Gündemde 'ölüm' var / Vahap Erdoğdu
Amerika dünya mahkûmlarının yüzde 25’ini hapishanelerinde tutuyor. Hapishaneler özelleştiriliyor. Hapishanelerin dolu olmaları gerek. Devlet en az 20 yıl yüzde 90 doluluk oranını garanti ediyor. Biz de gitmediğimiz yolları ve geçmediğimiz köprüleri garanti emiyor muyuz? Günde bir (yılda 400-500) suç...
Ölçümlere göre, evren 13,77 milyar yaşında. İnsanın gelişim tarihi, ateşi bulduğu, taştan âlet yaptığı, yabanıl hayvanlar arsında geçirdiği 340 bin yıl öteye gidiyor. İkisi arasında oran, 40000 kat. Ne de bebek insanoğlu? Bebeklik evresinden kurtulup, çocukluk çağına sıçrayacak fırsatı bulabilecek mi? İnsanoğlu yarattığı teknolojik ilerlemelerle övünüp duruyor! Yarattığı “yapay zekâ"larla insan zekâsına gerek kalmayacakmış! Robotlar yaşamın her yanına egemen olacakmış! İnsanoğlu yan gelip yatacakmış! Aklıma dünya otomotiv sanayinin dev merkezi, neredeyse, hayalet şehre dönüşen, Boston’daki işlerini robotlara devreden işçiler geldi! İşsizlikten bunalıma giren olmalı! O zaman zekâsına, emeğine gereksinme duyulmayan âdemoğluna ne gerek var? İLO’ya göre, dünya işgücünün yarıya yakını, 2.9 milyar insanı emek dışı bırakacak meydan okumalar var. Haydi biraz daha robot! Doğa işlevsizliği kaldırmaz! İşlevsizliği yok der. “Ölümdür” onun adı! Nazım, “Ne ölümden korkmak ayıp / Ne de düşünmek ölümü!” demiş. Öte yandan, ulaştığı bilimsel ve teknolojik ilerlemeye şişinip duruyor insanoğlu. Bir yıldan beri ölüm saçan bir virüsle baş edemiyor. Hepimizi “tutsak” etti! Üstelik virüs de canlı olmayan, bir tür robot. Dahası kendini yeniden yaratan, yaşadığı ortama göre mutasyona uğrayan “akıllı” bir yaratık! İnsanoğlu kaçıyor, o kovalıyor! “Ölüm” biz “ölümlüler”in gerçekliğini yaşayamayacağı bir düşüncedir, en korkutucu düşünce! Gerçekliğini deneyimleyemediğimiz bir düşünce, gerçekleştiğinde, “hiçleşen” bir düşünce! Ama korkunun ecele faydası yok. Bir adımız da "ölümlüler"dir. İnsan “ölüm gerçekliği”nin bilincinde bir yaratıktır. Doğada “ölüm”,“hareketsizliktir”. Ölür ise, “can” ölür, “gövde” ölesi değil. Can uçunca bedenden, geldiği yere gövde geri döner. Deri içerisinde şekillenmiş olan gövdeyi oluşturan elementler, yeni bir oluşum için, deriyi aşarak toprağa karışır. “Ölüm” insanın insan olarak maddi varlığının "yok olması"dır. Tam da bu nedenle, “ölüm gerçekliği”nden çok, “ölüm korkusu” öne çıkıyor. "Ölüm" bir düşünce olarak zihnimizde yerleşmiş olmasına karşın, biz bu korkuyu hep gündemde tutuyoruz. Urug Kralı Gılgamış, “ölümsüzleşmek” için yollara düşmüş, diyar diyar dolaşmıştı. Sonunda deniz dibinden çıkardığı “gençlik otu”nu yılana kaptırmıştı! Antik çağın “ölümsüz” tanrıları yok artık. İyi ki de yoklar! Bugün dünya tek bir tanrıya yetmiyor. Ya Gılgamış Dede kaptırmamış olsaydı o otu? Nicolurdu halımız? Bugün yaşayanlar olarak sayımız 8 milyar dolaylarında. 107 milyar insan da ölmüş! Ölmemiş olsaydılar, bugün 120 milyar insanın yanında, kaç dünya gerekirdi ya da kaç evren? Sorun Nüfusçulara. Ölümün farkındalığı, insanın varoluşu olgusunu yanında taşıyor. Ölüm, varoluşun bir armağan olduğunu kavramaktır. Ama din ölümü yaşamın “devamı” olarak algılamış hep. Bu algılamanın dinlerin doğuşundaki payı büyük. Yaşam topraktan gelir ve yine toprağa döner. Kim ister ölümü? Ama yaşamayı sevmek yetmez, niçin yaşadığını bilmek gerek. Einstein, “başkaları için yaşanmamış olan yaşam, yaşam değildir” demiş. O başkaları içerisinde miyim? Kendi payıma, az da olsa, kendime ayrılandan payım düşeni alabildim sanısındayım. Stephen Hawking Amerikalı teorik fizikçi Leonard Mlodinow’a “felçli olmaktan memnuniyet duygusu taşıyorum, çünkü bu sayede çalışmalarıma daha çok yoğunlaşıyorum” demişti. Oysa resmini ilk gördüğümde, onun adına ne de çok hayıflanmıştım! Bakıcısı hemşirenin onu dövdüğünü duyduğumda, ne denli “çaresiz” ve “mutsuz” olduğunu düşünmüştüm! 21 yaşındayken Hawking, hastalığına tanı konulduğunda, doktorlar ona iki yıl ömür biçmişler. 76 yıl yaşadı. Ne de iyi etmiş! O 76 yaşına “evreni” değil,“evrenleri” sığdırmıştı! Yaşdaşları arasında,“mahallesini” sığdıranlar çoktular! Ben de onlardan biriydim! Onunla yaşamlarını değiştirmek isteyen kaç kişi vardır şu dünyada? Kendi payıma o kadar cesur değilim! Kendimi salonda tekerlekli sandelyeyle okumadan, yazmadan dolaşır bulunca, aklıma o geldi. Başladım düşünceye, saçmalamış da olsam, başıma sorular üşüşmeye başladı, yanıtlarıyla birlikte. 