvenini buna bağlı neyin varsa parçalamışlar, toz haline getirmişler. Nasıl inanırsın? Çünkü karşına bu makineleri kullananlardan biri çıkıyor, inanmamakta haklısın. Haklı, haklı, haklı.) çoğu zaman beni alıp nerelere nerelere götüren ve senin benim ve bütün insanların ve bütün yaratıkların en büyük ve en değişmez sözcüsü olan gözlerinle çektiriyorum. Bana çok şeyler söyleyen, benden çok şeyler isteyen öyle şeyler anlatan ama onun bu hassasiyetine sahip olamadığın ya da bütün varlığımla o anda açık olamadığım için istekleri zamanında yakalamam, anlatılanı tam o anda sezemem yüzünden istediğini veremediğim, gözlerini çektiriyorum. (Fotoğrafçı! işte bundan bir milyon poz. Hayır, hayır milyon değil. Sayısız. Bütün yeryüzü kişilerinin dünya durdukça saymasına rağmen bitiremeyeceği kadar çok resim olacak. İstiyorum!) Sonra yürürken, sonra otururken sonra bir yere (görmediğin şeylere) bakarken. (bazı anlarda hiçbir şey göremeyiz. Ama hiçbir şey. Gözlerimiz irademizin bilincimizin buyruğunda değildir. Biz ancak bunlar her zaman canlı durursa, bizdeki hakimiyetini sürdürürse birtakım anlamlar kazanan şeyler yaparız. İçimize dönüktür bu sırada gözlerimiz. Bilinç altımızdaki bir olayı, bir anıyı ya da bunların dışında çok başka bir şeyi yaşamak için vazifelendirilmiştir, o bizi bir kukla gibi idare eden kuvvetler tarafından.) İşte o görmeyen ama içerlerdeki savaşlarda olanı seyreden gözlerini çektiriyorum.

Muzaffer Buyrukçu

Sonra oradan ayrılıyorum. Radyo binasına yürüyorum. Sesini aldırıyorum plaklara. Sevinçli yorgun, hüzünlü, düşünceli, karanlık… ve en çok, bizde en çok tekrarlanan, bizde en çok bütün öteki sizlerden daha fazla tekrarlanacak hüzünlü sesleri. (o sesler bizim nasıl çaresizlikler içinde olduğumuzu, nasıl bazı şeylere karşı koymayıp ister istemez boyun eğdiğimizi, çok önemli isteklerimizin hiçbir zaman yerine getirilmemesine çalışanlara karşı duyulan öfkeyi belirtiyor. O seslerde ışıksız sokaklarımız, bir türlü yeşertemediğimiz ama bir yeşertirsek hiçbir zaman açlık duyacağımız topraklar var.)

O seslerde anlatamadığımız, o seslerde yarım kalan düşlerimizden doğan tedirginlikler; hep güneşli, gürültüsüz, susuz sabahlara uyanmak istediğimiz halde uzun yıllardan beri bir yasaymış, bir buyrukmuş, bir mahkumiyetmiş gibi ısırganlı sabahlarda uyanmalarımız var. Daha başka şeyler de var onlarda. Çok insanlarda görüyorum bunu. Çağımızın insanı tedirgindir. Çağımızın insanı ne istediğini bilmediği için değil, ne istediğini bilecek duruma, gelemediği, gelişmediği için tedirgindir. Demişler ki daha öncekiler, koymuşlar ki şöyle yasalar… eh bunlar en iyisidir, yapılanın en iyisidir söylenenin ve herkes bunlara uyarak yaşamasını sürdürüyor, o halde biz de katılalım bu akışa hiçbir şeyi araştırmadan öncekilerin koydukları imkansızlıkları zorlamadan. İşte bunlar yaratıyor tedirginliği. İnsanlar ikiye bölmüşler kendilerini. Bir yanda ruhları var, duyguları var, yaşananı her zaman canlı tutan ve kişiyi idare eden varlıklarını duyuran merkezler var. Bir yanda da etler var.  Et depoları var. İşte kişiler birinci bölmede olanları kullanmaz olmuşlar artık. Betondan duvarlar örmüşler. (Ne korkunç şey en önemli yanını mahkum etmek! Ya da o yana hiç bilmemek o beton duvarları hiç görememek ve gördüğü halde yıkamamak!) Şimdi ikinci bölümdekilerle yaşıyorlar. Tek yönlü yaşam sıkıyor, onları bunalıyorlar. (Bunalmaların makine dünyasındaki büyük gürültülerin arasında yaşamaktan, iktisadi düzensizliklerin kişilerdeki korkunç etkisinden gelen bir yanı var. O ayrı.) Ve araştırmıyorlar bunların nedenini. İçlerine dönseler, eksikliklerin, boşlukların kaynaklarını arasalar, o beton duvarları zorlasalar, tamamlasalar kendilerini. Ama burada şöyle bir soru gelebilir akla. İnsan bu bilince nasıl varacak? İnsanı bu bilince vardırmak, tam insan yapma imkanlarını ortaya koymak yöneticilerin işi değil midir? Binlerce yıldan beri bu bilince varan yöneticiler gelmediği, hiçbir zaman kişiyi asıl değerini verme çabasına girişmedikleri için böyle oluyor. Daha kim bilir ne kadar beklenecek. Daha kim bilir, ne kadar insanların çoğu et olarak yaşayacaklar et olarak düşünecekler, et pazarları kuracaklar… İşte bunlar var o seslerde. Onların da resmini çekiyorum.

O bir merdivenden bol ışıklı ve bol çalgılı yerlere çıkmayı anlatan ve seni var eden kahkahaların resmini çekiyorum.

Karar vermekle vermemek arasındaki bocalayışlarının, o işkence anlarının resimlerini çekiyorum. Niçin bu kadar kötü şeyler var bizde? Niçin cinayetlere engel olunmuyor? Niçin yeryüzünün bütün bıçakçıları bizleri öldürecek bıçaklar yapıyor? Biliyor musun? Mübeccelim biliyor musun benim kırmızı düğmem, içimdeki dolaşmaları sürdürdüğüm sırada önüme çıkanlar gördüklerim boğuyor beni. Boğuluyorum ama kaçmıyorum. Korkmuyorum. Korkak değilim. İyice tanıyacağım cinayetlerimi, acılarımı. Bildiğim ve her zaman kullandığım ne kadar çekmece varsa içindekileri belki de gözümden kaçmıştır. Belki de gözümden kaçtığını sandığın bir yere karışmıştır diye yeniden arayacağım. Yeniden öğreneceğim. Daha önceden bulduklarımı yeniden anlamlandıracağım. Sonra öteki çekmeceleri karıştıracağım…Biliyorum ki daha benden çok şeyler gizleyen, hatta girmemem için tel örgülerle çevrilmiş, binlerce çekmece var. Ne çıkacak ne bulacağım diye korktuğum yok. Ben yok muyum? Kendini tanımaktan niye korkayım?

Ama genelde tuhaf geliyor bana bunlar Mübeccel çok tuhaf.

