“Akıllı iki iş yaptım yaşamımda: 1. Sigaraya alışmadım. 2. Şair olmadığımı erken sezinledim!

 

Övündüğüm yanım da bu benim. Ortada şairim diye büyük savlarla dolaşan kimilerini gördükçe az şey de değilmiş diyorum. Bu bilinci şiirle onca uzun yıllar uğraşmakla kazandım belki de. Türkoloji’de Hocamız Ahmet Hamdi Tanpınar “Şiiri bildim, ama yapamadım” der; Hocası Yahya Kemal “şiiri ben yaptım” der. İkisi de doğrudur. Anımsadığım, şiir yazmaya Onuncu sınıfta Almanca öğretmenimiz Ahmet Rufai Bey’in yazdırdığı Goethe’nin kimi ünlü şiirlerini nazım biçiminde çevirmekle başlamıştım. “Mignon”, “Gefunden”.

 

Mignon,  Goethe’nin İtalya gezisinde yazdığı, Gefunden- “Bulunmuş”, serüven dolu bir yaşamdan sonra evlendiği çok sıradan gibi görünen karısı için yazdığı sade bir şiirdir. O günlerde Bafra’da yayınlanan Altın Yaprak adlı Halkevi dergisinde çıktı sanırım. Rufai Bey’in okuttuğu sınıflarda çevriyi yapan benim adım da söylenerek okunuyordu. Şımarmak için epey neden varmış yani! Çevirdiğim şiirlerin çoğunu anımsıyorum ama ne Bizce’deki yerim, ne de zamanım yetmez. İki şiirden de birkaç dize koyalım şuraya.

 

Mignon

 

“O yurdu bilir misin limonlar çiçek açar

Koyu yapraklarında portakallar renk saçar.

……

 

“Evi bilir misin ki sütunlardadır damı

Parıldamaktadır ne varsa salon oda mı”

 

Gefunden

 

“Gölgelerde elime bir küçük çiçek geldi

Yıldızlar gibi parlak bir göz gibi güzeldi

Koparmak isteyince ben dedi solacağım

Şimdi solmak için mi kırılmış olacağım”

 

Kendi yaşamımla ilgili ilk şiirimden aklımda bir dörtlük kaldı: Lise son sınıfta erkek lisesi olan  okulumuz karma olunca Erenköy Kız Lisesi’nde okuyan bugünkü eşim Merih de bizim sınıfa geldi. Meğer onu beklermişim; görür görmez aşık oldum. Sözünü ettiğim dörtlük bu:

 

“Göklerden kayarak bir yıldız indi

Güneş bile sönük kalır yanında

Hırsız fenerleri gibi gezindi

Kimsesiz kalbimin duvarlarında”

 

Yani, iş böyle başladı, anlayacağınız!  Bir kaç kez yeni baskı yapmış şiir kitabım var bu gün. 1944’de Akşehir’de Maltepe Askeri Lisesi’nde  Edebiyat öğretmeni iken yazdığım İSTANBUL, yıllar sonra Adana Cezaevi’nde yazdığım YEDİNCİ YIL şiirleri de kitapta. Kitaba girmeden kaybolup gitmiş bir sürü şiir var.

 

Bugün elde olan Şamanist döneme ait Orhun Kitabeleri, Türkler “Maniheizm” e girdikten sonrasının Mani metinleri geçmiş bin yılın biraz ötesinde başlar. 

 

Yani genç bir dildir Türkçe. Sürekli göçlerle Türkler çok geniş bir coğrafyada var oldukları için tek büyük destanları da olmamış. Destanlar dillerin barındığı en sağlam kalelerdir. Çeşitli bölgelerde değişik adlarda küçük destanlar kalmış. Oğuz Kağan, Ergenekon, Alp Ertunga, Türeyiş, Bozkurt tanınmışlarıdır.

 

Türkler İslamlığa geçince, ünlü Türkolog Radlof’un Kırgız halkı arasında yıllar süren bir araştırmayla yüz binlerce dizesini saptadığı Manas Destanı oluşmuş. İki büyük kültür, uygarlık dilinin, Arapça, Farsçasını etki alanında eriyip yok olma yazgısına karşı Türkçenin önemli bir dil olduğu konusunda ilk büyük savı Kaşgarlı Mahmut, “Divânu Lügati’t-Türk’’ adlı büyük yapıtıyla ortaya atmıştır.

 

Sav yerindedir.

 

Ancak Anadolu Türkçesinde on dördüncü yüzyılda gelişmeye başlayan divan edebiyatını kuran temel dil Farisi’dir. Afganistan’a egemen olarak İran’ın  onuncu yüzyıl öncesi mitolojik tarihi Şehname’yi Firdevsi’ye yazdıran Gazneli Mahmut’tur. Dünya edebiyatının başyapıtlarından sayılır; Şehnameyi yazdırır ama Firdevsi’ye söz verdiği ödemeyi yapmaz, şairi küstürür.