2006’da internette ortaya bir soru attı Hawking: “Siyasal, toplumsal ve çevresel kaos içindeki bir dünyada, insan soyu nasıl bir başka 100 yıl daha varlığını sürdürebilir?” sorusuna, “Yanıtını bilmiyorum. Bu konuda insanları düşündürmek, yüzyüze kaldığımız tehlikelerin farkındalığı için bu soruyu sordum”diye açıklık getirdi. On beş yıl olmuş bu uyarı yapılalı! Kaç kişi ayırdında? Hawking Dünyadaki yaşamın, beklenmedik bir nükleer savaş, genetiği değiştirmiş bir virüs, küresel ısınma, yada insanlığın henüz aklına getirmediği başka tehlikeler yüzünden risk altında olduğunu söylemişti. Hawking, “önümüzdeki 1000 yıl içersinde nükleer bir çatışma yada çevresel bir felâketin Dünyayı felce uğratacağının kaçınılmaz olduğunu görüyorum” diyor, ve bir “gökcisim çarpışmasının” gezegenimiz için en büyük tehdit olduğunu da gözden uzak tutmuyordu. “Güçsüzleştik, dışarıdan gelen her türlü tehdide karşı savunmasız kaldık- vesvese ve kuruntu yaşam duygularımızı sarmaladı. Bizi sürükleyen artık yaşamın coşkuları değil; korku-belirsiz bir gelecek korkusu. İnsanlar kanser kuşkusuyla, kalp hastalıkları kuşkusuyla - ve her türeden bulaşık kuşkusuyla yaşıyor– ve bu korku, dış tehditlere açık”. 2011 de bir konferansta Hawking “felsefenin öldüğünü” söyledi. Felsefecilerin “bilimdeki modern gelişmelere ayak uyduramadıklarına” ve bilim adamlarının “bilgiye ulaşmamızda buluşlarımızın aydınlatıcı fenerinin taşıyıcıları olduklarına” inandığını söylüyordu. Felsefi sorunların, özellikle “bizi yeni ve çok farklı görünümüne ve oradaki yerimize” ilişkin yeni kuramlara bilim yoluyla yanıt bulunabileceğini söylüyordu. Anımsadığım kadarıyla Kant felsefeyi çocuklarla başlatır. Çünkü felsefe soru sorar ve sorulara yanıt arar; maddi dünyayı yorumlar. Marx dahasını söyler: Filozof dünyayı sadece yorumlamaz ayrıca değiştirir. İnsan dünyayı değiştirirken kendisini de değiştirir. Felsefesiz bilim olmaz, bilimsiz felsefe olmaz. Hey Koca Adam! Bak çocuklar sokaklarda koşuşturuyorlar! Hawking ateistti ve “evrenin bilim yasalarıyla yönetildiğine” inanıyordu. “Otoriteye dayalı dinle, gözlem ve akıla dayalı bilim arasında temel bir fark vardır.” Bilim kazanacaktır çünkü işlemektedir. Ona göre yaşam, “beyin onu canlı tutan ögelerin durmasıyla, çalışmasını durduracak olan bir bilgisayardır.” Ölümden sonrası kavramı, “karanlıktan korkanlara bir peri masalıdır”. “Her birimiz istediğimize inanmakta özgürüz ama bana göre en yalın ifade, Tanrının derin bir anlayışa götürüyor. Herhalde cennet yok ve ölüm sonrası da yok. Evrenin bu büyük düzenlenmesini değerlendirecek tek bir yaşamımız var, tam da bu nedenle, son derece müteşekkirim.” Çoğu insan için ne tedirgin edici bir yargı! Diyanet İşleri Başkanımız hiç de öyle düşünmüyor! Ona göre, “ahiret inancı olmayan insandan her türlü kötülük beklenir”miş! İşte “kötülüğün” örneği, Hawking! Başkan, yaşamı “yalan dünya” olarak algılıyor. Bu yaklaşım, ölümü cennet ve cehennem kavramlarıyla ölümsüzleştirmektir. O makama oturtulmasının nedeni bu. Nedeni bu da, bu yargısını bir başına kaldığında, sorguladı mı ki? Hiç sanmıyorum! Bilebildiğim kadarıyla, tek tanrılı dinlerdeki temel farklılık, “ölüme” yaklaşımlarıdır. Bu bağlamda, İslamiyet yarışı başta götürüyor. MK kurucusu, Hassan Al-Banna, özgün bir ölüm tutkusunu getirdi İslâm'a. Biraderlerin bu özelliği, 1990’lar ve sonrasında Al Kaide ve Hamas gibi Selefi jihatçı ve radikal islâmcı grupların yaygınlaşmasıyla, Sünni islamcı terrorist örgütlerin tümünün dayanağı haline geldi. Pek çok yönüyle, Al-Banna’ın Sünni İslamcı ölüm kült’ü, On ikinci yüzyılda Haçlı Seferleri sırasında islamcı haşhaşin ya da cani katiller, ölüm kültünün yeniden canlanmasıydı! Kaldı ki, o “katiller”, Alamut’un zirvesinde, cenneti yeryüzüne taşıma sevdalılarıydılar. Al-Banna buna, “Ölüm Sanatı”, (fann al-mawt) yada "Ölüm Sanattır", (al-mawtfann) diyordu. Yandaşlarına bunun şerefle ödüllendirilecek Kuran’a dayalı kutsal bir şehadet olduğunu telkin etmektedir. “Hedefimiz Allah, Önderimiz Peygamber, Anayasamız Kurandır; Yolumuz cihaddır, Allah yolunda ölmek en yüce dileğimizdir.” “Zafer ancak “Ölüm Sanatı”na vakıf olmakla gelir. Yeni halifeliğin gerçekleşmesi yolunda savaşarak şehit olmak, bu yaşamdan öteki yaşama adım atmanın en kısa ve kolay yoludur.” Oysa tanrılar “ölmemiz” için değil, “yaşamamamız” için “varlar”! “İklim değişimi, karşı karşıya olduğumuz en büyük tehlike, şimdiden bir şeyler yaparsak, önleyebiliriz. Bu güzel gezegenimize önlenebilir çevresel tahribat, doğal dünyayı bizim ve çocuklarız için tehlikeye atıyor. Bu gidiş Dünyayı 250 derece sıcaklığıyla, sülfürik asit yağmurunun gerçekleştiği Venüse dönüştürebilecektir.” İnsanı öteki canlılardan ayıran önemli bir şey de, “kendi varlığının farkında olmasıdır.” Bu varlık, evrenin çok küçük bir parçasının bir deri içinde ayrılmasıdır. O