İşte durdum şimdi. Bütün çektirdiğim resimleri karıştırdım, dağıttım. Sonra birisini aldım baktım. Sensin. Bir başkasına aldığım. Sensin Bir başkasını daha. Gene sen? Ve sonra hemen bir plak koydum. Seni söylüyor. Seni söyleyecek çünkü sensin plaktaki… Bir şey diyecektim. Tam bu sırada ama unuttum. Yalandı da ondan unuttu deme. Senle yalan olabilir mi? Sen durmadan çalan telefonlar gibi içindesin. Hayır, hayır, bu da değil. (Telefonlar bazen çok hüzünlü çalar. Hele açılmamaya karar verilmişse… Ama senin telefonlarını canlı. Hep açılacak gibi hep açılan.) İçimdesin elbet. Resimlerini duvarlarına astığımız söyledim. Evlerimde oturttuğunu söyledim. Gözlerimdesin elbet. Ağzımdasın elbet. Başka bir şey diyeceğim. Belki de bu değil ama söyleyeyim yine beni yaşıyor musun, ben var mıyım her parçanda?

Ha buldum.

Seni seviyorum diyecektim.

Seni seviyorum Mübeccel

Muzaffer…

MÜBECCEL İZMİRLİ'NİN BUYRUKÇU'A MEKTUBU

22.9.1961

Sorsan eğer, neden böyle olduğumu bilemem, Şaka değil, gerçekten bilmiyorum. Veyahut ta o şeyin, böyle olmam için yeterli olmıyacağı kanısına saplanıp kalıyorum. Kararsızım, huzursuzum, yazamıyorum, okuyamıyorum, düşünemiyorum da…Düşüncelerimden kaçıyorum. Düşüncelerden kaçılmaz derler. Ne garip bende onu yapıyorum oysaki.  Her şeyle birlikte düşüncelerimden kaçmasını da beceriyorum. Kaçamadığım bir şey var sadece: C an sıkıntısı…İçimde, ellerimde, gözlerimde, bende, hasılı devamlı bir uyuşukluk, hiç değişmeyecek bir uyurgezer hali sürüp gid en. Ben neyim? Evet ben neyim? Durumum nasıl, ned en ve niçin böyle olduğunu düşünme d en önceki kimliğimi soruyorum. Öğrenmeliyim bunu. Ancak bundan sonra ötekilere bir karşılık arıyabilirim. Kimbilir, bulabilirim belki de…

Belki de bu hale düşenlerin çoğu O’nu sorumlu bildiler. Ona yöneldiler, çare aradılar ondan, yalvardılar, istediler, sahip oldular belki. En mühimi, sorunun o olduğunu bildiler. Aşktan bahsediyorum tabii. Hani şu sevi, tutku diye başka başka isimlerle çağırıkları şeyden. Halbuki bu hale düşmemin bütün nedeni. O olabilir mi? Neden ona yönelmek? Neden O’nu sorumlu bilmek?  Ama ne d en, neden istemek, yalvarmak hele? Anlamalıyız ki sahip olduğumuz zamanda o bizim değildir, asla bizim olmayacak. Asıl sorun bu. Verebiliyor muyuz bunun cevabını? Geç dostum! Oysaki birçokları “o benim oldu”diye sevinirler, mutlu olduklarını sanırlar, gurur da duyarlar. Çocuksu umutlar, sevinmeler uzar gider.

Ama çocuksuz dedim işte. Onları mutlu kılan şeylerin çocuksu olduğunu neden bilinmez? Biliyorum saçma düşünceler bunlar. Kim bilir, doğanın başladığı çağdan bu yana milyonlarca kişi hep buna benzer duyularla düşünülerle ezeli sırrı çözmeye nasıl uğraştılar? Belki de hep aynı şeyleri belki de başka buluşları koydular önlerine. Belki yetti bazısına. Bazısı hâlâ çaresizlikleri cevap bulamamanın tedirginliğine ağlıyor. Biliyorum, değişmeyecek hiçbir şey sonsuza değin. Ben tenden ayrı, ellerden, gözlerden, dudaklardan ayrı, yani bedeninden ayrı olan varlığın yani var dedikleri için değil, varlığını zaman zaman bizzat duyduğumuz şeyin kimliğine. Sahip olmanın şüpheli gerçeği üzerinde duruyorum. Böyle bir gerçek var mı? Varsa ne kadar gerçektir? Evet, en doğrusu bu işte. “Kimliğine sahip olmanın şüpheli gerçeği” dedim. Bunu derken de inanmışım zaten sahip olmanın bütün olarak alınamayacağına. Böyle olunca nasıl bizim olduğunu iddia edebilir? O şeyin ve en kötüsü en kötüsü nasıl mutlu olunabilir ondan yana doğru mu? O’na yönelmek sadece onun sorumlu bilmek. Bence kendimize dönmeliyiz evvela. Her şeyi bizde başlayıp bizde bitiyor. İnsanoğlu çözülmeyecek, ezeli bir sorun. İç dünyasında durmadan çözülmeler, daralmalar bitmeler, yeniden var olmalar ve us’un çaresiz kaldığı bir sürü doğasal değişmeler sürüp giderken, hatta onun tek sorun gibi göründüğü hallerde bile yalnız aşkı suçlamak nasıl doğru olur?

Dağınıklığım bilmiyorum. Halbuki “kendimizi tanımanın” birçok nedenlere karşılık ve ortam olabileceğini söylemek istemiştim en sonu. Şimdi bunun da yetersiz olduğunu gördüm.

Dağınık olmak. Bu senin tarifidir. Senden öğrendim bunu. Kelime olarak değil, ama bir anlam gibi. Birçok ölüm olumsuz iç hallerinin toptan ve en güzel anlatımı gibi. Sen kendini oturup sonsuza değin en etkili söylemişler davranışı davranışlar içinde vermeye kalksan bile hiçbir zaman istediğin gibi yapamayacağın şeyi bu bir tek kelimede ne güzel toplarsın. “Bugün dağınıkım yine” dediğin sabahlar görürüm seni. Hem öyle bir söylersin ki bunu eminim başka insanlara söylesen onlar da görürler benim gördüğümü. Hatta gözleri görmese, işitmemiş olsalar veya duyuları ağaçtan olsa bile… Sararmış yüzün, uykusuz geçen bir gecenin anlamını veren yorgun yüzün. Arada gençliğine açıktan birkaç yıl ekler gibi derinleşen çizgiler seni bu tarif kadar güzel anlatamaz. Gömleğini yıkanmamış oluşu. Ütüsüz pantolonun ve tıraşsız yüzün de seni “dağınık olmak” kadar eksiksiz söyleyemez. Ben de öyleyim işte. Dağınıklığım kaç sabahtır? sabahı gelmeyen kaç akşamdan beri. Sen bazen “ hayatımda bu kadar yerinde içilmemiş bir sigaranın az olduğundan” bahsedersin. Ben de diyeceğim ki hiçbir söyleyiş, hiçbir anlatış şimdi bu “dağınık olmak” deyimi kadar beni anlatamazdı. Yazık. İkimize ait olmasaydı bu cümle, bütün çaresiz insanlara sebil ederdim kullansınlar diye. Kullansınlar ve boşalsınlar diye. Çünkü ben dağınık olduğunu söylerken bile değişiyorum. Ferahlamıyorum belki ama bir şeyi bilmenin kararsızlığı kalkıyor üzerimden. Bilinmezliklere değil dağınıklığa çare düşünüyorum. Tabii çare olmadığını unuttuğum için için arada bir.

