Son Dakika



Bir süre önce, burada yayımlanan ‘Yeni Türkiye’de muhalif olmak adlı yazımda özetle, Türkiye’de pek çok zorluğa, baskıya rağmen mevcut politik iktidar bloğuna muhalefet etmeye çalışan birkaç parti, televizyon kanalı, gazete kaldığını; burada siyaset yapan, çalışan kişilerin asgari derecede saygıyı hak ettiğini söylemiş; fakat bu parti, kurum, kişilerin dönemin ruhuna uyum sağlayarak ciddi nitelik kaybına uğradıklarını, bunların pek çoğunun tutarlılıktan uzaklaştıklarını, kendileri ile çeliştiklerini, dün söylediklerini bugün inkâr ettiklerini, oyunu düzenin kuralları ile oynamak istedikleri için küfrettikleri odaklarla benzeştiklerini eklemiştim.

Tabii bu sonucun yapısal nedenleri var. Orada da değindiğim üzere bugün muhalif yayın organlarında bulunanların büyük çoğunluğu merkez medya denilen çöplükten geliyorlar. Ve Aydın Doğan’ın, Mehmet Emin Karamehmet’in, Dinç Bilgin’in patronajı altında çalışmış, sonrasında Halk Tv, Tele 1, Sözcü’ye iltica etmiş ve o yıllarda medyanın ne kadar özgür olduğunu vazetmeyi ısrarla sürdüren bu kimseler, bugün iktidarın baskıcılığından dem vuruyorlar.

Oysaki durum çok açıktır. 1991’den 2002’ye gelene dek, Türkiye hep koalisyonlarla yönetildi. O günlerdeki kaotik yapıdan kaynaklı Meclis’e girmeyi başaran her parti potansiyel koalisyon ortağıydı. Bu partilerin her birinin destekçisi olan medya grupları vardı. Hatta örneğin, Doğan grubuna ait gazetelerden her biri, farklı partiyi destekleyebiliyordu. Bu nedenle, o politik ortam ve medya mülkiyet yapısı sebebiyle burada çalışanlar, elbette sermaye düzeninin özüne ilişkin olmamak kaydıyla istediklerini yazıp çiziyorlar, bir siyasi lidere tutunup diğerlerine bağırıp çağırabiliyorlardı. İşte bugün “muhalif medya”da çalışanların özledikleri “özgürlük” budur, bu kadardır.

Şimdi tek parti iktidarında havuzun her geçen sene genişlemesi nedeniyle işlerini kaybeden bu köşe yazıcısı, televizyon programcısı tipler o günkü günahlarını, yanlışlarını bugün de sürdürüyorlar ama bu kez düzen karşıtı donu giydiklerinden, hak etmedikleri halde milyonlarca ezilen insanın sevgisine saygısına mazhar olabiliyorlar. Sorumlulukları aslında çok büyük fakat buna uygun bir dünya görüşüne sahip değiller. Dert ettiğimiz şey de işte bu. Yoksa kendileri ile kişisel anlamda bir alıp veremediğimiz yok.

Tabii bu aslında biraz daha derinleşerek teorik olarak da tartışılması gereken bir başlık. Türkiye’de gazetecilik pratikleri geçmişte hangi düzlemdeydi ve bugün muhalif olduğu söylenen yayın organları bunları hangi çizgiye taşıdı mesela? Gerçek manada sınıfsal bir perspektifle ezilenlerden yana bir gazetecilik anlayışı şimdiye kadar neden teşkil edilemedi? Buna gazetecilerin çapı mı yetmedi yoksa böyle bir niyetleri zaten yok muydu? Sermaye düzeninin bütün nimetlerinden yararlanıp bu düzenin ilişkilerinden kopmak mümkün mü?..