deri ne denli içine sakladığı kişiliği dış dünyadan ayrı tutsa da, bulunduğu çevresinden yalıtılması olanaksızdır. Ama deri içine sokulmuş aynı çevredeki başka insanlardan algılanabilen farklılığı, görünüşündeki farklılık kadardır. Bu farklılığı vurgulamak için ona bir ad verilir. Hiç kuşkusuz, çevrenin insanı oluşturduğu kadar, insan da fiziksel ve toplumsal çevresini, giderek daha bilinçli olarak, fazla etkiler. Barınağını kendisi yapar, yiyeceğini kendisi çeşitlendirir, giysisini kendisi hazırlar, ulaşımını, eğitimini, sağlıklı olma olanaklarını, yeteneklerini kendisi geliştirir. İnsan soyu, bilinen zaman içerisinde önemli sayılabilecek, fark edilebilir genetik değişimler geçirmemiştir. Ama mağara döneminden buyana, bin kuşak sonra. Özellikle de sağlık açısında insan genetiğine yerleşmiş dayanıklılıklar oluşmuş olduğunu söyleyen uzmanlar az değil. Being Mortal (Ölümlü Olmak) adlı yapıtında Atul Gawande, modern eczacılık yaşlılar yada ölüme yakın insanlar için yanlış donanımlanmıştır, diyor. Bunun nedeni tıp dünyasının yaşamda en önemli şey konusunda yanlış bir görüşe sahip olması değil, buna ilişkin, “neredeyse hiç görüşünün olmamasıdır”. Gawande yanılıyor. Eczacılığın bir görüşü var. Bu, yaşamı sürdürebilir kılmaktır. Eczacılığın yaşama ilişkin görüşü, En iyisi, Dünyada daha uzun kalmaktır. Şehitlik kendini feda etmektir. Şehit kendisi için en değeli olan yaşamını, davasının gerçekleşeceği umuduyla, vermeye hazırdır. Bizi insanlığa bağlayan budur. Ama ilâç, değişim ve çürüme karşısında güvelik sunmaya çalışır. Amaç, hastayı onarmak ve yaşamını uzatmaktır. İlâcın yaşama ilişkin bakışı, hiçbir şeyi terk etmememiz konusundaki inancı pekiştirmektir. Değişime, ölüme direnç tavrına katkıda bulunmaktır. Gerçekliği olduğu gibi bilmiyoruz. Değişime direniş, kayıplar ve fedakârlık dünyayla olan ilişkimizi çarpıtıyor: bu benliği her şeyin merkezine koyan bir tutumu öngörür. Yaşamla ölümün aynı görüngünün bölümleri olduğu yerine, birbirlerinden ayrılabilen, yükseksen derece ters olduğu yolunda, yanlış kanımız vardır. Acı çekme, daha az acı çekmemizi sağlayan kabul edebileceğimiz değişimi dışavurduğunda yapıcıdır. Gawande modern eczacılığın ölümlülükle yüzleşecek araçlarla donatmadığını kabul edemiyor, çünkü tabiatında var olan yaşamı uzatma duruşu, bir ölümü yadsımadır, ve bu haliyle yaşamın yadsınmasıdır. Hep böyle olmamıştık. Geçmişin kültürleri artsmoriendi, ölümün sanatını yaşıyorlardı. Ölümün farkındalığını ve iyi bir ölümün üstesinden nasıl gelineceğini öğrenmişlerdi. Ölme sanatı yaşama sanatıdır. Ölümü kabul etme ve iyi bir ölüm yolunu izleme, diriliği pekiştirir, çünkü bizi dünyevi uyuşukluktan uzaklaştırır. Onlar yaşamın dağınıklığını anlamışlardı. Yaşarken ölüm ve yaşama ilişkin açık, zorlu konuşmalar olmalıdır. Bu olmayan derin anlamlar üzerine çılgınca arayışlar değildir. Daha çok kendimize ve başkalarına sabır ve şevkat demektir. Kimileri yanlış olarak, ölümle barışmanın yolunun yaşama son vermek olduğuna inanır. Bu sanal savaştan vazgeçmek olarak görülür. Gene de sormadığımız bir şeydir bu, ama bize bahşedilmiş olsa da fark etmez. Bardo Thödol, Ölümün Tibet Kitabı (The Tibetan Book of the Dead), ölüme hazırlanmaktan daha acil bir görev yok diyor bize. Bunun en iyisini de Zen Üstad Bunan Zenji söylüyor: Yaşıyorken öl, Sufiler “ölmeden evvel ölmek gerek!” dediler. Bu bir sanal bilinmezdir. Bu insanoğlunu bilinçli yada bilinçsiz, meşgul etmiştir. Savaşın, şiddetin, dinin, sanatın, aşkın ve uygarlığın kökünde bu var. İyi ve kötü, güzel ve çirkin, niçin kaybetmeyi değil, kazanmayı, kalmayı değil geçmeyi, ölümü değil, “sürdürmeyi” severiz. Eğlendiriciliği kadar acı verici. Onsuz onu düşünürken kaybolduğumuzu duyumsasak bile kaybolurduk. Toplumlar ölüm karşısında hep birbirlerine bağlı halklar olagelmişlerdir. Halklar yalnızca fiziksel varlıklar değil, geçmişi ve geleceği düşünebilen ve imgeleyen simgesel yaratıklar olduklarına göre, toplumlar, işi yalnızca halkı fiziksel olarak değil, simgesel olarak da koruyan gerekli efsanevî simge sistemleridir. Kimi zaman bu koruma, halkı yaşayan-ölüm içerisine kilitleyen yapay korkularla rehine olarak tutan şantajcıların sahte korumasıdır. Böylece ölüm, bu çok güçlü imgesel düşünce ve var olmayan bu gerçeklik ona ilişkin söyleyeceğimiz her şeyin toplumu kimin kontrol ettiğine bağlı olarak, iyiliğine yada kötülüğüne kullanılabilen bir gizem olarak kullanılabilir. Ölüm, Demokles’in Kılıcı gibi, yaşam üzerinde pamuk ipliğiyle asılı duran, insanoğlunun kafaya taktığı büyük korkudur. İnsanoğlu zamanının büyük bir bölümünü bu korkuya üstün gelmeye