Senden kaçtığımı biliyorsun? Yooo aşk deme hemen. Rica ederim. Ona yükleme. Bunu basit insanlar yapar. Kolay seven kolay çözülen canlılar. Düşünen bir kişisin sen? Sorunu genişletmek lazım. Ya korktuğum ya bıktığım için böyle yaptığımı zannedebilir misin? Üstelik senin dünyan zengindir, büyüktür, sonsuza değin uzar. Dilediğin gibi dolaşır, nefes alıp davranışlar yaparsın. Oraya tek başına hükmedecek oraya tek başıma yönetecek kadar güçlüsün. Orada olup biten her şeyi senin için açıktır, bellidir, süzgecinden geçmiştir.

Ben senin dünyana bir gök taşı gibi belki bilinmeyen bir sebeple belki tesadüfen geldim. Beni gördün, duydun, işittin. Dokundun bana. Okudun beni ve öğrendin niceliğimi. Tam olmasa bile çok şey çıkardım kimliğimden. Şimdi hal böyle olunca “ya korkuyor ya da duygularında aldandı” diyemezsin. Her ne kadar senin dünyana uyan ve orada soluk alabilecek kimyavi  değişikliğe uğramadan yaşayabilecek bir yapım varsa da. Ben madem ki oraya bir göktaşı gibi başka dünyalardan geldim. Senin yine bilemeyeceğim birtakım özelliklerim olmalı, değil mi? İşte bu bilemeyeceğin şeyleri göz önüne alarak bu kaçışa kendince belli nedenler vermemeye daha fazla bilinmezlikler üzerinde durmaya çalışmalısın. Yani “üzerinde durmak istiyorsan” demek istediğim tabii. Aslında beni kaçtığım yerde bırakmanı ve bunun içinde katiyen üzülmeni istiyorum ben.

 Evet neydi diye inkar etmeli o duygunun varlığını? Senin için çok güzel bir şeyler duyduğum gerçek. Çok acı, çok üzücü bir şeyler yaşadığım da gerçek. Ama korkmuyorum yok, hayır! Bu kaçışa büyük bir korku, büyük bir acı, büyük bir umutsuzluk yüklemek bunları neden olarak görmek doğru değil. Acı ve hüzünlerle, Sevi ve mutluluk yan yana yürüdüler içimde, hâlâ da öyle. Ama kaçışıma sebeb bunlar değil. Daha başka. Bilmiyorum. Tam isim veremediğim. Ama düşünce süzgecine yakalanmış gibi görünce başka değişik bir şeyler var. Halbuki başlarken sadece duygu yönünden yürümüştü m. Yeter geldi, hatta yetişti de uzun bir süre. Sonra gide gide  düşünceler, o güzel şeyi kavramaya başlayınca, o güzel şeyin varlığından demeyeceğim ama gücünden, bütünlüğünden ilk defa şüphe ettim. Mademki düşüncelerin ona yaklaşmasına izin veriyorum, yahut karşı koyamıyorum. O şey bende yüceliği ile tamlığı ile yaşamıyor demek yahut yerleşmemiş demek. Hani sen onun tanımını yaparken “aşk duyguların düşünceye hakimi oluşudur.” dememiş miydin? Sen bana eğer doğruysa ki, o şeyi o kadar güzel pürüzsüz duygularında olduğu gibi tam olarak verirken benim bütünlüğünden kuşku duyarak sana uzattığım şey seni mutlu edebilir mi? Seni etse bile beni edebilir mi? Belki kuşku duyduğum şeylerin hiçbiri doğru değil. Belki bunlar benim biraz değişik var oluşumdan doğan garip atsız yerini bulamamış vehimlerdir. Belki sen bunlara daha doğru karşılıklar bulacaksın bulabilirsin. Yoo gücenemezsin bana. Senin için o güzel şeyi duymamış olmakla suçlayamazsın beni. Bilirsin çünkü. Yaşarsın beni sen. Bunları söylüyorum diye bütün öteki kolay insanların düş kırıklıklarını duymadan önce bu vehimlere eğilmem lazım gelmez mi? Eğer bu eğiliş sonunda onların belli nedenlere dayanan gerçekler olduğuna sen de inanırsan o zaman bırakmaktan çekilmekten başka ne yapılabilir bilmem?

Birbirimiz için bir şeyler duyduk belki? Halbuki bak ne kadar sakiniz şimdi sen belki de hiç de sakin olamadığını, sessizliğin ardında anlatılmaz gürültüler koptuğunu, darmadağın olduğunu söyleyeceksin yine. Ben de öyleyim, dağınıkım, darmadağın hem. Ama bak dayanabiliyoruz pekâlâ. Bütün acılar, büyük gözyaşları, büyük savaşlar kopmuyor. Sonunu hesaplamadan atılışlar, dolu dizgin gitmeler, yıkmalar, yapmalar, darmadağın olmalar, ateşe vermeler, birçok şeye yeniden başlamaları olmuyor. Bunların yanında ince ince içe işleyen hüzünler var. Mutluluğu gürültüsüz patırtıssız ama daha bir derinden sarsan, karartan, yitiren bir şeyler var. Daha anlamlı belki. Yazık ki bütün bunlar O şeyin yüce anlamını vermekten çok uzak. Büyük acılar, büyük gözyaşları büyük savaşlar kopmalı aslında. Sonunu hesaplamadan atılışlar, dolu dizgin gitmeler olmalı. Kurallar çiğnenmeli, yasalara baş kaldırılmalı. Bunların hepsi o şeyin sınırlarını zorlamayan olaylardır. O şeyi yapan niteliklerdir. O’dur aslında bütün bunlar. Halbuki biz ne yapıyoruz dostum? Bütün canlılar gibi yaşamaktan başka.