Sorular artırılabilir. Ancak haber almak için Halk Tv’yi açan CHP seçmeni, laik ve Kemalist olduğunu söyleyen bir emekli öğretmenin, ekranda Şirin Payzın’la Levent Gültekin’i görmeyi çok dert ettiğini sanmıyorum. Zaman gazetesinin sembol isimlerinden NevvalSevindi’nin bu kanalda ne işi olduğunu soracağını da düşünmüyorum. Sevindi’yi onlarca kez programına çıkarıp Necip Hablemitoğlu’nun anısına saygısızlık eden Cüneyt Akman’ın bu kanaldan istifasının hemen ardından, bu kez Tele 1’de program yapmaya başlamasını yadırgayacağını hele, aklımdan bile geçiremiyorum. Bu pek muhalif odaklar muhalefet paydasında, iyiyle kötüyü, onurluyla döneği, ilkeliyle menfaatçiyi eşitlediler çünkü. Seçme, beğenmeme, reddetme, itiraz sunma yetilerini yok ettiler insanların.

Tıpış tıpış sandığa gideceksiniz, mışıl mışıl Ayşenur Arslan, Enver Aysever, Ceyda Karan, Mine G. Kırıkkanat, Can Ataklı, Uğur Dündar izleyeceksiniz! Emin Çölaşan, Yılmaz Özdil, Yazgülü Aldoğan okuyacaksınız!  Halk Tv, Tele 1, Sözcü, BirGün, Cumhuriyet size yeter de artar. Ötesine meyletmek gereksizdir.

 “Muhalefet edenlerin pek çoğu iktidarda olamadığı için muhalefet ediyor.” demiştim önceki yazıda; buraya kadar söylediklerimle bunu biraz daha açmış oluyor ve ekliyorum: Andığım yayınlarda bulunan, mücadele içinde sınanıp gelmiş değerli insanları tenzih ediyorum; buralarda mevzilenen kılıç artığı yazıcılar, programcılar menfaatleri, kişisel ikballeri için artık açık açık iktidar düşlüyorlar. CHP ve İYİ Parti’nin merkezinde bulunduğu ve diğer yeni muhalif odaklarla desteklenecek bir ittifakın, iktidarı alma olasılığının her geçen gün arttığını düşünüyor ve buna göre yeniden düzen alıyorlar. Bu yüzden bugünlerde oldukça özgüvenli, rahat ve iddialılar.

Bu ruh halini perçinleyen gelişmelerden en önemlisi, CHP’nin iktidar iddiası ile düzenlenen kurultayıydı. Tek aday olarak girdiği seçimi kazanarak yeniden genel başkan seçilen Kemal Kılıçdaroğlu, yaptığı konuşmada, 13 maddelik bir bildirge açıkladı ve Cumhuriyet’in ikinci yüz yılında bunları gerçekleştireceklerini söyledi. Her zamanki gibi, bütün bu gösterişli lafların gölgesinde, CHP içinde birileri tasfiye edildi, birileri gücüne güç kattı, birileri siyasi egolarını besledi.

Kısaca bu kurultayı değerlendirirsek; iki yıl önce, 24 Haziran’daki seçim fiyaskosunun ardından artık bir değişim zamanı geldiğini söyleyen ve kurultay isteyen altı yüze yakın delegenin yüzde sekseninin zaten yereldeki seçimlerde artık bu unvanı kaybettiklerini söyleyerek başlamak uygun olacaktır. Muharrem İnce’ye yakın olan belediye başkanlarının üzerinin 31 Mart’ta çizildiği, parti yönetimine eleştirel yaklaşan milletvekillerinin iyice sindirildiği ortada. Yani, bu kurultayın asıl sonucu, iktidar hedefi falan değil, Kemal Kılıçdaroğlu’nun tek adamlığının tescillenmiş olmasıdır.

Koskoca CHP’de, ikinci bir başkan adayı dahi seçime giremiyor, girmeye yeltenen İlhan Cihaner, sol bir blok, sosyal demokrat yenilenme söylemi ile 65 imzacı bulamıyor. Üstelik vaktiyle birlikte yola çıktığı Selin Sayek Böke’nin bile Kemal Bey’in ekibine geri dönmesine engel olamıyor.

Belki bir umut, PM’de başarılı olmayı düşünen parti içi muhalifler, burada da avucunu yalıyor. CHP düşmanlığıyla bilinen ama ne hikmetse bugün CHP yönetimini avucunda oynatan liberal klik, genel başkanı yanıltıp sevmedikleri kim varsa oyunun dışına itebiliyor.

Yukarıda andığımız cümle kanal, gazete ise bunların hiçbirini, mecbur kalmadıkları sürece görmüyor, görmezden geliyor. İlhan Cihaner’in beş dakikalık konuşmasını bile yayına veremiyor. Çünkü Kemal Kılıçdaroğlu o esnada rakiplerini küçük düşürmek için salonu terk ediyor. Bu sebeple bundan böyle yukarıda isimlerini saydığım organların tamamına birden “Kılıçdaroğlu medyası” demek gerekiyor.

Kılıçdaroğlu medyasının bence iki kanadı var: Birisi Halk Tv, Sözcü’yü içeren sağ blok; diğeri ise Tele 1, Cumhuriyet, BirGün’den oluşan “sol” blok. Sağ bloğun durumu zaten ortada. Seviyeleri oldukça sığ ve bütün amaçları Kılıçdaroğlu’nu parlatmak.

O yüzden asıl diğer tarafı konuşmak lazım ki onların durumu daha kötü. Zira dünya görüşleri ile reel politika hevesleri arasında büyük bir uçurum var. Amaçları, CHP’den halkçı, devletçi, sosyal bir öncü yaratmak. Bu noktada iyi niyetli oldukları kesin. Ama hayalleri maalesef çok sıradan.

Bu blok bileşenleri, Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı beyannamenin ve dahi öncesinde Cumhuriyet’te yayımlanan makalelerinincazibesine kapılmışlar. Kürt sorununun parlamentoda çözümü, sosyal devletçilik, demokratikleşme gibi başlıkların sol bir perspektifle ele alınması ve sahiplenilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Oysaki durum, kendileri de aslında çok iyi biliyorlar ki hiç öyle değil. CHP’nin, özelinde Baykal ve Kılıçdaroğlu’nun tarihi, devletçilikten kurtulmaya çalışmanın tarihidir. Öncesinde İnönü ve Ecevit’in ortanın solu tarifleri de işçi sınıfının düzen içinde tutulmasının bir formülüdür.

Son birkaç yılda, kamu ihalelerinin neredeyse tamamını alan bir beşli çetenin varlığı, şehir hastaneleri ve köprülerde yüklenici firmalara verilen dövizle ödeme garantileri, iktidar partisinin seçmeninde bile bir rahatsızlık yarattı. Bunların üzerinden kamu yararı, israfı önleme sözcükleri ile muhalefet üretmek, devletçilik değildir. Bu noktada, şeker fabrikalarını kamulaştıracağını söyleyen Meral Akşener bile CHP’den ileri bir yerdedir.

CHP’de sol siyaset yapmaya çalışan, eski vekil Oğuz Oyan, bu konuda aydınlatıcı yazılar yazıyor ve şöyle diyor: “Bu önerilerin hemen hepsi, Millet İttifakı’nın mevcut ve potansiyel sağ hareketleri bakımından kabul edilebilir niteliktedir; esasen önerilerden birçoğu, koşulların zorlamasıyla, kendi parti programlarında da yer almaktadır.”

Konu da aslında budur. Kılıçdaroğlu’nun bildirgesi, beyannamesi, makaleleri aslında ortalama, merkezin sağı ve solundaki seçmene hitap eden, kötü de olmayan, on sekiz yıllık yıkımın etkilerini azaltabilecek bir içeriğe sahiptir. Ama soldan meşrulaştırılmayı asla hak etmemektedir. Bir dünya yitirenlerin, bir dünya kazanmak dışında hedefi, hayali olmamalıdır.

Ben bu bloğun bileşenlerinin, zaman zaman eleştirel ama çok kez, çok zaman olumlayıcı bir tavırla CHP’yi sola çekme düşleri kurduklarını düşünüyorum. TKP içindeki tartışmalardan sonra buradan ayrılıp Türk devrimine sol bir ideolojik içerik kazandırmak gayesiyle 1932-1935 yılları arasında dergi yayımlayan ama Recep Peker gibi CHP’nin kudretli sağcılarının gazabına uğrayan Kadrocular’a benziyorlar. Sonları benzemesin…

Sağı ve solu ile Kılıçdaroğlu medyası, kurultayda kısaca yukarıdakileri öne çıkardı. Ama gerçekten muhalif bir tavırları olsaydı, yani muhalifliği ilke olarak benimseselerdi, başka şeyler de tartışabilirlerdi mesela. Örnek olsun diye birkaç başlık not edeyim:

Akşener’i, rivayete göre Demirtaş’ı, Babacan ve Şener’i dostlarımız diye anan Kemal Kılıçdaroğlu, Fethullahçı çetenin tertiplerine boyun eğmeyen İlhan Cihaner’in beş dakikalık konuşmasını neden dinleme nezaketi göstermedi?

Kurultay kürsüsünde Soroscu Osman Kavala’yı anan genel başkan, neden Barış Pehlivan’a sahip çıkmadı?

Cumhuriyet’in ve CHP’nin altı okundan biri olan laiklik, neden bir kez dahi cümle içinde kullanılmadı?

İstanbul delege seçimlerinde son sırayı alan, kıl payı delege olabilen Canan Kaftancıoğlu, ne cüretle Kemal Bey’in anahtar listesinde tahrifat yapabildi?

Ekrem İmamoğlu’nun, kurultay öncesi, vaktiyle CHP’nin yolsuz hırsız diye suçladığı Can Akın Çağlar’ı İBB’nin genel sekreterliğine getirip olayın öznesi olan Aykut Erdoğdu’nun siyasi hayatını bitirmesine neden göz yumuldu?

Alfabetik sıra zırvalarıyla, CHP’nin cumhurbaşkanlığı seçimindeki adayı Muharrem İnce’yi kimler en arka sıraya oturttu, o gün kimler İnce’ye sözlü sataşmada bulundu?

2011’de, Kılıçdaroğlu’na gidip Silivri’de tutsak olan babasının vekil yapılmasını isteyen, bu isteği reddedilen, bunu anlatırken canlı yayında ağlayan Nazlıcan Özkan’ın babası, yani Tuncay Özkan, nasıl birden CHP’nin flaş adamı yapılıp bu kurultayda yine birden ve bile bile harcanıverdi?

Herhalde yeter.

Kurultay değerlendirmeleri bu aymazlıkla sürüyordu ki Muharrem İnce’nin parti kuracağı iddiası, Kılıçdaroğlu medyasını teyakkuza geçirdi. Tam da burada, önceki yazımda bulunan ikinci tespiti hatırlatmak isterim: “Muhalefet edenlerin pek çoğu başka muhaliflere tahammül göstermiyor.”

Kılıçdaroğlu medyasında konuyla ilgili yorum yapan, içinde İnce’ye karşı derin bir kin, konuşurken yüzünde alaycı ifadeler olan onlarca kişinin ortak görüşü; İnce’nin kifayetsiz bir muhteris, kendini beğenmiş, her şeyi bildiğini sanan ama kof, belagatinden başka yeteneği olmayan bir siyasetçi olduğuydu. Bunlara göre İnce, parti kurarak iktidara yürüyen Kılıçdaroğlu ve dostlarına ihanet ediyordu. CHP’den farklı söyleyecek neyi vardı?

24 Haziran’da sandıklara sahip çıkmayıp Muharrem İnce’nin elini kolunu bağlayan, üstelik sarhoştu diye iftira eden, kendisi ile fotoğraf çektirenleri bile partiden tasfiyeye yeltenen ve bunu da başaran, Saray’a gitti yalanıyla İnce’yi itibarsızlaştırmaya çalışan kliğin yapıp ettiklerine ses çıkarmayan Kılıçdaroğlu medyasının bileşenleri, şu an çok öfkeliler.

Yeni parti kurmak, Cumhur İttifakı’nın elini güçlendirirmiş... 2014’teki cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmeleddin İhsanoğlu’nu partisine dahi sormadan aday gösteren Kılıçdaroğlu, o günün koşullarında acaba kimin elini güçlendirmişti?

Kılıçdaroğlu medyasına göre, tek adamlık Akp’de olunca kötü, CHP’de olunca iyi…

Bunlara sormak gerekiyor; son iki yılda, ekranlarınıza, sayfalarınıza İnce’yi kaç kez taşıdınız? Ali Babacan’a ve Abdüllatif Şener’e bile daha çok süre, yer ayıran siz değil misiniz?

Bunu da sözümona tarafsızlık, objektiflik adına yapıyorlar. Bu iddia tarihsel bir arka plana sahip olduğundan birkaç kelime edelim.

Liberal-çoğulcu paradigmaya göre medya yasama, yargı ve yürütmenin ardından dördüncü kuvvettir. Ve toplum adına diğerlerini takip eder, bunlarla ilişkisi dolaylıdır. Onun görevi halka gerçekleri ulaştırıp kamusal bir görev yürütmektir.

Oysaki bu da düzenin içinde konumlanmış gazetecilik anlayışının sefil bir çarpıtmasıdır. Medya, mülkiyet yapısı itibariyle sermayenin çıkarlarını koruyan, sistemin ezenler için bekasını sağlamaya yarayan bir araçtır. Dolayısı ile sabah solcuyu akşam sağcıyı ekranıma taşırım, muhalefetin her rengine yer veririm, diye bir şey olmaz. Akp’yi devirmek gibi kutsal bir amaç uğruna Esad’ı devirme hayalleriyle yaşayanlara gülücük saçmak kabul edilemez. Burjuvazinin çeşitli fraksiyonları arasında tercih yapıp kötünün iyisini halka yutturmak etik değildir.

CHP’yi PKK’ya destek veren bir parti gibi gösterip Kemal Kılıçdaroğlu’nu linç ettirmeye çalışan, Ekrem İmamoğlu’nu askerlerin ölümüne seviniyormuş gibi gösteren, Suriye’de Türk askerinin ölümünü adeta sevinerek haberleştiren ve bu kepazelikleri de kamu kaynaklarından götürdükleri paralarla yapan lağımcı havuz medyasının karşısında konumlanmış, içlerinde pek çok değerli aydını barındıran bu medya organlarına sitem etmek hakkımızdır, diye düşünüyorum.

Ancak şunu da söyleyeyim ki bütün bu tartışmaların içinde yer almak, bunlara vakit ayırmak; onlara iş öğretmek, akıl vermek gibi bir maksat taşımıyor. Nedeni ise basit…

Kemal Kılıçdaroğlu, Türkiye’nin en önemli kurumlarından birinin genel müdürlüğünü yaptı. On senedir de CHP’ye başkanlık ediyor. Doksanlı yıllarda da sonrasında da şunu hep dile getirdi: Türkiye’de emeklilik yaşı yükseltilmelidir. Neden? Böyle olunca devlet daha çok prim toplayacak, emeklilere ise daha az ve daha kısa süre maaş verecek. Basit gibi görünen bu söylem, aslında çok gaddarcadır.

Hatırlanırsa, Akp’nin ilk kez 2006’da Meclis’ten geçirip Çankaya’ya gönderdiği Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası yasasının on beş maddesini veto eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer o dönem şunları kaydetmişti: “Ülkemizde ortalama yaşama süresinin 66 yıl olduğu gözetildiğinde, yasa ile tüm sigortalılar yönünden emekli aylığı bağlama yaş sınırının zaman içinde de olsa 65'e yükseltilmesi ve işçiler için prim ödeme gün sayısının 7000'den 9000 güne çıkarılması, Türkiye gerçekleriyle bağdaşmadığı gibi kayıtdışı çalıştırmanın ve yoğun işsizliğin yaşandığı ülkemizde gerçekçi de görünmemektedir.”

Sonrasında köprünün altından çok sular aktı. Bunlar yasalaştı. Şu an ülkemizde oldukça yüksek bir işsizlik var. Bir şekilde çalışan insanlar da yukarıdaki kölelik koşullarına tabi. Yirmili yaşlardan altmışlı yaşlara kadar çalışacaksınız. Fransa’da Sarı Yelekliler, buna benzer düzenlemeleri protesto etmek için Paris’i yaktı, Türkiye’nin ana muhalefetinin lideri ise bu insanlık dışı yasaları kendisi çıkaramadığı için dizini dövüyor.

Bu örneği, derdimi daha iyi anlatabilmek için verdim. Kılıçdaroğlu medyasının zavallılığı, Kılıçdaroğlu’nun siyasetinde yatıyor, oradan kaynaklanıyor. İnsanları mezarda emekli etme hayali ile yaşayan bir adamın devletçi olduğunu, liberalizme tavır aldığını yazmak ve söylemek için şaşırmış olmak gerek. Yazıyorlar ve söylüyorlar.

Yeni Türkiye’nin muhalefetini, onların örgütleri ve medya organları üzerinden içselleştirmemek, onlara seviyesine razı olmamak için ne yapmak gerekir peki?

Yine Kılıçdaroğlu’nun ve ekibinin yıllardır bize ezberletmeye çalıştığı şeylerden biri, sağ ve sol kavramlarının tedavülden kalktığıdır. Oysaki sermaye ve emek çelişkisi, üretenlerle sömürenlerin karşıtlığı, alçaklar ve onurlular arasındaki kavga bitmedikçe sağcılık da solculuk da bitmez.

Sanayi proletaryasından kamu emekçisine, hizmet sektöründe çalışanından tarım işçisine kadar, otuz milyona yakın bireyden oluşan işçi sınıfımız, bu sefalete mahkûm olduğu sürece sağcılık da solculuk da bitmez.

Ülkemizde asla reel politika düzlemine taşınamayan sınıf siyaseti, sadece işçileri değil ülkemizi de kurtaracak yegâne çözümdür. Ancak maalesef ki Türkiye solunun genelinin böyle bir geleneği yok. Bir iki istisnai eylemlilik süreci dışında pratiği de olmadı.Elimizde sadece, Lenin’in Ne Yapmalı kitabını hatmedipsınıfın öncüsü olduğunu zanneden, bazı sakallı gözlüklü çokbilmişler var.

Sınıf siyasetinde ısrarcı dostların bir yayınlarında yer alan: “Ayaklarınızı temsil etmek iddiası taşıdığınız toplumsal alana basmadıkça, sırtınızı salt en ileri kesimleri şahsında da olsa devrimci bir sınıfa dayamadıkça, sınıf mücadelesi sürecindeki desteğini buradan alan bir siyasal güç odağı haline gelmedikçe, güncel krizlere pratik değeri olan çözümler sunamazsınız...” tespiti önemlidir.

Yenisinde ve eskisinde, Türkiye’de ve dünyada muhalif olmanın biricik kriteri bence budur.

Alper Erdik
Gerçek Edebiyat

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)