harcamıştır. Stephan Hawking 2014 yılında, yapay aklın bir nükleer savaşı başlatabilecek özerk bir konuma gelebileceği uyarısında bulunmuştu. Eğer öyleyse, “yaşasın ölüm!” İnsanoğlu zihinsel tembelliğe yatkındır, düşünmeyi başkalarına bırakmak ister. İnsanın düşünmeye ayırdığı zaman azaldıkça, kendi geleceğini o ölçüde tehlikeye atmış olur. 1944’te George Orwell bir makalesinde şu saptamaları yapmıştı: “Modern insanın duygularına bağlı modern güce tapma bağımlılığı, burada ve şimdi yaşanılmakta olan yaşamın tek yaşam olduğu konusunda çok az şüphesi vardır. Eğer ölüm her şeyin sonuysa, yenilmiş olsan da, doğru olduğuna inanmak daha da zorlaşır… Diyebilirim ki, kişisel ölümsüzlük inancının yokolması, makine uygarlığının yükselmesi kadar önemli olmuştu. “Parti salt kendisi için iktidar peşindedir. Başkalarının iyiliği bizi ilgilendirmiyor, bizi ilgilendiren tek şey, güçtür, gücün kendisidir…Biz geçmişin oligarşilerinden ne yaptığımızı bildiğimiz için, farklıyız. Bütün ötekiler bize benzeyenler bile, ikiyüzlü ve korkaktılar…Biliyoruz ki hiç kimse, iktidarı geri vermek için ele geçirmez.İktidar araç değil, amaçtır. Kimse bir devrimi güvence altına almak için diktatörlük kurmaz, diktatörlüğü kurmak için devrim yapar. Zulmün amacı zulümdür. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı iktidardır.” (George Orwell, 1984.) Tarihçi Milton Mayer, Özgür Olduklarını Sanıyorlardı, Almanlar, 1933-45, Anladıklarında Çok Geçti adlı kitabında, “Herkesin gözden kaçırdığı şey, 1933’ten sonra, halkla hükümet arasındaki boşluğun giderek büyümesiydi”. Nazilerin, “halkın hükümeti” oldukları, “gerçek demokrasi”yi getirdikleri, sivil savunma birimlerine katılmaları, oy vermeleri, halkla hükümetin birbirlerine yakın oldukları demek değildi. Gizli polis, toplama kampları, resmi Yahudi düşmanlığı, basından ve kulaktan kulağa duyulmasına karşın, büyük bir çoğunluk Nazizm lehinde oy kullanıyordu. “Alman halkının büyük çoğunluğunun onu desteklediği” gerçeğini yadsımak olanaksızdı. Yolum Berlin’e düştüğünde, Sachsenhausen Berlin’e 35 km. uzaklıkta bulunan Ornienburg bölgesinde konuşlanmış Toplama Kampına gittiğimde, şaşkınlıklarım arasında kentin açık, düz ve geniş bir alanın konuşturulmuş olmasıydı! Bakımlı, alımlı evler kampı çevrelemişti. Kamp görevlilerinin evleri. Alanı orta yerinde projektörlerle aydınlatan yüksek bir sütun dikilmiş. Özel günlerde azlı bir komünist yada ünlü bir Yahudinin cesedi halka gösteriliyordu. Bizde de benzer bir gelenek vardı. Tellallar salınır, halk akşamdan şölen yerine çağrılır. Halkımız akşamdan köftesini, sarmasını hazırlar, Güneş doğmadan, kumanyasıyla, alanda yerini alır. Güneş doğduğunda, alanda, boynunda fermanı, sallanan bir kişi tek başınadır! Yarım yüzyıl sonra, ünlü bir Alman tarihçisinin eşi, ikisi de Nazi partisi üyesi değildiler, şöyle diyordu: “Bir bütün olarak herkes memnundu… O sürede verimli ve olumlu olarak yaşayanlar yüzde seksenden az değildi. Bizim için de güzel yıllardı. Çok güzel yıllardı, o yıllar.” Konforundan bir şey kaybetmediği sürece, banka hesapları dolgunluğunu sürdürdükçe, kendisine karşı ayırımcılık uygulanmadığı, kovuşturma açılmadığı, aç bırakılmadığı, dövülmediği, kurşunlanmadığı, soyulmadığı, hapsedilmediği ve köle emeğine dönüştürülmediği sürece, hayat tatlıydı. "Burda olanlar sürprizlerle yönetilmek, kasıtlı olarak alınan gizli kararlardan haberdar olmak, durumun karmaşıklığı nedeniyle, halkın anlayamayacağı, halk anlamasa da, ulusal güvenlik nedeniyle açıklanamayacak öylesine tehlikeli bilgiler üzerine hükümetin hareket etmek zorunda kaldığına inanarak, halkın farkında olmadan, yavaş yavaş alıştırılmasıydı. Ve Hitler’le özdeşleşme duygusu, ona duyulan güven, bu açığın daha da açılmasını kolaylaştırdı ve bu durumlardan endişe duyanların güven kazanmasını sağladı. “Hükümetin halktan ayrılması, aradaki açıklığın genişlemesi, öylesine yavaş, öylesine fark ettirilmeden gerçekleşti ki, her adım (belki de bilmeyerek) geçici acil durum önlemleri olarak ya da gerçek yurtseverce bağlılıkla birlikte yada gerçek toplumsal amaçlı olarak gizlendi. Her türden bunalımlar ve reformlar (gerçek reformlar da) halkı öylesine meşgul ediyordu ki, altta yürüten yavaşlatılmış hareketin, hükümeti giderek daha da uzaklaştığının farkına varamıyordu. “Yaşamımın üst orta sınıf Alman yaşamı olduğunu söylersem anlarsın. Beni ilgilendiren de buydu. Bir akademisyendim ve bir uzmandım. Bir anda üniversite, toplantılar, konferanslar, röportajlar, törenler ve daha da önemlisi doldurulacak evraklar, raporlar, bibliyografyalar, listeler, anketler gibi yeni konumlara çekildiğinde, kendimi