Işte tarife sığmaz hüzünler içindeyim. Ama sensizliğe dayanıyorum da. Seni görmek için güç sarf etmiyorum. Parmağımı bile kıpırdattığım yok, ağlamıyorum. Halbuki ben o şey için ne kadar güzel ağlamasını bilirim. Sonra bu halimde sinsi, hain, kötü bir rahatsızlık da var gibi. Ne tuhaf… oysa ki seni özlüyorum, düşünüyorum seni, istiyorum, tedirgin oluyorum huzursuzluğun başlıyor yokluğunla. Ama bütün bunlara dur diyebiliyorum. Hem biliyorum, sen de öylesin, özledin beni düşünüyorsun istiyorsun, tedirgin oluyorsun yokluğumla. Huzursuzluğun başlıyor. Acı duyuyor musun bilmem ama senin oluşunda bir adamın bu halden mutluluk duyduğu söylenemez. Ne var ki sen de benim gibisin, benim yaptığımı yapıyorsun. Beni görmek için parmağını bile kıpırdattığın yok. Kim bilir belki çocukça bir hevesle, bir inatla senin olan tarafımı zorlamak istiyorsun. Zorlamak ve beni böylece sana gelmeyi zorunlu kılmak. Belki merak ettiğim için bekliyorsun sadece. Ne olacağını bilmediğin için bir müddet beklemeyi uygun buluyorsun belki de… Belki de tıpkı benim gibi acı olsa bile gerçeğin yine de bu olması böyle olması lazım geldiğini düşünüyorsun. Bunun için zorlanıyorsun duygularını. Evet, haklısın, haklıyım. Ayağımızı köstekleyen, ellerimizi zincirlerden şeyleri görmemek olmuyor. Bunlar da var hesapta. Yaşamı istediğimiz gibi değiştirip sürdüremeyeceğimizi biliyoruz. Düşünceye dayanıyor, ister istemez O şey! Eh böyle olunca O şeyin gücünden, bütünlüğünden şüphe etmek gerekmiyor mu? Demek ki bütünüyle sahip olamıyoruz ona. Böyle eksik kırık ve yarım taraflarıyla da O her şeyi demek olmuyor. Hem bana öyle geliyor ki o bütünüyle var olsa bile yine de her şey demek olmayacak. Gözyaşı dökmek acı duymak lazım. Ama kişiler sevdiklerinin kaybına, birbirlerinde yitirdiklerini, yahut bulamadıklarını, sandıkları yüce tutkulara değil, asıl o şeyin yetersizliğine o şeyin kaderini ağlasalar daha iyi olmaz mı?

Mübeccel

 ****

6.10.1961

Mübeccel

“Ben, nerde acıların bin çeşidi içinde yataklar seren, acılardan evlerinde oturan, acılarından şehirlerde dolaşan, soluğu, gülmesi, sözü acı olan birisi varsa o benim diyecektim sana. Ben… evet kendini bir tek benzetmenin içine sığdırmak istemeyen, kendini parçalara bölen, kendini dağıtan, ezen, çürütmek isteyen ben; nerede çiğnenen biri varsa oyum. Nerede dövülen birisi varsa oyum. Nerede aldatılan, hep aldatılan, tek başına bırakılarak üzerine bütün yaşamı boyunca yalnızlık yağmurları yağdırılan birisi varsa işte oyum ben. Nerede, bırakıp kaçılan belki de çok değersiz görünen bir davranışa ya da ışıklara ve bir duyguya karışarak gelen sese değişilerek bırakılıp kaçılan birisi varsa oyum ben. (Bırakıp kaçamam ben. Çünkü bırakıp kaçmak bırakılana saplanan bir bıçaktır, cinayet çeşitlerinden birisidir. Ben şiddete, cinayetlere karşı olan birisiyim. Ben kişilerdeki parçalamaları bencilliklerin buyruğuna uyarak hazırlayanlara karşıyım… Bir korku gibi dikiliyorum onların önüne. Ben onlara her zaman ateş eden bir silahım. Belki de bütün yaşamı boyunca aldanmaları aradığı için aldanan ya da hep aldandığını sanan birisiyim. Ben aldatmadım kimseyi. Aldatamam kimseyi. Ben  nerede, sahip olduğum  anda o mutlu o bütün yaratıklarda ve doğada sarsıntıların durduğu yalnız sahip olanla olunanın türkülerinin söylendiği, şiirlerinin yazıldığı o  anda sahip olunan tarafından bir görüntüye ya da o andan üstün tuttuğu, üstün tutmaya zorlandığı bir davranışa değişilerek sahip olanın  kayalıklara itildiği  ve gene  yalnız bırakıldığı ve gene  korkunç gecelere, korkunç mağaralara atıldığını sanan değil, duyan yaşayan biri varsa oyum ben… Ben nerede bütün isteklerimi yerine getirmem için çalışmam suç mu diyen, mutluluğu suda, çamurda, ateşte ve bir çizgide görüp istemem, mutluluk mutluluk diye bağırmam suç mu diyen, dilindeki bütün sözcükleri atarak sadece o sihirli seni seviyorum sözcüğünü kullanmak istemem suç mu diye bağıran biri varsa oyum. Ben korkan, ben ağlayan, hem ıslak hem kuru ağlıyorum. Bir ağlama var ki içimdedir, dışa vuran ağlama ona yetmediği için  derinlerde sürüyor o da. Niçin diye sorma? Belki nedeni yok. Belki de sana şu şu nedenlerden dolayı diyemeyeceğim. Şu nedenler desem bile onlar için ağlanır mı acaba? Onları başka bir yere yerleştirmek düşüncesi çıkmaz mı ortaya? Ve benim ağlamanın saçmalığı. Boşluğu üzerinde durulmaz mı? Ağlama var. Bütün gerçek bu. Bütün çeşmelerin birden alıyor. Akıyor sular. Bulanık çamurlu. Kan akıyor. Götürüyor, beni çarpa çarpa dağıta dağıta. Kendi sularımızın götürdüğü bir ceset gibiyim. Hiçbir şey konuşmak istemediğim kimseyi görmek bir şey işitmek istemediğim için. Sesimi çıkartmıyorum bunun için işte.