 

Büyük Alman şairi Heinrich Heine’in çok güzel bir şiiri vardır bu konuda. Çevirmeyi düşündüm, bir türlü elim değmedi nedense. Heine’nin şiiri şu; Şehname’nin yazılışından yıllar geçmiştir. Bir gün aklına gelir Sultan Mahmut’un; Firdevsi’yi sorar nerede diye? Aslında çok yoksul çevreden olan büyük şair eski ağır koşullarında yaşayıp gidiyordur. Sultan hemen büyük bir kervan düzülmesini emreder. Develere en güzel ipekliler, nice değerli altın, gümüş, fildişi araç gereçler paha biçilmez nesneler yüklenmiştir. Sultanın kervanı Firdevsi’nin yaşadığı kente giriyordur ki, aynı kentin karşı kapısından küçük, yoksul bir cemaatin omuzlarındaki tabutta gömütlüğe götürülen Firdevsi’nin cenazesi vardır.

 

Yazarı bilinmeyen başka destanlar da var. Babil’e dayanan çivi yazısıyla kurutulmuş tabletlere yazıldığı için kimileri parçalanıp yitmiş Gılgamış Destanı. Sonradan yazıya alındığı bilinen  İlyada-Odysseia, Finlilerin Kalavela, Almanların Nibelungen-Gudrun destanları gibi.

 

Bugün İran şiirinin hafızı Şirazi gibi, Ömer Hayyam gibi şairleri dünyaca da tanınıyor, çok da seviliyor. Hayyam’ın şiirlerini tümüyle İngilizceye kazandıran  Fitzgerald, çeviri konusunda dünyaya örnek gösterilir.

 

Geniş coğrafyada çeşitli alanlara yayılmış Türkçe, İran’a yakın yerlerde Azeri lehçesine, Fuzuli gibi, Orta Asya’ya yakın yerlerde yerel kökenli ağızlara kayar. Bir Ali Şir Nevai gibi. Azeri Türkçesiyle İran Edebiyatından esinlenmiş Türkçe şiir baş yapıtları Fuzuli’nin kazandırdıklarıdır. Karamanoğlu Mehmet Bey Türkçeyi Divanda, Sarayda her yerde  resmi dil olarak duyurur. Pek yürütemez. İran’ın öyle varsıl bir edebiyatı vardır ki, Konya’ya yerleşmiş Mevlana’yı Türk şairi sayarlar; oysa hazret tüm yapıtlarını, Divan-ı Kebir, Mesnevi… Acemce yazmıştır. Araya Türkçe dizeler sokuşturduğu Mülemma’sından başka tek Türkçe yapıtı yoktur. Aklımda kaldığı kadarıyla Mülemma da şu:

 

Mah est ne mi danem

Hurşit Ruhet yane

Türkçe:

Bu ayrılık oduna

Nice ciğerim yane

 

Sad tir zened ber dil ar

türk-i keman ebru

Türkçe:

Fitnelü ela gözler

Çün uyhudan uyane

İnşallah bir yanlışlık yapmamışımdır!

 

İslam Orta Çağ’ında İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi Eski Yunan Felsefesi’nde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam Gazali egemen olmuştur. Mevlana rubailerinden söz ederken Nazım, “Ve senin azgın etinden kopan rubailerin en muhteşemi—“Suret hemi zıllest” diye balkayan değil’’ der. O üç sözcük Eflatun felsefesinin özüdür. Gazali için yazdığı da şiirlerinin en güzellerindendir. Bu yazının sonuna da onu koymak  uygun göründü bana. Bu şiir söyleşimizi Nisan’da tamamlayalım diyorum. İyi şiirlere iyi baharlar. Sağlıcakla kalın! Söylenecek çok söz var daha.

 

Vedat Türkali

18.03.2013/Cihangir

 

 

Bir akşamüstü

oturup

hapisane kapısında

rubailer okuduk Gazalî’den :

“Gece:

büyük lâciverdî bahçe.

Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.

Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.

Bir gün eğer,

benden uzak,

karanlık bir yağmur gibi,

canını sıkarsa yaşamak

tekrar Gazalî’yi oku.

Ve Pîrâyende’m benim,

ben eminim

sen sadece merhamet duyacaksın

ölümün karşısında onun

ümitsiz yalnızlığı

ve muhteşem korkusuna.

 

Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana:

“- Toprak bir kâsedir

çömlekçinin rafında tâcidar,

ve zafer yazıları

yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…”

 

Birikip sıçramalar.

Soğuk

sıcak

serin.

 

Ve büyük lâciverdi bahçede

başsız ve sonsuz

ve durup dinlenmeden

devranı rakkaselerin…

 

Bilmiyorum, neden

aklımda hep

ilkönce senden duyduğum

Çankırılı bir cümle var:

“Pamukladı mıydı kavaklar

kiraz gelir ardından.”

Kavaklar pamukluyor Gazalî’de,

fakat ?görmüyor, üstat,

kirazın geldiğini.

Ölüme ibadeti bundandır.

 

Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.

Akşam.

Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.

Çeşmeden akıyor su.

Ve jandarma karakolunun ışığında

akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.

Açıldı demirlerin dışında ?büyük, lâciverdî bahçem.

 

A s l o l a n h a y a t t ı r …

Beni unutma Hatçem…

 

Nazım Hikmet Ran-Çankırı Hapishanesinden Mektuplar II

 

 

Vedat Türkali

 

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)