her türlü yeni faaliyetlerin içinde buldum. Bütün bunların üstünde, topluluğun karşılanması gereken, o zamana dek olmayan yada önemsiz, talepleri vardı. Elbette insanın gerçekten yapmak istediği işinin başından gelip tüm enerjisini tüketen bu şeylerle uğraşması deli saçmasıydı. Temel şeyleri düşünmemenin ne denli kolay olduğu görülebilir. Dostum fırıncı “düşünmeye zaman yoktu. O kadar çok şey oluyordu ki” diyordu. "Fırıncı dostun haklıydı dedi” arkadaşım. Diktatörlük ve bütün olanlar salt oyalamak içindi. Aslında düşünmek istemeyen halkın düşünmemesine bir bahaneydi. Senin “küçük adamın” yada fırıncı dostundan söz etmiyorum, kendi arkadaşlarımdan ve kendimden, eğitimlilerden söz ediyorum. Çoğumuz temel şeyler konusunda düşünmek istemedik, hep böyleydik. Buna gerek yoktu. Nazizm bize düşüneceğimiz korkutucu, temel şeyler verdi–saygın insanlardık- bizi sürekli değişimler ve “krizler”le meşgul etti ki, içerde ve dışarıda “ulusal düşmanların” entrikalarıyla öylesine büyülenmiştik ki, etrafımızda yavaş yavaş gelişen o korkunç şeyleri düşünmeye zaman bulamıyorduk. Sanırım onları bilinçaltında tutmaktan memnunduk. Kim düşünmek ister ki? "Bu sürecin içerisinde yaşamak, geliştirme fırsatı bulmadığımız çoğumuzdan çok daha yüksek siyasal farkındalık, zekâ sahibi olmadıkça, buna kesinlikle dikkat emek olanaksızdır. Her adım o kadar küçük, o kadar önemsiz, o kadar iyi açıklanıyor yada, bir çiftçinin tarlasına ektiği ekinin gün be gün büyüdüğünü fark etmemesi gibi. daha başından beri bütün süreçten bağımsız olduğunuz sürece. Gün gelir boyunu aşar o ekin. Sıradan insanlar arasında, hatta oldukça eğitim görmüş sıradan insanlar arasında, bundan sakınmak mümkün mü? Şimdi bile mümkün görmüyorum. Çok, çok kez, bütün bunlardan sonra, Principiisobsta Finemrespice- ‘Başında diren’ ve ‘Sonunu hesapla’ sözleri üzerinde düşündüm durdum. Ama direnmek için sonunu öngörmek, yada başını da görmek gerekiyordu. Çünkü, hem “baş” sonun habercisiydi, hem de “son”, daha o zaman başın haberini vermişti! "Senin ‘küçük adamların’ vermiştir! Nazi dostların ilke olarak Nasyonal Sosyalizme karşı değillerdi. Benim gibi, daha iyi bildiğimizden değil, daha iyi olarak algıladığımızdan ötürü suçumuz daha ağır. Papaz Niemöller, Naziler komünistlere saldırdıklarında pek rahatsız olmamış, kılını kıpırdatmamıştı. Çünkü kendisi komünist değildi, ardından sosyalistlere saldırdılar fazla tedirgin olmadı, gene tepki vermedi çünkü sosyalist değildi. Derken okullara, basına, Yahudilere saldırdılar, saldırılar sürdürüldükçe, rahatsızlığı artıyordu ama gene bir şey yapmıyordu. Kiliseye saldırdılar ve kendisi bir kilise adamıydı, bir şeyler yapmak istedi ama artık çok geçti. Papaz Niemöller benim gibi binlercesinin adına konuşuyordu. “Biliyor musun insan nereye yöneleceğini, nasıl hareket edeceğini göremiyor. İnan ki bu gerçek. Her davranış, her durum bir öncekinden daha kötü, ama birazcık daha kötüydü. Sen hep bir sonrakini bekliyorsun. Büyük sarsıntı yaratacak bir olay bekliyorsun, böyle bir olayın direniş için sana katılacaklarını düşünüyorsun. “Bir başına bir şey yapmak istemiyorsun, konuşmak bile istemiyorsun. Sorun yaratacak ‘yoldan sapmalar’ yapmak istemiyorsun. Peki neden? Bunu yapacak havan yok. Bu yalnızca korkudan değil, tek başına dikelme korkusu, seni gemleyen bu, bu tam bir kararsızlık. “Kararsızlık en önemli etken ve de zaman geçtikçe azalmak yerine artmaktadır. Dışarıda, sokaklarda, genel toplulukta, ‘herkes’ mutlu. Kimsenin gıkı çıktığı yok. Bildiğin gibi Fransa’da, İtalya’da duvarlara, hükümete karşı sloganlar görebilirdiniz. Ama Almanya’da büyük kentlerin dışında, bunu bile göremezdiniz. Üniversite topluluklarında, sizin kendi topluluğunuzda özel olarak arkadaşlarınızla konuşurdunuz, içlerinde senin gibi düşünenler vardı, ama ne derlerdi? ‘O kadar da değil’, ‘büyütüyorsun’ ya da‘panik yapıyorsun’. “Panik yapıyorsun. Bunun şuna varacağını söylüyorsun ama bunu kanıtlayamazsın. Bunlar daha başlangıç, evet, ama sonucu bil. Görmeden nasıl emin olabilirsin, yada sonuca ilişkin nasıl tahminde bulunabilirsin? Öte yandan, düşmanların, yasa, rejim, Party sana gözdağı veriyorlar. Beri yandan, arkadaşların seni kötümser olmakla, evhamlı olmakla aşağılıyorlardı. Yalnızca senin gibi düşünen çok yakın arkadaşlarınla başbaşa kalıyordun. “Şimdi artık dostların daha da azaldı. Kimileri bir yerlere kayıp gitti, kimileri işlerine gömüldü. Mitinglerde, toplantılarda eskisi kadar çok göremiyorsun. Resmi olmayan gruplar küçüldü, küçük örgütlerin müdavimleri azaldı ve örgüt sayısı da azaldı. Şimdi en eski dostlarınla bir araya geldiğinde, kendinle