Sessiz, seslerini yitirmiş bir dünyanın içindeyim. Durmuş büzülmüş, belki de bir köşede ölmeyi. Öyle basit bir ölüme değil ama. Kendini bıçakla parçalayarak ya da üstüne benzin döküp ateşleyerek yanmayı varlığının her parçasında duyarak ölmeyi geçiren bir insan var. O sessizliğin içinde. İçimde ses yok ışık yok. Kış var. Kocaman kocaman soğuklar. Titriyorum içimde ısınamıyorum bir türlü. Oysa ne kadar çok ateşler yanıyor, ne kadar çok güneşler koşuşturup duruyor sıcaklığıyla. Ama dönüyorum ben. Yavaş yavaş donuyorum ve biraz da istiyorum donmayı. Karşı koymak istemiyorum, karşı koyabilir miyim? Mümkün mü bu? Soğuklar beni eline geçirmişse? Soluklar beni en güzel yaşamaları götürüyorsa niçin karşı çıkayım? Hayır, hayır, bana soğuk gerekir. Bana şey gerekir. Ne gerekir bana? Bana belki de bu duruma ses çıkarmadan yaşamak gerekir. Bana tedirginliğimi çoğaltmak gerekir. Tedirginliğin temellerinin derinlerini kazmak gerekir. Katılıyorum. Dinliyorum, aşağılara doğru kazıyorum. Bilmediğim topraklara rastlıyorum. Oraları kazıyorum. Bildiğim her zaman benimle olan kayalıklar la karşılaşıyorum. Vuruyorum kazmayı. Yeni kayalıklar. Parçalıyorum kayalıkları kırıyorum dağıtıyorum. Her zaman kullanabilmek için her yönde görebilmek için çoğu atıyorum. Daha derinlere iniyorum, vuruyorum kazmayı. Çamurlu sularla karşılaşıyorum. Bu sınırın üstüne atıyorum temeli. Hızla örüyorum. Sipsivri kule gibi bir şey çıkıyor ortaya. Penceresiz kapısız aralıksız yapıyorum. Ve bu hiçbir şey göstermeyen içinde var olanın bilinmediği yapıya giriyorum. Oradayım şimdi. İşte sana bunları söylemek istiyordum. Sabah sabah gördüğüm iki dakikalık süre içinde doyamadım diyecektim. Niçin bakıyorsun yüzüme? dediğin zaman sorunun sende neden belirdiğini söyleyecektim. Kalbimin, hızlı hızlı atışını her atışta yaşadığım senin değişik her değişikliğin getirdiği etkileri söyleyecektim. Senin her an bir duyguya sarılarak gelişini daha yanıma yaklaşır, yaklaşmaz, çevremle olan ilgilerinin nasıl birden koptuğunu ve parçalarımı nasıl sana yönelip kapılarını açtığını söyleyecektim. Kırgınlıklar getiren istekliler getiren mutluluklar getiren seni söyleyecektim. İlle o çizgiye vardıktan sonra seninle konuşmak istemiyordum. Kırmak istemiyordum.

Ben yabancı mı oldum sende artık. Sen de beni tutan. Sen de belki de sen farkına varmadan girip yaşayan ve beni sende canlı tutan şeyler. Onlar sana adamı iletiyor. Onlar sana sözlerimi getiriyor. Onlar sana benden gelen bir anneyi gösteriyor. Senin çok başka çevrelerden gelen ve her zaman güçlü yaşayan kuvvetlerince ezilmiş. Yok edilmişler miydi? Edilmişlerdi, yok edilmişlerdi de korkutulmuş çok dikenli köşelere. Yani benim yaşadığım köşelerini sürükleyin işlerdi. Buradan mı geliyor diye yabancıların? Anlattın, gerçi bana inanmam gerekiyor sana inanıyorum senin sözlerine inanıyorum. Çünkü aksini söyleyecek belgelerim yok elimde. İnanıyorum ama niçin başka bir şey değil de kimsiniz çıktı? Orada başka bir şey söylememi istiyordu. Korktuğunu anlattığından çok ayrı. Bunu sana söylediğin şimdiye kadar hiç tanımadığı bir deneyin olduğunu ne olursa kim olursa olsun hatta anne bile kimsiniz demek zorunda olduğunu. İşte bunu bildirmeniz istiyordum.

Gitmiştin Benim veremeyeceğimi. Benden hiçbir zaman alamayacaklarını aramaya gitmişti. Burada var, biraz ileride var daha öte de var diyenlerle birlikte gitmişti. Peki böyle düşünen birinin aranmasını beklenmesi ile de kendini değerli bütün kaynaklar üzerinde taşıyan bir toprak parçası gibi görmesi anlamsız değil mi sence? Neydi arıyordum ki?

TELEFONDA SÖYLEYEMEDİKLERİM 3

28.10.1961 /  İstanbul

Mübeccel,

“Saat onikiydi, seni aradı…” İşte Ülkü’nün dediği. Bu sözlerde ne var ki duyar duymaz altüst etti beni?( senin adını, sesini duyunca hep böyle oluyorum) Belki de ben, o iyi olmıyan iç durumumdan çok uzaklara, yani rahatlıklara götürecek bir şey söylendi ve ben yok oldum, kırıldım, bittim. İşte bunları her zaman yaşadığım için bir ses duyunca irkiliyorum. Bir gün senden de gelir böyle bir(şey) ve yok olurum o zaman, bilinmez. İstemiyorum bunu bir yandan ama, böyle düşünmeme de   engel olamıyorum. Kuşkulardan sıyrıldım sonra. (Aranmanın) karşısına sevinçlerimi koydum. Ar anmak, adımın birisinin anılar dolu içinden çıkarılarak dudaklara iliştirilmesi ve seslenmek bulunmaz bir şey. Birisini seni yaşaması, birinin varlığında yer tutman…Mektuplar geliyordu askerde. Ahmeeeet diye bağırırlardı. Ahmet koşardı mektuba yüzünde sevinç kırışıklıklarıyla. Kimine seslenmezlerdi. O sevinçli seslerden, davranışlardan yayılan bir karanlığın içinde boğulur giderdi. Bin kere karanlığı yaşardı o.  Ben de yaşadığı o karanlığı. Aranmak güzel şey. Hele iç içe yaşadığımız bir varlık tarafından olursa. Arandığım için sevindim. Ama hemen ardından acı gibi bir şey sevinci çiğneyerek dikildi karşıma. (Acı sözcüğünü o kadar çok kullanıyorum ki…kimi zaman kızıyorum kendime sanki başka sözcüklerle o duygu anlatılamazmış gibi. Düşündüm de bende yaşıyan sözcüklerin başında acı, mutsuzluk, korku yer alıyor. Onları bir türlü kendilerine verdikleri bu yüksek yerden ayırıp sıradan sözcüklerine arasına koyamadım, basit bir sözcük kimliği veremedim. Oysa istiyorum, istiyorum ama yapamıyorum. Sonra g ene düşünüyorum ki gerçeklerim değişmedikçe b en bunlarsız da yapabileceğim bir duruma geçmeyince bu sözcükler hep birinci Sıralarda dolaşıp duracaklar. Oysa acı sözcüğünü kullanmadan Acıyı anlatmak en güzeli. Beceriksizim demek. Birtakım sözcüklere boyun eğitmek zorunda kalıyorum demek…) Bir şey düştü içime o zaman? Niçin o anda bulunmadım? Kızdın, suç bendeymiş gibi kendimi. Oysa biliyordum ki bir süre sonra, yani saat üçten sonra konuşabileceğim seninle. Ama niçin aradığın zaman yoktu? Niçin arayacağını kestiremedim? Niçin yok bu yanım? Niçin verilmemiş eksik bırakılmış? Biliyorum ki oradasın. Seninle konuşmak için araçlar var var değil mi araçlar? Araçları ben yapmadım, birileri yapmış kişileri birbirlerine yakın etmek için. Zamandan kazanmak için yapmışlar. Bu davranışlardan insanlara verilen değer çıkıyor. Yapmışlar, insanları birbirlerine yakın etmek için ama bunların yanı başında kocaman kocaman engeller de dikmişler. Yasalar koymuşlar. Onların istediği vakit solumak... Ben o saatten önce konuşmak istiyorum seninle. Konuşursam ne olur? Bir sürü kafalar ve ağızlar birden çalışmaya başlayacak. Tel örgüleri getirecekler, tankları getirecekler, gözlerini kör eden ışıklar getirecekler ve sen o korkunç gürültülerin arasında boğulacaksın, duymayacaksın, beni durmayacaklar. “Siz mi efendim diyeceksin?” “Sen’e” hem muhtaç olduğum bir sırada. Hani insanlara değer veriliyordu. Bir yandan yapılıyor, bir yandan yıkılıyor. Şu sonuç çıkıyor ortaya.: Insanlar korkunç bir şuursuzluk içinde. Birbirine uymayan davranışların dengesizliği içinde. Ne yapar kişi bu durumda nasıl Yaşar? Şaşırıyorum, elimde yetki olsa ve bir ülke kurabilecek kadar bir toprak parçası bulabilsem. Birtakım korkulardan, yasaklardan, baskılardan uzak kişileri birçok şeylere boyun eğdirmeyen, kişileri küçültmeyen bir düzen kurabileceğimiz sanıyorum. Orada (saat üçten sonra) bir ayırma olmayacak. Ah, öyle bir yetkim olsa bir Mübeccel bulabilsem öyle bir toprağı neler yapmazdım. Yalanı sokmadım oraya. İki türlü davranışları sokmazdım, aldatmaları, istemedikleri halde birbirlerinin dostluklarını bozmak zorunda kalan insanları bu duruma düşüren nedenleri sokmazdım. Mübeccel seviyorum seni.

Konuşacağım, seninle biliyorum. Ama hayır, ille o anı yaşamanın kaybı. Dikkat ediyorum da, ben hep o kayıplardan, acılardan, mutsuzluktan söz ediyorum. Aslında bunu bunların hepsi bende olan ve olmayan kayıplar demektir. Hepsi varlığındaki yaşantımızdaki boşluklar, eksiklikler demektir. Yoksa yoksa Mübeccel b en mi kaybolacağım yakında. Bu kayıplı sözcükler büyük sonuca hazırlandıkları, daha doğrusu büyük sonucu hazırladıkları için mi hep kendi varlıklarından söz ettiriyorlar? Yoksa kayıp mı olacağım ben? Yoksa bu kocaman anlamlı sözcükler ben varken benim aracılığımla isteklerini kavuşmak istedikleri için mi zorlayıp duruyorlar beni? Bir an önce içimden çıkarmamı mı,  bir an önce tutsaklıktan kurtarmamı mı istiyorlar?  Birer ülke bulmamı istiyorlar kendilerini. Sonucu biliyorlar demek ki. Onun için acele ediyorlar. Onun için sık sık hatırlatıyorlar kendilerini ve başka sözcükleri çiğneyerek öne geçiyorlar. Benim çok kısa bir süre sonra kaybolacağını biliyorlar demek. Onun için bu kısa süre içinde yalnız kendileriyle ilgilenmemesi istiyorlar. Bunları nereden çıkardın? Saçmalama daha o kadar gençsin ki diyebilirsin. Hatta benim diyeceğimi, tasavvur ettiğim bu sözleri ben biraz değiştirerek kendime de söylüyorum. Budalalık yapma, 33 yaşında bir insan ölümü düşünür mü? Hele o bir sanatçı oysa? Yeryüzünü birçok. Kollarla bağlıysa. Çok şık çok şeyler yapabilme gücü taşıyorsa ve daha kendine verilmesi gereken birçok şeyleri almak için savaşıyor sa. Ve bir gün alacağına inanıyorsa? Dur bakalım daha çok sular akacak. Çok kahkahalar açacak dudaklarda. Ve daha çok pek çok sözler söylenecek dünyaya senin ağzından. Bir şeye inanmayan, bir şey yapabilme gücü olmayan ölür, ama sen?

Öyle diyorum kendime.

Daha çok öfkeleneceğim, bağıracağım, konuşacağım diyorum ama hemen ardından yalanlıyorum bu dediklerimi. Konuşamayacağını diyorum, istediklerimi yapamayacağım, bitiremeyeceğim çok şeyi diyorum. Birçok şeyleri- bir süre benimle birlikte yürüdükten sonra- ben gelmeden nasıl varsalar? gene öyle olacaklar. Kopacaklar benden. Ben aslında yüzyıllardır sürüp giden o sonsuz koşuya katılan küçük bir koşucuyum. Koştum, koştum ve bittim. Saçmalama Muzaffer, saçmalama. Gerçeği söylüyorum. Ne söyledimse burada söylenmesi gereken şeylerdi. Onun için diyorum ki saçma değil, söylediklerim. Hem saçma ne? Mantığınıza uymayan bir davranış, alışkanlıklarımızın karşısına dikilen bir söz dizisine gösterilen tepki değil mi? Çoğu gerçekleri biz saçmalıklardan çıkarıp almıyor muyuz? Kimi zaman saçmayı çok seviyorum. Bulunca içine giriyorum ve rahatlıyorum. Onun ölçüsüzlüğüne, yasasızlığına uyguluyorum davranışlarımı. Ama anlatmak istediğim. (kaybolma sorunu? Başka bir şey. Öteden beri bende bir (Ölüm oyunu) yaşar durur. O hep yaşayıp durduğu için de elde ettiğim en küçük bir mutlulukta bile pencereleri açarak hatırlatır kendini. Konuşurken,” Ben çok yaşamam” diyorum. Sonra araştırıyorum. Bu tür düşünce bende neden sık sık kendini gösteriyor? Her yandan kuşatıldığım, çıkar yol bulamadığım bir sırada bu durumu en iyi yansıtan en iyi açıklayan olduğu için mi geliyor (ölüm)? Bana, en doğru davranış kendine koşmam olduğunu mu anlatmak istiyor? Kaçmak istemem, başka başka yolları denemek istemem asıl kurtuluşun nerede olduğunu bilemememden mi geliyor? “Erken öleceğim ben” demem benim hem kalabalıklardan çok ayrı olduğumu hem de onların yaptıklarına dayanamayacak kadar güçsüz olduğumu belirtmiyor mu? Bak, sana kısa bir hikaye anlatacağım: Köydeydim. Bahçemizin sınırında böğürtlenler ve daha başka bitkiler karanlığına gizlenmiş, içinde yengeçler, kurbağalar olan bir su vardı. Köyün çeşmelerine su buradan giderdi. Tam ortalık karardığı köy donmuş bir sessizliğe gömüldüğü sırada su almaya yollardı annem beni ama hep o saatlerde yollardı. (Çünkü ben kırlarda öküz atlatmaktan o saate dönerdim) Ve annem “hadi su al!” dediği zaman titremeye başlardım korkudan. Ama korkak damgasını yememek için titrediğini hissettirmezdim. Evden yirmi metre ötedeydi. Ama ben bir mil öteye gitmiş gibi yorgunluk duyardım. Suya yaklaşırken böğürtlenlerin yapraklarına ve dikenli dallarını akmış karanlığın canlılar gibi soluduğunu o zamana kadar hareketsiz olan kümenin kımıldadığını ve üstüme yürüdüğünü görürdüm. “Şimdi öleceğim.” diyordum.” Şimdi boğacaklar beni.” Çalılar, büyür, sular kabarır, kurbağalar ve öteki yaratıklar canlı, ellerini içime uzatmış birer.” Ölüm” olurlardı. Kaçamazdım. Dururdum öyle büyülenmiş gibi. Bağırmak isterdim, ağlamak isterdim, korkuyu içimden atmak, ölümüm varlığına inanmamak isterdim ama bunlar birer istekti. Kıpırdayamıyordum. Eriyordum. Ölümü görür gibi oluyordum. Bana anlatılan. Cadılı, devli masalları, kanlı hikayeleri, geceleri mezarlardan çıkıp dolaşan ölüleri, haksız yere öldürüldüğü için durmadan inleyen ağlar gibi sesler çıkaran kimselerin sürü serüvenlerini görüyordum o kümede.” İki saattir ne yapıyorsun, orada su bekliyorum!” Seslenişini duyar duymaz anamın sıyrılırdım o havadan koşa koşa ölümün ayak seslerini duyarak arkamdan eve girerdim. Ter içinde kalırdım. Çözülürdüm. Yemek yemezdim. O karanlık köşe her gece düşümdeydi. Bu kadar tekrarlanan ama her tekrarlandığında daha çok korkular getiren bir düş hatırlamıyorum. İki yıl böyle sürdü…İşte o ölüm düşüncesi o yıllardan mı kaldı bende bilmiyorum… Ama bir gün bile uzaklaştıramadım. Hep yanımda, hep içimde…İnsanın bir anda edindiği ve o an geçer geçmez gitmesini istediği öyle şeyler var ki. Olmuyor ama. O bir kere doğuyor, varlığımızı karışıyor ve bir daha hiç kıpırdamadan bizimle birlikte sürükleniyor? Anılar, korkular, öfkeler daha başka şeyler de böyle değil mi? Şimdi de yazarken sana Mübeccel, az sonra soluklarını tükenecekmiş, bir daha seni hiç göremeyecekmişim gibi geliyor bana. Sinirlerim gergin. Hasta mıyım yoksa? Boğulur gibiyim. Yığılıp kalacağım neredeyse. Bıraktım yazmayı. Masaya dayadım başıma bir süre. Kalbimin hızlı hızlı atışını duyuyorum. Olabilir diyorum. Bir saniye içinde bitebilir her şey. Bir saniye içinde bitmeyecek mi sanki? Sonucu mademki biliyorum öyleyse niye telaşlanıyorum, direnmek gibi boş bir çaba harcıyorum. Ölürüm ve hiçbir şey duymam. Şimdi ben de korkular uyandıran ölmemeye zorlayan şeyler, benim yaşamımı kendi çıkarları için kullanmak isteyen duygular düşüncelerdir. Onlar dayatıyor…sonra kaldırdım masadan başımı. Gene yazıyorum…Aldırma. Aldırma Mübeccel. Arada bana böyle nöbetler gelir. Şimdi saat üçü bekliyorum. O saate kadar bu karışıklık sürecek. Ondan sonra da bakalım neler olacak. Ya bu durumda kalacağım ya da kurtulacağım.