konuşuyor gibi, gidişatın gerçeğinden uzaksın gibi hissediyorsun. Güvenin daha da azalır, daha da caydırıcı etki yaratır. Eğer bir şeyler yapmak istiyorsan, bir fırsat yaratmalısın, belli ki sen sorunlusun. Beklersin ve beklersin. "Ama on binlerin, yüz binlerin sana katılacağı o büyük sarsıcı fırsat hiç gelmez. Zor olan da budur. Eğer rejimin son ve en kötü eylemi birincinin ve en küçüğünün hemen ardından gelmiş olsaydı, -diyelim 43’te Yahudilerin gaz odalarına gönderilmesi, 33’te ‘Alman Firması’ pullarının Yahudi-olmayan işyerlerinin vitrinlerine yapıştırılmasının hemen ardında yapılmış olsaydı- binler, evet, milyonlar büyük bir şok yaşayacaklardı. Bu böyle olmaz elbette. İkisinin arasında her biri seni arkadan gelenin şoke etmeyeceğine hazırlayan yüzlerce küçük adım vardır. C adımı B adımından çok çok kötü değildir ve B adımında tavır almıyorsan, C adımında neden alasın? D adımından da. Ve bir gün, çok geç de olsa, eğer hala duyarlıysan, ilkelerin üstüne çöker. Bu kendini kandırmanın yükü çok ağırlaşmaya başlar, kimi önemsiz olaylar, bende küçük oğlum, henüz bebeklikten kurtulamamış oğlum “Yahudi domuzu” dediğinde, her şeyi bir anda altüst eder ve sen her şeyin, her şeyin gözlerinin önünde değiştiğini, tümüyle değiştiğini görürsün. İçinde yaşadığın dünya -ulusun, halkın- içinde doğduğun dünya hiç değil. Bütün biçimler yerli yerinde, dükkânlar, işler, yemek öğünleri, ziyaretler, konserler, sinemalar, tatiller el vurulmamış, hepsi güven altında. Ama biçimlerle tanımladığın için yaşamın boyunca yaptığın yanlışla dikkat etmediğin ruh değişir. Şimdi nefret ve korku dünyasında yaşarlar ve o korkan ve nefret edenler ne olduğunu kendileri de bilmez, herkesin değişince kimse değişmemiştir. Artık Tanrıya karşı bile sorumsuz bir sistemde yaşıyorsun. Başlangıcında, sistemin kendisi de böyle bir niyet taşımamış olabilir, ama varlığını sürdürmek için bu yola girmek zorunda kalmıştır. “Yaşam sürekliliği olan bir süreçtir, davranış ve olayların birbirlerini izlemesi değil, bir akıştır, hiç çaban olmadan, seni de yeni bir düzeye taşıyarak akar. Yaşadığın bu yeni düzeyde, yeni moral değerlerle, yeni ilkelerle, her gün daha rahat yaşadın. Beş yıl önce, bir yıl önce kabul edemeyeceği şeyleri, babanın, Almanya’sında bile, aklına getiremeyeceği şeyleri kabul ettin. “Her şey biranda çöktü. Ne olduğunu ne yaptığını, daha doğrusu ne yapmadığını gördün. Üniversitede, bölümünüzde o zamanki toplantılarınızı anımsa, o zaman bir kişi dikelseydi, belki de ötekiler de dikelecekti, ama kimse dikelmedi... Şimdi her şeyi anımsıyorsun ve kalbin acıyor. “Bu durumda ne olacaktı? Kafana bir kurşun sıkmalıydın. Çok azı öyle yaptı. Yada ilkelerine “ayar verecektin”. Çoğu denedi ve sanıyorum, kimileri bunu başardı, ama ben değil. Ya da yaşamının geri kalanını, utancınla yaşamayı öğrendi. Bir şey demedim. Söyleyecek bir şey bulamadım. “Leipzig’de bir adamdan, bir yargıçtan söz edebilirim. Nazi değildi, şeklen Naziydi, ama kesinlikle Nazi karşıtı da değildi. Sıradan bir yagıçtı. 42 yada 43 başlarıydı sanırım, ‘Aryan’ bir kadınla rastlantısal olarak ilişkisinden bir Yahudi karşısına getirilmişti. Bu Partinin özellikle cezalandırılmasında duyarlı olduğu, “ırk zararı”ydı. Yargıcın‘ ırksal olmayan’ bir suçtan mahkûm etme yetkisi vardı ve adamı uzun bir süre kalacağı sıradan bir hapishaneye gönderildi, böylece bir toplama kampı yada büyük ihtimal, sürgün ve ölüm anlamına Parti ‘işlemlerinden’ kurtarılırdı. Ama adam yargıca göre, ‘ırksal olmayan’ suçtan da masumdu, onurlu bir yargıç olarak, beraatine karar verdi. Elbette Parti salondan çıkar çıkmaz Yahudiyi kaptı. “Ya yargıç”? “Evet yargıç. Durumu vicdanından atamadı –masum bir insanı beraat ettirdiği davayı. Adamı mahkûm ederek, Partinin elinden kurtarabileceğini düşünmüştü, ama masum bir adamı nasıl mahkûm edebilirdi? Olayı giderek daha çok içinde biriktirmişti ki, önce ailesine, ardından dostlarına, sonra da tanıdıklara boşalmak durumunda kaldı. 44 Kalkışımından sonra onu tutukladılar. Sonrasını bilmiyorum. Savaş başlayınca, direniş, protesto, eleştiri, şikâyet, en büyük ceza demektir. Çoşku eksikliği, halka bu coşkuyu gösterememek, bozgunculuktu. Zaferden sonra, ilerde “uğraşılacak”ların istemleri olduğu sanılıyordu. Goebels bu konuda da çok kurnazdı. “İhanet içindekilerin” gözden kaçtığını sananlara “oturak alemi” vaadediyordu. "Savaş başlayınca, hükümet, kazanmak için ‘gerekli olan’ her şeyi yapar. Nazilerin dillerinden düşürmedikleri ama bir türlü cesaret edemedikleri, savaşa dek ve onun “zorunlu kıldığı” bu sorundan, “Yahudi sorunun sanal çözümünde” bu yol açılmamıştı. Dışarıda olanların, Hitler’e karşı savaşın, Yahudilerin yararına olacağı inancı yanlıştı. Soykırımın neler öğrettiği sorusuna kadın, insanların yüzde 10’u ayrım gözetmeksizin zalim, yüzde 10’u ayırım gözetmeden merhametli, geri kalan yüzde 80’ini ise istediğiniz yöne çekebilirsiniz.