………………..

Üçe daha vakit var. Senin bana ne söylemek istediğini düşünüyorum. Yeni bir karar almış olmayasın gene? Bu verdiğin karar beni içinden   ve çevrenden söküp atmak için verilmesin sakın= Biliyorum, b öyle yaparken haklısın sen, çok haklısın hem de. Biliyorum. Bazı kararları mecbur olduğun için veriyorsun. İstemiyerek, sıkılarak, bir takım şeyleri yitirmeyi göze alarak, içindeki sana karşı koyan seslere  ”hayır” diyerek veriyorsun. Ne olursa olsun bu kararların dışında görmek istiyorum kendimi gene. İhtiyacım var sana. Seviyorum s eni Mübeccel. Benimle konuştuğun zaman yaşatan, mahkûm etmeyen Mübeccel’e ihtiyacım var. Seviyorum seni Mübeccel. Beni besliyorsun sen, beni doyuruyorsun. O gücü buldum sende. Peki ama beni yaşatan sıcaklığın kararlarına nasıl-haklısın- derim. Benim için aldığın ve alacağın bütün kararlarda haksızsın. Söylüyorum bunu.

Sonra -o geceyi- daha doğrusu benim düşündüğüm geceyi yaşayabilme fırsatının yaratılması için ısrar edecektim. Aklımdan bunu geçiriyordum. Senden alacağım karşılığı (o sert bir karşı koymanın dili olan-olmaz-ları duyacağımı) bildiğim halde ısrar etmek istiyordum. Korkuyorsun, biliyorum. Bu korku sende eskidir, bunu da biliyorum. Soluklarında korkular var biliyorum. Hep öyle korkulu korkulu bakıyorsun çevreye, korkulu korkulu uzatıyorsun ellerini… Biliyorum. (Bendeki-ölüm-sorunu gibi) o korku sana şimdidiye dek kimbilir nelere mal oldu? Ama karşı koymaya, içimizde gittikçe çoğalan o zararlı şeylere içimizden söküp atacak yollar aramaya mecbur değil miyiz? Yeryüzünde *korku- diye bir şey olduğuna göre-korkulara- da mecburuz. Bir de genel korkular var, onlar ayrı. Özel korkulardan bahsediyorum. Bizleri şimdilik ilgilendiren bunlardır. Sendeki korku bir davranıştan sevilmeyen, istenmeyen bir kişinin davranışından doğmuştur. Ama o kişi olmadığına ve s ende bu çok kötü parçayı bırakarak kim bilir kimlere yeni korkular vermek için gittiğine gör, artık senden de çekilmesi gerekmez mi? Yaşıyorsa hala-ki yaşıyor, biliyorum-b unun suçlusu biraz da sensin. Onunla ilgilenmedin, onun la hesaplaşmayı düşünmedin, doğduğu anda getirdiklerini daha da genişleterek sende yaşamasına müsaade ettin. Gerçi yukarda o bir kere bize karıştı mı yaşantımız boyunca sürüklenip gidiyor diye bir şeyler aymalıyız hayatımızdan. Bak, bak, bak diyeceksin şimdi, beni kandırmak için sözü nerelere getiriyor? İnan oyun oynamıyorum. Zararlı şeylerden kurtulmamızı istiyorum. Hepsi bu.

Ayrıca seni istediğim bir gerçek. Bunu davranışlarımdan da çıkartabilirsin. Ama senin-olmazların-karşısında (korkular seni baskı altında tuttukları için böyle diyorsun) isteklerim çıktıkları yerlere dönüyorlar parçalanmış olarak. Sen olmaz diyorsun ben olur diyorum. Ben ne yapacağım peki? Ben hep uzaktan mı bakacağım sana kırlara bakar gibi. Kırlarda dolaşmayacak mıyım?

Saat üç. Telefon ediyorum. Heyecanlıyım. Kalbim duracak gibi. Tam seninle konuşurken durmalı…”Alo!Alo!Alo! Ne oldu, Muzaffer…”demelisin

----------

Sevmedim bu mektubu.

Sanki sana değil de kendime yazmışım gibi.

Senin

Muzaffer.

 

NOT: Bu mektubu senin bana-Allahaısmarladık-demek istediğin bir sabah yazmıştım. Sonra anladık ki -Allahaısmaradık-demek bir meseleyi halletmeyecek, kaldırdık bu yolculukta kullanılan dumanlı ve tuzlu sözleri aradan. İşte öyle bir günde yazılmış bir mektup. Tarih atmamışım. Çarşamba mı, Perşembe mi? Adı olmayan bir gün mü, bilmiyorum. Yalnız ortada bir gerçek var: O sabah senden aldıklarım ve bu mektuba koyduklarım.

…Seni güleryüzlü göreceğimi sanmıyordum. Biliyordum ki, o tanışmadan önceki gülme olmayacaktı yüzünde ve ben gördüğüm zaman o anda doğan ve yarınlara bağlanan umutları yaşayacaktım. O gülüş olmayacaktı. O gülüş ellerimizi birleştirinceye kadar sürmüştü. Sonra, sonra başka gülüşler edindik. İkimiz de kızdıran, ikimizi de hüzünlendiren gülüşler bulmuştuk. Anlamlar doluydu artık. Gülersek, gülüşlerimizi söyleyemediğimiz bir söz, beceremediğimiz bir davranışı anlatabilmek için kullanıyorduk…İşte o ilk gülüşü göreceğimi sanmıyordum. Ama -bizim olan- gülüşümüzü görecektim. Yoktu. Başın öndeydi. Kırık dallar gibiydin. Benimle konuşmak istemediğini sezmiştim. Hatta o yokuşun yokuş olduğunu fark etmeden yürüdüğünü de sezmiştim. Nasıl oldum, nasıl kaybettim kendimi, anlatamam! Ama kızmadım sana. Niye kızayım, sen tutsaktın içindeki hiçbir zaman susmayan hep karışıklığa çıkartmak isteyen olayların elinde. Belki de onlarla savaşıyordun. Bir kapı arıyordun kendine. Anlamam gerekiyordu. Ben de yaşamıştım bu savaşları ben de yaşıyordum. Ben de tutsaktım.

Geçtin…

Hiç bakmadan yüzüme geçtin. “Allahaısmarladık” gibi gördüm bu geçişini. Gitmeyeyim dedim yanına. Belki de gerçekten beni görmek istemiyordun. Belki de birkaç gün hiç görmek istemeyecek dedim, onu ta ki o tutsağı olduğu  olaylardan kurtuluncaya kadar rahat bırakmalıyım dedim. Yapamadım sonra Mübeccel, yapamadım sonra Mübeccelim.- İnanmazsın bile- yapamadım. Görmeliydim seni, sormalıydım sana bir şey. Korka korka sokuldum. Sen değildin karşımda duran. Bir kadındı. Ama sen değildin. İlgisizdin. Her şeyden kopmuştun. İşte belki o zaman asıl sendin. Belki o zaman benim göremediğim, benim dışımdaki sendin. Acaba her şeyden kopmuş muydun yoksa kopamamanın sancılarını mı çekiyordun? “Kimseyi görmek istemiyorum” dedin. “Hiç kimseyi kızgınım sana bu böyle olmayacak” dedin. Şaşırmıştım, Anlamadım. Hayır, gerçekten anlamadım. Ne ne olmayacak? ne yapmıştım da ne olmayacaktı? Düşündüm, düşündüm, yoktu bir şey. Yoksa şu birkaç gün önce başlayan serüvende, bana verilen yerin çok fazla mı olduğunu söylemek istiyordun? Ben olmamalıydım hiçbir yerde? Ben, sendeki hiçbir yere girmeye, hiçbir yerde solumaya izinli değil miydim? Çevrende, gözlerinde, dudaklarında olmamalı mıydı? Ne yapmıştım sana? Durdum bir süre (Hepimizin vardır.) Bütün odalarımı karıştırdım. Bütün o eski, geldikleri zaman uyandırdıkları tiksintiyi hala sürdüren suçlar arasında, taze taze, ama korkunç bir suç aradım. Yoktu Mübeccel. Ben sana…Yoktu gerçekten…Gözlerine bakmam suç muydu? Sana hiç kimseye söylemediğimi söylemek istemem suç muydu? Yanında olmak istemem suç muydu? Bunlara -suç- adı verilmezdi ama bunlar bana göre suç değildi. Belki de sen asıl bunlara suç diyordun. Bilmiyorum.

“Niçin benden çok şey istedin? Daha ne istiyorsun? Yanımda olman yetmez miydi? Niçin zorladım beni?” diyordun. Bağırıyordun. Evet, evet, bağırıyordun. Susuyordum ben. Susmam gerekiyordu. Her şey (sus) diyordu bana. Ama gene de “Ben senden fazla bir şey istemedim ki.” dedim. “Mutluyum ben.”

“Hayır, mutlu değilsin. Zorlama kendini gidiyorum.” Dedin, yürüdün gittin. Sahiden gittin. Sahiden . Vurulmuş gibi oldum. Dönüverdi her şey. Hiçbir şey düşünemedim. Orhan Kemal'i gördüm az aşağıda. “Yanınızdan iki kere geçtim, görmediniz dedi gülerek geçip gitti. Yüzümden bir şey anlamasını, bir şey sormasını istiyordum. Yok, yok diyecektim. Hiçbir şey olmadı diyecektim. Yok, yok diyecektim, hiçbir şey olmadı diyecektim. Yok, yok, yok hayır. Bir şey olmadı. Hayır, hayır bir şey olmadı. Ne olabilir ki? Hayır.

Buraya kadar yazılmış.

 Gerçekedebiyat.com

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
IIS 10.0 Detailed Error - 403.501 - Forbidden

HTTP Error 403.501 - Forbidden

You do not have permission to view this directory or page.

Most likely causes:

  • This is a generic 403 error and means the authenticated user is not authorized to view the page.

Things you can try:

  • Create a tracing rule to track failed requests for this HTTP status code. For more information about creating a tracing rule for failed requests, click here.

Detailed Error Information:

Module   IIS Web Core
Notification   Unknown
Handler   ASPClassic
Error Code   0x00000000
Requested URL   https://api.haberpanelim.com:443/haberler.asp?domain=https://www.gercekedebiyat.com&t=1685926217
Physical Path   C:\Inetpub\vhosts\api.haberpanelim.com\httpdocs\haberler.asp
Logon Method   Not yet determined
Logon User   Not yet determined

More Information:

This generic 403 error means that the authenticated user is not authorized to use the requested resource. A substatus code in the IIS log files should indicate the reason for the 403 error. If a substatus code does not exist, use the steps above to gather more information about the source of the error.

View more information »

GÜNÜN KARİKATÜRÜ TÜMÜ
Karikatürler