— (Kurt Vonnegut) “İnsanlık tarihi savaş ve yıkımların yarattığı bir kan okyanusudur”. Nedenini soran biri oldu mu? Herkes soruya bir başkasını işaret ederek yanıt verdi. Kimse aynaya bakmadı, kendini sorgulamadı. Bunun nedeninin “benlik” diye adlandırabilir miyiz? Dünya “benim” için yaratıldı, “benim” için var oldu. “Ben” tanrının seçkin kuluyum. “Benim” dinim ‘Tanrı’nın dinidir, cennet “ben” ve “benim” dinim için vardır.“Ben”le, “kin”,“nefret”, ve “düşmanlık” da birlikte gelir. Kadın yaşadığı sitede öldüreceklerinin listesini yapmış, bunu da televizyonda açıklıyor! Bu canavarca ruh halini sorgulayan yok! Gülüp geçiyor herkes! Bu tekil bir olay olarak değerlendiriyorsanız, vay halimize! Doğa ve topluma egemen olan bir sürü kural ve yasalar vardır. Bunlar bize doğanın ve toplumun nasıl işlediğini anlatır. Biz bunlar bilmeden, doğa ve toplum işlerliğini sürdürür. Yerçekimi yasası Newton öncesinde de vardı, sonrasında da var oldu. Çocuk gramer kurallarını bilmeden dilini konuşur. 3 Kasımda Amerikalılar başkanını seçeceklerdi. İki adaydan biri, kendi deyimleriyle, yalancı, dolandırıcı Trump, öteki “müesses nizamın” yaşlı kurdu Biden’di. Amerikan gençliğinin, aydının, solunun, emekçi kesimlerinin, göçmenlerin, siyahilerin desteğini alan Sanders’i, el çabukluğuyla bertaraf ederek adaylığı kapan Biden, Amerikan halkı kendi başkanını seçmiyordu, sermaye gruplarının iki kanadından birini seçiyordu. 11 milyar dolarlık seçim maliyeti Amerikan halkının sırtına yükleniyordu. Afrika'nın en gelişmiş ülkesi Libya’da, Kaddafi’nin katledilişiyle, Obama, ülkeyi bir açık hava köle pazarının kaosuna dönüştürdü. Amerika'nın en yüksek düzeydeki hukuk adamlarından ABD’nin eski Başsavcısı Ramsey Clark, Amerikan yurttaşlarının ve de tüm dünyanın açıklıkla görmeleri gereken gerçeği şöyle dillendirmişti: “Biz bir demokrasi değiliz. Bizi demokrasi olarak tanımlamamız, müthiş bir yanılsamadır, demokrasi düşüncesine ihanettir. Gerçekte biz, zenginlerin yönettiği, bir plütokrasiyiz.” Beş yıldan bu yana Amerikalılar Suudların Yemen’i bombalarken havada yakıt sağlamayı, silâhlandırmayı, hedef göstermeyi sürdürdüler. 2017’den beri günde 130 çocuk ölüyor, ölenlerin toplam sayıları 50 bini bulmuş. BM yetkilileri 11 milyonu çocuk olmak üzere, 20 milyon üstünde insan acil yardım beklediğini söylüyor. 7 milyonu tümüyle gıda yardımına bağımlı. BM, bunu “dünyanın en kötü insanlık bunalımı” olarak açıkladı. Martin Luther King,“Bugünün dünyasındaki şiddetin en büyük tüccarı benim hükümetimdir. Vietnam’da bugüne dek, çoğu çocuk, öldürdüklerimiz, bir milyonu bulmuştur” diyordu. King, “susmak ihanettir!” derken onu açıktan onaylayan çok azdı, karşı ses çıkaranlar daha çoktu, büyük çoğunluk ise suskundu. Yıl içinde King’i kurşunladılar. Antropolojik tanımlamada, kültürün temel özü, geleneksel düşünceler ve özellikle de buna bağlı değerlerden oluşur. Kültürü düşünce ve değerler olarak kabul etmeyenler, onu yaşam biçimi, çocuklarını yetiştirme tarzı, yiyecek devşirme ve işleme tarzı, ne tür barınaklarda yaşadıkları, ne giyindikleri, ne tür oyunlar oynadıkları, birbirleriyle ilişkileri, nasıl yönettikleri vb. gibi bir halkın gelenek ve görenekleri, alışkanlıkları, geleneksel davranışlarıdır. Kültürün oluşmasında doğal çevre koşulları ve toplumsal koşullar etkileyicidir. Kültür tıpkı türler gibi, kendini çevreye uyarladığı ölçüde kalıcı olur. Değişik yollarla da olsa, kültür ve genetik kazanımlar sonraki kuşaklara aktarılır. “Zor”, yasaları değiştirdiği kadar, kültürleri de değiştirir. ABD’de şimdiye dek tanık olmadığımız bu üçüncü dünya tarzı politikaların altında yatan temel neden, kaybetmekte olduğu dünya egemenliği konumunu yeniden kazanmak için yaptığı akıl dışı çırpınışlardır. Çin’e sataşmasının, Rusya’ya yanaşmasının, toplumun Çinci, Rusçu bölünmesinin temelinde de bu hazımsızlık yatıyor. Özünde Çin’le Rusya arasında böyle bir rekabet yok! Tersine, Batı’nın o geleneksel tehdidine karşı giderek güçlenen bir dayanışma ve birliktelik var. Adına ne denli “ticaret savaşları” dense de, bu bir ideolojik, politik egemenlik savaşıdır. Çin’de her yıl 40 milyon nüfus yoksulluk sınırından orta sınıf konumuna geçiyor. 2020 sonunda aşırı yoksulluğun ülkede yok edileceği öngörülmüştü. “Hür dünyanın lideri” konumu artık tarihe karışmaktadır. ABD bu unvanını korumasının, getirisi götürüsünün çok üstüne çıkmıştır. Amerika’nın genişleyen askeri imparatorluğunun ülkeyi kurutacak olan kanaması ayda 15 milyar (her saat 20 milyon) dolara ulaşıyor. Pentegon'un savaş harcamaları, 50 devletin sağlık, eğitim, refah ve güvenlik harcamalarının toplamından daha fazladır. Amerika’da olanlar, yalnızca iki adayın seçim çekişmesi değildi. Adayların kişiliğinde, “dünyanın efendisi” olma konumunu hızla kaybeden ABD’nin statükoyu korumaya çalışan yıllanmış bir plutokrat ile bu değişmenin pratiğini yaşayarak öğrenen içeriye dönük, toplumun geri tabakalarının el yordamıyla kavramaya başladığı yoksullaşma sürecini durdurmaya çalışan faşizan kafalı bir otokrat arasındaydı. Bu bağlamda biri dışa dönük, öteki içeriye dönük politikaları önceliyordu. İkisinin ortak yanı, eskiden dayanak aramalarıydı. Biden’ın arkasında eski yerleşik kurumlar, Trump’ın arkasında, sonradan görme zenginler, bulundukları konumu iyi değerlendiren gözü açık fırsatçılar, lümpen, işsiz aylaklar takımı, fanatik yandaş, kırsal bölgelerin küçük işletme sahipleri vardı. Klu Kux Klan hazırda bekletiliyordu. Daha da önemlisi, ikisi de oylarını artırarak, Amerikan yurttaşını siyasetin içine çekmişti. Belirleyici olan oyu veren değil, oyu sayandır. Amerika’da hemen her seçimde ciddi hile iddiaları olmuştur. Türkiye’de biz, AKP döneminde bunlara alışkındık. "Seçimleri kaybeden biri, gitmemek için koalisyon çabalarını sabote etti, sonra bombalar patladı, insanlar öldü; saldırıların arkasında “kokteyl terörü örgütü” vardı. Kaybettiği seçimle gitmeyen, bir başka seçimlerde mühürsüz oy pusulalarını son anda saydırdı; bir keresinde sonuçlar resmen açıklanmadan “Atı alan Üsküdar’a geçti” dedi. Bu sırada sokaklarda silâhlı taraftarları gösteriler yaptı... Peki, tüm bunlar olurken muhalefet ne yaptı?”([2]) Amerika dünya mahkûmlarının yüzde 25’ini hapishanelerinde tutuyor. Hapishaneler özelleştiriliyor. Hapishanelerin dolu olmaları gerek. Devlet en az 20 yıl yüzde 90 doluluk oranını garanti ediyor. Biz de gitmediğimiz yolları ve geçmediğimiz köprüleri garanti emiyor muyuz? Günde bir (yılda 400-500) suçsuz kişi, polis tarafından öldürülüyor. Bir Amerikalının polis kurşunuyla ölme olasılığı, terörden ölme olasılığının sekiz katı. Gıda kaynaklı ölümler, terör saldırısıyla ölme olasılığının 110 katı. Polis caydırıcı, barışçıl bir güç olmak yerine, tepeden tırnağa en son teknolojiyle donatılmış bir savaş gücü konumuna yükseltilmiştir. Suçlu üretimini yüksek tutmak gerekiyor! ABD artık bir “polis devleti” olarak anılıyor. Amerika’da özgürlük var biliyorduk. Olmadığını gördük. “Amerika’da yargıçlar var” diye biliniyordu! Öyle olmadığını da gördük. Her on Amerikalıdan sekizi, yönetimde yolsuzluk olduğuna inanıyor. Biz olmadığını sanıyorduk! “Amerikan Rüyası”, her ölümlünün yaşamak istediği bir rüyaydı. Tıpkı Antik Çağ tanrıları gibi. O yalandı, bu da yalan! O Hawking, Stephen, and Leonard Mlodinow. "WhyGoddid not createtheuniverse." Wall Street Journal (September 4—5, 2010) W 3 (2010). Granada’nın “yalnız çocuğu” Federico García Lorca, Doğarken kuşku duymamıştım, ölürken de duymuyorum! diyerek kurşuna dizildi. "Parıldayan her şey altın değildir”, diyen kişi, İngiltere’nin kurşun renkli atmosferinden elinde insanlığa dönük bir aynayla, yere düşen bir bilge miydi, yoksa tarih babanın perde arkasında kulaklarına fısıldanan söylemleri yineleyen biri miydi ki! Ama gerçek olan, onun dünyayı bir tiyatro sahnesi olarak algılamasıydı. Her insan kendini bir aktör olarak gördüğü sanal bir dünyanın “çaresiz”, “fani” kulu olarak kabullenmeye başlamıştı. İzmir’in “kör kocası Homerus”, Ege sahillerinin o yıldızlı kıyılarının evrenin derinliklerinde, oynaşan yıldız kümelerinin arasına sokulan akşamlarda dolaşmasaydı, o destanları Ondan başka kim söylüyor olacaktı? Kahramanları yaratan korkaklıktır; kötülüktür iyiliği yaratan! Kalp gözüyle gördüm Efendimi Sordum “kimsin sen” Dedi Mansur Al-Hallaj. ([3]) Derler ki, “gençliktir bahar”, Yaşlılık, “baharı gelemeyecek kış. Daha iyisini Suriyeli Ozan Adonis söylemiş: Gençler ölümle oynar, Yaşlılar onunladır! ([4]) NOTLAR [1]Gordon Childe, Man MakesHimself, 1936,MENTOR BOOKS, publishedbyThe New American Library of World Literature, Inc,sixthPirinting, December, 1958, Newyork, [2]Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 23 Kasım 2020. [3]Dicle kıyısında yakıldı. [4]Adonis, Selected Poems, Yale ÜniversityPress, 2010, p. 264. Vahap ErdoğduİNSAN KENDİNİ YARATIR[1]
GILGAMIŞ ARTIK YOK
HASAN AL BANNA
Tıpkı bir ceset gibi-
İyidir o zaman,
Yaptığın herşey.NAZİLER
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR