Köy Enstitüleri ve inceyazın / Günay Güner
Üzerinden on yıllar geçmesine karşın köy enstitülerini konuşuyoruz, köy enstitüleriyle ilgili hâlâ incelemeler yapılıyor, yeni yaklaşımlar sunuluyor. Peki, bu zorlama bir çaba mı? Hayır. Açıkça belli ki yapay bir çaba değil.
Dr. Engin Tonguç’un anısına. Söze birkaç önemli belirlemeyle başlamalı Üzerinden onyıllar geçmesine karşın köy enstitülerini konuşuyoruz, köy enstitüleriyle ilgili hâlâ incelemeler yapılıyor, yeni yaklaşımlar sunuluyor. Peki, bu zorlama bir çaba mı? Hayır. Açıkça belli ki yapay bir çaba değil. Bir tasarı, uygulama, deneyim, yaşantı hangi koşulda gereklilik olmaktan, gündemden çıkar? Basit mantık yürütmeyle bile yanıta ulaşılabilir: Belirlenen amaçlara ulaşıldığında, süreç tamamlandığında ya da çağın gereksinimleri başka bir boyut kazanıp, olanaklar yeni boyutta belirlenmiş amaçlara yöneltildiğinde gündemden düşebilir. Sözkonusu çözümleme köy enstitüleri birikimine uygulandığında, ne eğitim devriminin amaçlarına ulaştığından ne de çağımızın tümüyle ayrı boyutta bir düzleme ulaşarak koşullarını yenilediğinden söz edilebilir. Köy enstitüleri üzerine bunca yılın ardından yazılmasının, konuşulmasının, çalışılmasının nedeni, Türk ulusunun eğitim sorunlarının niteliksizleşme ve gericileşme yönünde ağırlaşması; Türk Devriminin eğitim ve ekin (kültür) hamlelerinin ve uygulamalarının engellenmesi, dolayısıyla tamamlanamaması; günümüzdeki en yakıcı sorunların başında, bile isteye oluşturulmuş eğitimsizlik sorununun gelmesidir. Diğer deyişle köy enstitülerinin, düşün alanımızdan çıkması için hiçbir ussal gerekçe bulunmamaktadır. Adnan Binyazar’a göre: “Köy Enstitüleri düşün ve yazın yaşamında topluma yeni bir anlayış biçiminin kapılarını aralamıştır. Düşünsel bağlamda bir devrimdir bu. Devrimler toplumların anlayış ve kavrayışlarında süreklilik kazandığına göre toplumsal gelişim süreci içinde Köy Enstitüleri bunu gerçekleştirmenin somut kurumları olarak Cumhuriyet tarihi içindeki yerini almıştır. Daha on yılını doldurmadan ortadan kaldırılmasının, buna karşın, aradan yıllar geçse de güncelliğinden hiçbir şey yitirmeden tartışılmasının nedeni budur” (Binyazar, 1990: 273). Düşünce olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün,1 Mart 1922'de TBMM açılış konuşmasında: “…Demiştim ki, bu ülkenin gerçek sahibi ve sosyal yapımızın gerçek unsuru köylüdür. İşte bu köylüdür ki, bu güne kadar eğitim nurundan yoksun bırakılmıştır. Bundan dolayı, bizim uygulayacağımız eğitim politikasının temeli ilk önce var olan cehaleti yok etmektir. Ayrıntıya girmekten çekinerek bu düşüncemi birkaç kelime ile açıklamak için diyebilirim ki, genel olarak bütün köylüye okumak, yazmak ve vatanını, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafya tarih, din ve ahlâk ile ilgili bilgiler vermek ve dört işlemi öğretmek eğitim programımızın ilk amacıdır. (Bravo sesleri) Efendiler, Bu amaca kavuşmak tarihi eğitimimizde kutsal bir aşama olacaktır. Bir yandan cahilliğin kaldırılması ile uğraşırken diğer yandan da memleket çocuklarını sosyal hayat ve ekonomide fiilen etkili ve yararlı kılabilmek için gereken basit bilgileri uygulamalı bir biçimde vermek yöntemi eğitimimizin temelini oluşturmalıdır. Efendiler, medeni ve çağdaş bir sosyal topluluğun bilim ve kültür yolunda yalnız bu kadarla yetinemeyeceği şüphesizdir. Ulusumuzun zekâsının gelişmesi ve böylece uygun olan medeniyet düzeyine ulaşması, doğal olarak yüce görevleri yürütecek elemanları yetiştirmekle ve milli kültürümüzü yüceltmekle mümkündür. (…) Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri eğitim sınırı ne olursa olsun, en önce ve her şeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığı için kendi benliğine ve milli geleneklerimize düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. (Alkışlar) Uluslararası dünyanın bu günkü durumuna göre, böyle bir savaşın gerektirdiği mücadele ruhunu taşımayan insanlara ve bu nitelikteki insanlardan kurulu topluluklara yaşama ve bağımsızlık hakkı yoktur. (Bravo sesleri)” seslenişiyle açıklanan; altyapısı 1930’lu yıllardaki çalışmalarla, 1937 Köy Öğretmenleri Yasasının çıkarılmasıyla, eğitmen kurslarındainsan yetiştirilmesiyle başlayan köy enstitülerinin yaşam süresi kırklı yıllar boyunca yaklaşık on yıl gibi gözükse de aşındırma, karşı eylem çabaları kırklı yılların ortasında başladığından, gerçek anlamda beş, altı yıl öğretim yapıldığını belirtmek yanlış olmaz. 1946’dan sonrası köy enstitülerinin kapatılması için son hamlenin yapılma aşamasına ulaşılması sürecinden başka bir şey değildir. Kuşkusuz bu dönemde de nitelikli eğitim verilmediği söylenemez ama gitgide gerçek kimliğinden uzaklaştırıldığı, köy enstitülü öğretmenlere, yazarlara karşı baskıların, sorgulamaların arttığı, giderek dizgeli bir duruma dönüştüğü bilinmektedir (Baykurt, 1990: 186). Sözkonusu sınırlı zamanda yetişen yazarlar, inceyazıncılar (edebiyatçılar), bilimcilergünümüzün yazınını da besleyen, hâlâ okunan, değerlendirilen yapıtlar yaratmışlardır. (Aynı zamanda yöneticiler, örgütçüler, bakan, milletvekilleri…yetişmesi de ayrı bir alan oluşturur.)Bu olgu ne değin vurgulansa, işlense, irdelense, yinelense yeridir. Böylesi tansıksı bir durumun üzerinde durulmayacak da neyin üzerinde durulacak… Eğitimci-Yazar Mustafa Gazalcı şöyle yazıyor: “…Enstitülerden yetişenlerin başta eğitim olmak üzere edebiyatta, sanatın çeşitli dallarında, bilimde, siyasette etkileri oldu. Bu kurumlar sayesinde köy, kent, halk, aydın arasındaki uçurum bir ölçüde azaltıldı. Köy Enstitüleri mezunları özellikle öğretmen örgütçülüğünde uzunca bir süre önderlik ettiler. Köy Enstitülerini bitirenlerin yalnız kendileri değil, yetiştirdikleri on binlerce öğrenci, aydınlattığı yetişkinler de bilimden yararlanmış, siyasete katılmıştır. Belki de ilk kez yoksul halk kesimleri bu yoğunlukta Köy Enstitüleri sayesinde bilim, teknikle buluşmuşlar, siyasete atılarak yönetime katılmışlardır. Kasabasında, ilçesinde belediye başkanlığı yapan, üretici kooperatiflerinde, toplumsal örgütlenmelerde görev alan birçok Köy Enstitülü olmuştur. Köy Enstitüsü kökenli bakan, milletvekili, senatör, kurucu meclis üyeliği yapanlar vardır. Köy Enstitüleri yurt çapında birçok eğitim, sanat, kültür dergisinin çıkarılmasına da öncülük etmişlerdir.” (Gazalcı, 2015: 45) Bu bağlamda, Bahattin Uyar'ın belirlediğiköy enstitülü ozan ve yazarlar aşağıdaki adlardan oluşmaktadır: Dursun Akçam, Osman Nuri Alper, Talip Apaydın, Cesarettin Ateş, Behzat Ay, Mustafa Aydoğan, Yusuf Ziya Bahadınlı, Mehmet Başaran, Hüseyin Başaran, Mehmet Bayındır, Fakir Baykurt. Cavit Binbaşıoğlu. Adnan Binyazar. Osman Bolulu, Recep Bulut, Kemal Burkay, Galip Candoğan. Mehmet Cimi, Ali Çeleğen. Ali Çiçekli, Nebi Dadaloğlu, Osman Darıcı, Şöhret Ünal Dirlik. Maksut Doğan,Cemalettin Dökmetaş, Ali Dündar. Feyzullah Ertuğrul, Bahattin Fırtına, Nadir Gezer, Ümit Kaftancıoğlu, Haşim Kanar, Mevlüt Kaplan, Mehmet Kara, Arif Karakoç, Bahaettin Karakoç, Rüştü Kartal, Ahmet Köklügiller, Muharrem Kubat, Mahmut Makal, Naciye Makal (Poyraz), Mustafa Okumuş, Baki Özdemir, Emin Özdemir, Sabri Özer, Abdullah Özkucur, İsa Öztürk, Hasan Fehmi Poyrazoğlu, Osman Nuri Poyrazoğlu, Fehmi Salık, Hasan Latif Sarıyüce, Kemal Şahin, Osman Şahin, Mustafa Şanlı, Selahattin Şimşek, Hüseyin Avni Tatar, Hasan Turan, Pakize Türkoğlu. Bahattin Uyar, Musa Uysal, Mahmut Yağmur, Rıza Yetim, Ali Yılmaz, Ali Yüce, Şevket Yücel, Tahsin Yücel, Hazım Zeyrek. (B. Uyar, “Yitik Harmandan Son Taneler:Köy Enstitülü Şairler ve Yazarlar”, Ankara, Öğretmen Dünyası Yayını, 2013, s.6-7.) (Bahattin Uyar’dan aktaran Gazalcı, 2015: 45). Fakir Baykurt, Uyar’ın belirlediği yazar adları dışında birçok ad daha anar: Ahmet Telli, Rafet Özkan, M. Adem Solak, Mustafa Şanlı, Arif Aslan, Ahmet Uysal, Mecit Aşkın, İbrahimOsmanoğlu, Kemal Bayram, Ali Kemal Gözükara, Hasan Kalender, Vehbi Polat, İbrahim Şimşek, Yusuf Gür, Arif Baş, Hüseyin Sezgin, Veli Yazar, Turan Aydoğan, Saffet Çalışır… (Baykurt, 1990: 195, 196). Baykurt, tümünü beğenmekle birlikte Veli Yazar’dan büyük övgüyle söz eder; onun Sabahattin Ali’nin yanına konabilecek güzellikte öyküler yazdığını vurgular. Burada anılan adların salt ozanlar ve yazarlar olduğunu, ayrıca çok sayıda erdemli, yurtsever bilim insanı, siyasetçi, sanatçı yetiştiğini de vurgulamak gerek. Kaldı ki öğretmenlik mesleğinde de sıradışı insanlardır. Kısa sürede sağlanan ve etkisi onyıllarca sürecek başarının ardında Türkiye’nin kendi özellik ve gereksinimlerinden hareket eden, yüzyılların yoksunluğunu, eğitimsizliğini gidermeye yönelik eleştirel, bilimsel, laik, eşitlikçi; aynı zamanda coşkulu, şenlikçe eğitim izlencesi ve dizgesi vardır. Yapay değil, gerçek anlamıyla öyle bir eleştirellik yaşatılmıştır ki öğrenciler, birlikte yemek yedikleri sırada, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün neden başka yemekler yediğini bile sorgulayabilmişlerdir. (Öğrencilerin bu sorusu, İnönü’nün sağlık nedenli perhiz yapması zorunluluğu belirtilerek yanıtlanmış;geçiştirilmemiş, tepki gösterilmemiş, savsaklanmamıştır.)Kuşkusuz öğrencilerin eleştirelliği kadar, her aşamadaki yönetimlerin eleştirellikten gocunmamaları, olumsuz görmemeleri de önemlidir; zaten yönetimin isteği budur. İsmet İnönü’yü anmışken, rastladığı kız öğrencinin heybesinden yiyecekle birlikte bir klasik yapıtın çıkmasından mutluluk duyduğunu da anımsamalı. Bilmeyenler için olay şöyledir: Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 1941 yılında,yurt gezisi sırasında Balıkesir Savaştepe Köy Enstitüsü’nü de gezer. Yanında dönemin Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gülman Paşa da vardır. Gezerken, kümes nöbetçiliği yapan bir kız öğrenciye, Hatice Kolukısa’ya rastlar. Ona azık torbasında neler olduğunu sorar. Hatice Kolukısa peynir, ekmeğin yanı sıra Bakanlık klasiği,Sofokles’in “Antigone”unuçıkarınca İnönü mutlulukla, Abdurrahman Nafiz Paşaya: “Ekmeğin yanında kitap. Köylümüz, kentlimiz, erimiz, generalimiz kumanyasında ne zaman kitabı ekleyecek duruma gelirse o gün Türkiye gerçekten kurtulmuş demektir. Topraklarımızı bilgiyle değerlendirmenin, bilinçle savunur duruma gelmenin başka yolu yoktur” der. (Aydınlanma Devrimi ve Köy Enstitüleri, Mevlüt Kaplan’dan aktaran Karasu, 2017) Temelde bir ekin (kültür) devrimi niteliğindeki Türk Devrimini tüm kurumlarıyla bir bütün olarak görmeli ve kavramalıdır. Daha Kurtuluş Savaşı sürerken Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin kurulması, Mustafa Kemal’in öğretmenlere seslendiği ilk eğitim kongresi, yaklaşık 500’ün üzerinde doğu-batı klasik yapıtının gönüllü aydınlarca çevrilmesi, ulus okullarının, halkevlerinin (ki her biri yazın dergisi yayımlamıştır), Ankara Üniversitesi’nin, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin, Ziraat Fakültesinin, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun kurulması; giderek Etibank, Sümerbank, uçak fabrikası, tarım çiftlikleri, araştırma enstitüleri, bağlı fabrikalar…kurulmasıbirbirine güç veren, biri diğerini besleyen, geliştiren ve bütünlük yaratan büyük atılımlardır. Köy enstitülerine sözkonusu tutarlı ve kararlı eylemler dizisiyle ulaşılır. Köy enstitülerinin yıllık ders toplamı kültür, tarım ve teknik dersler olarak ayrılır; bu toplamın yarısı kültür derslerinden, kalan yarısı ise eşit biçimde tarım ile teknik derslerden oluşur. Diğer derslerin yanı sıra kültür derslerine verilen önem açıkça görünmektedir. Köy enstitülerinde yılda 25 kitap okumak zorunludur. Salt okunmakla da kalınmaz, üzerine konuşulur, tartışılır. Kitapların başat bölümünü klasikler oluşturur. Günümüzde bile çok az kişinin okuduğu klasik oyun kitapları okunur ve oynanır; sahnelenir. Enstitüyü bitiren, görev yerine giden öğrenciye 150-200 kitap verilir. Başarılı öğrencilerin ürünlerinin yer aldığı Köy Enstitüleri Dergisi(ki her sayının basım ve okur sayısı 16.500’dür) adlı dergi yayımlanır.Ayrıca Köye Doğru, Yücel, Varlık gibi dergilerde de öğrencilerin yazıları yayımlanır. Yazısının o dergide yayımlandığını gören öğrencinin eşsiz heyecanını öngörebilirsiniz. Dersleri, öğrencilerle örgensel bağ içinde bulunan yetkin öğretmenler verirler. Örneğin batı yazınını Sabahattin Eyuboğlu, müzik dersini Ruhi Su, Âşık Veysel; Fransızcayı Vedat Günyol…öğretir. Niyazi Berkes gözlemlerde bulunur. Adeta, adı köy enstitüleri konmuş, ülküsel üniversite gibidir. Sabahattin Eyuboğlu, bir de açık kitaplık kurarHasanoğlan’da. “Büyük bir salondaki dolaplardayer alan kitaplar, herkesin eli altındadır. Fırsat bulan, seçtiğikitabı salonda okur, zamanı olmayan, okumak üzere alıpgötürür, bitirince de getirip yerine koyar. Büyük ilgi görmüş,aksamasız çalışmıştır açık kitaplık” (Başaran, 2011: 101). Yaklaşık beş altı yıllık bir etkinlik ve yine onlarca yazar, inceyazın insanı! Böylesi bir tansıksı başarının eşi yok. Vurgulanması gereken bir önemli durum da şudur: Cumhuriyetin hemen öncesi dönemde çok güçlü bir yazın birikiminden söz etmek pek olanaklı görünmüyor. Tevfik Fikret’le sınırlı bir yazın birikimi sözkonusudur. Cumhuriyetin kültür devrimiyle birlikte, köy enstitüleriyle eşzamanlı biçimde doğu-batı klasikleri Türkçeye kazandırılmaya ve bu evrensel değerdeki yapıtlar köy enstitülü öğrencilerce yoğun olarak okunmaya, tartışılmaya; tiyatro oyunları sahnelenmeye başlanır.Bu dönemde, romanda Reşat Nuri vardır ve etkilidir. Yine cumhuriyet döneminde Nâzım Hikmet’in yepyeni ve devrimci şiiri ile Sabahattin Ali’nin devrimci romanı, öyküsü yaratılır. Köy enstitülü yazarlar, zaman zaman ağır sorunlar yaşamalarına karşın, Nâzım Hikmet’in şiirlerine ulaşırlar, hayranlıkla okurlar. Giderek, kitaplar dolusu şiiri el yazılarıyla defterlerine yazar, çoğaltırlar, yayarlar (Fakir Baykurt, ulaştığı, Nâzım Hikmet’in şiir kitaplarını tümüyle defterine yazar ve çoğaltır.) Sabahattin Ali’nin yapıtlarını sürekli okurlar. Kısa zaman içinde, anılan yeni ve özgün eğitim koşullarında yetişen köy enstitülü yazarlar, hızla, kendi köy yaşamı gerçeklerini, sınıfsal çatışmalarını, aydınlanmayı, sömürüye başkaldırı istencini roman, öyküye, şiire dönüştürürler. Dolayısıyla,köy enstitülü yazarlarınTürk inceyazını üzerinde etkilisi açıktır. Adnan Binyazardönemin yazınsal ortamını açıklarken: “Köy Enstitülü yazarlar ürün vermeye başladıklarında Nâzım Hikmet yasaklıydı. Sabahattin Ali'yi katletmişler,toplumun üzerinde korku yaratarak, onun ölüsünü bile bulamışlardı.Aziz Nesin işlerden atılıyor, mahpushanedenmahpushaneye dolaştırılıyordu. Genç kuşak Reşat Nuri'yimodası geçmiş sayıyordu. Ortada yalnızca özentili aşk romanlarıdolaşıyordu. Bugün adlan bile anılmayan yazarlargazetelerde tefrika ediliyor, fi1mler onların aşklarıyla renkleniyordu.Enstitülü yazarlar, kurulu düzenin bu alışkanlıklarınıyararak, topluma unutturulmak istenen SabahattinAli'ye, Nâzım Hikmet'e ulaşmışlardı” diye yazar (Binyazar, 2008: 188). Nüfusun yaklaşık yüzde sekseninin köylerde yaşadığı 1940’lı yıllarda (ki günümüzde bile kent nüfusunun düşün ve yaşam biçimi kentle uyumlu değildir) köyü konu eden, köy özekli bir yazının başlatılmasını eleştirenler; bu tarihsel dönemin yapıtlarını “köy edebiyatı”, “köy romanı”, “köycülük” gibi dillendirmelerle küçültmeye, önemsizleştirmeye çabalayanlar en büyük çelişkiyi barındırırlar: Köyde yaşayacaksın ama köyü yazmayacaksın! Gerçekten mantıktan uzak, usla anlaşılması olanaksız yaklaşımdır. “Her yazar, yetiştiği ortamı yazar; yazdığı ortamın gerçeği ülkesinin, giderek dünyanın gerçeğine dönüşür. Yaşar Kemal Stendhal'ı, Faulkner'i, Tolstoy'u Çukurovalı sayarken bunu belirtmek istiyor” (Binyazar, 2008: 187). Emin Özdemir’in de belirttiği gibi, köy enstitülerinde yetişen yazarların yapıtlarıyla, Türk yazınında “toplumcu gerçekçi” anlayış başlamıştır. “Toplumcu gerçekçiliğin” Türk yazınına girişini sağlayan yazarların her biri benzersizdir, kendine has niteliktedir. Ayrıca köy enstitüleri gerçek anlamda okuryazarlığı, kitap okurluğunu da başlatmıştır. Öncesinde Türk toplumunda bu gelişmeden söz edilemez (Özdemir, “Köy Enstitüleri ve Edebiyat”, 2011: 23, 24). Köy enstitülü yazarların olağanüstü etkisi nitelikli yapıtlarında somutlaşıyor. Bu yapıtlar belli bir dönemle de sınırlı kalmamış, toplumsal değişimi yetkinlikle içsellştirmiş ve yansıtabilmiştir. Bu yapıtlarda uzun zamana yayılan yinelemelere, birbirine öykünmeye rastlanmaz. Her bir yazarın yazın kişiliği de yapıtları arasındaki dönüşüm de ayrı ayrıdır, özgündür. Emin ÖzdemirTürkçenin sevdalısı, usta dilcimiz, anıtlaşmış bilim insanımızdır. Türkçe denince Emin Özdemir, Emin Özdemir denince Türkçe usa gelir. Türkçemize türettiği “seçenek”, “sayısal”, “sözel”, “bilseme” gibi birçok sözcüğü kazandırmıştır. O sözcükleri bin yıldır kullanırcasına benimsiyoruz. Köy öğretmeni döneminde, hakla iç içeyken tanık olduğu acıları,ilk andaki duyarlığıyla dile getirmeyi görev saymıştır. Ayrıca yurtdışındaki eğitim döneminin de etkisiyle, yıllarca üniversite öğretmenliği yaptı. Bilimsel yapıtlarının yanı sıra “Kurmaca Kişiler Kenti”, “Sözcüklerin Vicdanı”, “O İyi Kitaplar Olmasaydı” gibi yapıtlarıylaTürk inceyazınına yeni ve özgün yollar açmıştır. Emin Özdemir, ulusunun dilinde, yazınında yeni boyutlar yaratan yazarlardandır. Adnan BinyazarTürk inceyazınının bir diğer ustasıdır; aynı zamanda yetkin düşünürlerimizdendir, araştırmacılarımızdandır. Binyazar’ın yapıtlarından görkemli bir dil bilinci, incelik, duyarlık yansır okura. “Masalını Yitiren Dev” acılarla süren bir yaşamın, köy enstitülerinin değiştiren, dönüştüren etkilerini anlatır. Yaşamını yitiren bir yazarın uğurlanma töreninde karşılaşan Ahmet Muhip Dıranas, Binyazar’a, “Masalını Yitiren Dev”de anlattıklarını gerçekten yaşayıp yaşamadığını sormak gereksinimi duyar. Adnan Binyazar, Türk ekini üzerine inceleme yapıtları da yayımlar. Yeni öykülerinde izlekleri arasında Almanya gözlemlerini katarak, yazın dilini de tanıklıklarını da diri tutmasını bilmiştir. “Bozkır Aydınlığında Aşk”, “Şah Mahmet”, “Kızıl Saçlı Kontes”…çağımızın evrensel duyarlık ve kaygılarını dillendirir. Kesinlikle geleceğimizin birikiminde yerlerini alan olağanüstü yapıtlardır bunlar. Fakir Baykurt yazın dünyasını, son yıllarında yurtdışında, Almanya’da yaşayarak yapıtlarının, başat kaygısını olmasa bile izleksel, anlatımsal evrenini değiştirmiş; köy enstitülü yazarların en başarılı ve tanınan ustalarındandır. Bu bağlamda “Duisburg Treni”, “Koca Ren”, “Yüksek Fırınlar”, “Yarım Ekmek”, “Barış Çöreği” adlı kitapları anımsanmalıdır. Yetmişli yıllarda kitapla tanışan kuşağın ilk okuduğu, okumayı yapıtlarıyla sevdiği yazarlarımızın başında Fakir Baykurt’un geldiğini söylemek yanlış olmaz. “Tırpan”, “Irazca’nın Dirliği”, “Kaplumbağalar”, “Efendilik Savaşı”, “Yılanların Öcü”, giderek “Amerikan Sargısı” gibi kitapları köy gerçeğini ayrıntılarıyla ve sınıfsal boyutuyla işlerken, aynı zamanda Türk yazınını gerçekçi-toplumcu yönde biçimlendiren bir işlev gördü. “Yılanların Öcü” (iki kez) sinema filmi de yapılarak Türk sinemasını da etkiledi. Baykurt, “Tırpan”ın yazınsal amacını açıklar: “Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır. Kitaplarımız bize ün sağlamaktan, yada kalıcı olmaktan önce, toplumu devrim yönünde etkilemelidir. Hayatı değiştirme amacına yönelmiş bir sanat insanın birleşmesine ve bilinçlenmesine yardımeder." Fakir Baykurt birçok yazısında açıkladığı, köy enstitülerinin yazınsal başarısı üzerine şu karşılaştırmayı yapar: “Devlet varını yoğunu bu okullara (imam hatiplere GG) döküyor. Cumhuriyet ortaokul ve liseleri ise bakımsız. İmam Hatip Okullarında yaratıcı iş eğitimi yok. Özgür okuma yok. Burayı bitirenlerin sayısı yarım milyonu aşmış bulunuyor (1996). Elli yıldır bunlardan bir tek şair, yazar çıkamadı. Buralarda yöneticilerin, parti başkanlarından hiçbirinin oğlu kızı yok. Yoksul halk çocukalrı yeniden ezberci eğitim çarkına teslim edildi” (Baykurt, 2016: 150). Bu karşılaştırma günümüz için de geçerli, yakıcı bir gerçek değil mi? Mehmet Başaran ilgi ve başarı çizgisini söylenbilime değin geliştirebilen yetkin bir ozanımızdır. Sabahattin Eyuboğlu'nun önsözüyle basılan “Ahlat Ağacı” yılın en iyi şiir kitabı seçilerek bütün Türkiye'nin dikkatini çekti. Başaran o dönemin görkemli ekin yaşamını şöyle açıklar: (Sabahattin Eyuboğlu'nun) “Her gelişi ayrı bir muştu, yeni bir işin başlangıcı oluyordu... Dergi Kolu'na uğruyordu önce. Yirmi enstitüden gelen yazıları gözden geçirip 16.500 basan Köy Enstitüleri Dergisi'ne girecekleri seçiyorduk. Sanat çevrelerinden haberler veriyordu bize. Yeni yapıtlardan söz açıyorduk. Kendi basımevimizi kuracaktık yakında. En uzak köşelerden derlemeler yapabilir, en zengin folklor belgeliğini kurabilirdik. En yakın zamanda Pertev (Naili Boratav)Bey'le gelmeyi düşünüyordu. Dergi Kolu'nun düzenlediği kitap tanıtmaları, konferanslar değerlendiriliyordu. Kişiye kendini bulduran, güven veren bir havası vardı öğretmenimizin. Onunla konuşurken tadılmadık hazların, 'delinmedik incilerin' yolları ışıyordu gözümüzde” (Sabahattin Eyuboğlu ve Köy Enstitüleri, Papirüs Yayınları, İstanbul 2001,s.20’den aktaran Binyazar, 2008: 186).Başaran ve Binyazar’ın da vurguladığı gibi, köy enstitülerinin ekinsel başarısında Sabahattin Eyuboğlu, Bedri Rahmi Eyuboğlu, Vedat Günyol, Pertev Naili Boratav, Âşık Veysel, Ruhi Su ve diğer sanatçıların eşsiz emekleri, özverili çalışmaları unutulmaz. Talip Apaydın “Sarı Traktör”, “Yoz Davar” gibi kitaplarıyla köylüye bireysel yazın kişiliği kazandırdığı gibi özellikle “Köylüler”, “Vatan Dediler”, “Toz Duman İçinde” adlı kitaplarıyla Türk Devriminin ve Bağımsızlık Savaşının, devrim karşıtı ataklar sonucunda, amacına ulaşmasının nasıl önlendiğini irdeler. Canlarını ortaya koyup savaşanlar, şehit düşenlerin çocukları yeniden yoksulluğa, sömürülmeye itilmiş; savaş kaçkını fırsatçı çıkarcılar, sömürücüler, derebeyi ve tefeci kan emiciler, her aşamadan işbirlikçi yöneticiler yine egemen olmuştur. Talip Apaydın traktör üzerinden tapıncak (fetiş) olgusunu (ki yapıtta Sarı Traktör diye anılan köylü delikanlıdır) ve yine büyük kente göç gerçeğini yetkin biçimde işleyen yazarlarımızdandır. Osman Şahin Türk sinemasını da olağanüstü besleyen yapıtlarıyla Türk yazınında apayrı bir özgün alan açmıştır. Yapıtlarının görsellik yanı çok etkilidir, güçlüdür. Kırsal insandan hareketle, tinsel ve sınıfsal, her bağlamda insan çatışmalarını evrensel boyutta anlatır. Dolayısıyla Osman Şahin şiddeti, kıyım gerçeğini, kötülüğü de yazınımızda en başarılı işleyen birkaç yazar arasındadır. Anıt Öğretmen Abdullah Özkucuryüz yıllık yaşına karşın hâlâ dipdiri yapıtlar yayımlıyor. Roman, inceyazın tadındaki “Öğretmen Olacağım”, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü”, “Köy Enstitüleri Destanı” adlı anı kitapları köy enstitülerinin nesnel, bilimsel, kesin güvenilir tarihsel kaynaklarını oluşturur. Özkucur Öğretmenin bu başarısının altında günü gününe tuttuğu köy enstitüleri güncesi vardır. Bu gerçeği İsmail Hakkı Tonguç’la, Rauf İnan’la başta olmak üzere, içtenlikli mektuplaşmalarındaki öngörü ve tanıklıklar da göstermektedir. Özkucur’un yeni kitapların hazırlığında olduğunu biliyorum. Ümit Kaftancıoğlu o güzel insanı değerli yapıtlarının yanı sıra “Gah Arzu, gah Kamber…” diye; Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirinden Sevgili Rahmi Saltuk’un güzelim bestesiyle, “Bak şu bebelerin güzelliğine / Kaşı destan / Gözü destan / Elleri kan içinde / Kör olasın demiyorum / Kör olma da gör beni…” diye seslendiği; Muharrem Ertaş’ın “Kalktı göç eyledi Avşar elleri / Ağır ağır giden eller bizimdir…” diye haykırdığı bozlaklı radyo izlencesiyle, o izlencenin girişiyle anımsarız. Bir kuşak bu sesle büyümüşüzdür. Hain, faşist kurşunlarıyla can veren o dünya iyisi insan, “Tüfekliler” adlı romanıyla budunsal (etnik) yanı da bulunan derebeyi egemenlerinin aydınlanmaya, insan sevgisine düşmanlığını çözümler. “Tüfekliler” Kasrı Kancolulardır, Ahmet Türklerdir. Ümit Kaftancıoğlu Türk halkbiliminin de önemli uzmanlarındadır. Ve doğallıkla diğer yapıtları “Dönemeç”, “Tek Atlı Tekin Olmaz”, “Köroğlu Kol Destanları” Türk yazınının başat toplumcu, insancı klasikleri arasındadır. Kanlıdere’nin Kurtları’yla, Kafkas Kızı’yla, Ölü Ekmeği'yle…ezilenlerin, yoksulların dili olmuş Dursun Akçam’ın Cilavuz Köy Enstitüsü aydınlanma savaşımını “Kafdağı’nın Ardı” adlı kitabından okumak başlı başına bir eğitimdir, değişimdir. “Güldürürken ağlatan, ağlatırken güldüren bir yazışı vardır, okuyanda hayranlık uyandırır. TÖS yıllarında öğretmen örgütlenmesine emek verdi. Altta Kalanlar, Alman Ocağı, Dağların Sultanı gibi kitaplarıyla da iş göçünü belgeledi” diye anar Akçam’ı, Fakir Baykurt (Baykurt, 1990: 191, 192). Mahmut Makal, yazmaya başladığında 17 yaşındadır. Yaşar Nabi Nayır’ın büyük desteğiyle Varlık dergisinde ve diğer dergilerde yayımlanan yazılarını “Bizim Köy” adıyla kitaplaştırınca beklenmedik bir etki yaratır. O güne değin bir biçimde sürdürülen “neşeli, mutlu köy” algısı köy enstitülü yazarların yapıtlarıyla (Özdemir, 1990: 169), özellikle de “Bizim Köy”le yıkılmıştır. Makal, çalıştığı köyden yola çıkarak köy gerçeğini; yoksulluğu, bilgisizliği, çaresizliği, sömürüyütüm çıplaklığıyla, nesnel bir yaklaşımla gözler önüne sermiştir. Mahmut Makal, Birleşmiş Milletler Kültür Örgütü UNESCO tarafından yılın genci seçilir ve dünyaya örnek gösterilir. Makal’ın diğer kitapları da Bizim Köy’ü izler. Makal, köy enstitülerinin yaşam ve çalışma ortamını şöyle anlatır: “Birden enstitünün her yanında ve türlü işlerde arılar gibi çalışma başlardı. Dersliklerde ve açık havada ders yapanların deney ve incelemeleri, tartışmaları. Başka bir yerde yapılan müzik dersi ve kulağa gelen mandolin, akordeon sesleri… Demircilik, dülgerlik, biçki dikiş işliklerinde çalışmalar… Yeni yapılan bir yapıda duyulan rende, keser ve çekiç sesler birbirini kovalar. Ötede kazma, kürek, balyoz ve kaldıraçlarıyla taş ocağında çalışanlar. Toprağı sulayanlar, fidanları temizleyenler, danaları, kuzuları güdenler. Bulgur kaynatan, süt sağanlar… At arabası ya da kamyonlarla taş, kum, kireç taşıyanlar. Motor, hızar gibi makinelerin başında çalışan öğrenci kümeleri…” (Makal, 2009). Adnan Binyazar, Mahmut Makal için: “Bir delikanlı çıkıyor, yurdunun sorunlarını topluma duyuruyor! Makal'ın yaşı küçüktü, ama köyden getirdiği ses binlerce yıllıktı.Hititler'den bu yana insan yerine konmamış bir halkınsesiydi bu. Anlattıklarında, Anadolu insan arkeolojisinin tarihigizlidir” (Binyazar, 2008: 185) diye yazar. Ali Yüce, kendine özgü bir şiir dili yaratmış, usta ozanımızdır. Türkçeyi en iyi, en yalın işleyen birkaç ozanımız arasındadır. Boyundan Utan Darağacı (1976), Halk Çağı (1981), Anamı Arıyorum (1983), Ortadoğu Şiirleri (1983), Şiir Sıcağı (1984), Antakya Çarşıları (1986), Şiir Tufanı (1989), Taş Tanrılar (1990), Asılacak Kitap (1991) ve Çocuklar İnsan Tomurcukları (1997) gibi kitapları Türk şiirinin önemli yapıtlarıdır. Şeytanistan (1999) adlı anı romanı da çok değerlidir. Ali Dündar, Türkçenin sevdalısı usta yazarlarımızdandır. Dil yazılarıyla Dil Devriminin korunup geliştirilmesi yönünde bir ömür emek vermiştir. Ali Dündar’ın dilciliği yanı sıra, yönetiminde görev aldığı Köy Enstitüleri Dergisi’nde yayımladığı usta işi öykülerinden oluşan Ekmek Kokusu (1992) adlı öykü kitabını çok az kişi bilir. Mahmut Makal, “Ekmek Kokusu” için şunları yazar: “Tadı okuyanların damağında kalan bu anlatıları Ekmek Kokusu’nda okuyacak ve taptaze kalışlarına, güzelliklerine şaşacaksınız; canlılıklarını anlattıkları gerçeklerden aldıklarını duyumsayacaksınız. Ali Dündar, Köy Enstitülerinde okuyanlar içinde yazın ve düşünce dünyasına açılan ilk öğrencilerdendir. İlk öğrencidir, desek yanılmış olmayız.” (Makal, Dündar, 1992 önsöz.) Fakir Baykurt ise “PazarörenliAli Dündar'ın güzel öyküleri Turgut Kavraal'ın resimleriyle basılırdı” diye belirtir. Osman Bolulu, Dalların Ucundaki (1955), Bileşim Çizgisi (1963), Yurt Boyu Sevişmek (1992), Taşın İyisi (1992), Uzun Koşu (1994), Güle Yolculuk (1996), Yağmur Sonrası (1998), Belleksiz Toplum (1995), Korkacaksan Kitapsızlardan Kork (1995), İnsan insana Eklene Eklene (1998), İnsanlığın Solmaz Gülleri (2000) başlıca yapıtları olan, Türkçeyi tutkuyla seven usta yazar ve düşünürümüzdür. Osman Nuri Poyrazoğlu da deneme ve inceleme üzerine yoğunlaştı. Osmaniyeli Mektuplar (1998), Mektupların Tanıklığı (2003) Kitap Kitap Şiir Gelir Bizlere (2000) gibi yapıtlarıyla Türkçemize güçlü katkıda bulundu. Dostlarının “Emmi” diye seslendikleri Musa Uysal,öğretmen örgütçülüğüne de büyük emek veren, toplumcu görüşleri uğruna hapis yapmış, yoksunluklar yaşamış yazarımızdır. Nereden Nereye (Anı-1993), Üç Atlı (Roman-1998), Sefure(Öykü-2007) Uysal’ın yazınımızda kalıcılaşmasını sağlayan başlıca yapıtlarıdır. Yazını insancı çizgidedir; tarihsel çatışma ve kardeşlik, barış izleğini bilinçle işler. Yusuf Ziya Bahadınlı, yine usta yazarlarımızdan. yazınsal başarısı ve siyasal savaşımıyla kalıcılaştı. “Yozgat'ın Bahadın köyünden gelen Yusuf Ziya Bahadınlı, romanlar, öyküler, sözlükler, gezi yazıları yazarak, yayımcılık yaparak yazın dünyamıza katkılarda bulundu. Pazarören'den yetişen Bahadınlı, Türkiye işçi Partisi'nden milletvekili olarak Meclis'e girdi. Yazınımıza Güllüceli Kazım, Gemileri Yakmak, Haçça Büyüdü Hatiş Oldu, Açılın Kapılar gibi kitaplar kazandırdı. Bahadınlı,12 Eylül öncesinin faşistlik dolu, vurup öldürmeli yıllarında yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Nürnberg'te, Berlin'de, Hanrıover'de öğretmen olarak çalıştı, emek göçünün kahramanlarını da roman ve öyküler halinde anlattı” (Baykurt, 1990: 192). Behzat Ay köy notları yazarak başladığı yazın yaşamında köyden kente göçün ilk romanı sayılabilecek “Dor Ali”yle büyük etki yarattı. Bu başarıyı “Sürgün”, “Sis İçinde” romanları izledi. Ayrıca Atatürkçülüğü en doğru açıklayan yazar ve düşünürlerden olduğunu da eklemek gerekir. Hasan Kıyafet “Komünist İmam”, “Barac”, “Radar”, “Başlayan Kavga”, “Bizim Lise”, “12 Mart Fıkraları” adlı kitaplarının yetkin yazarıdır. Emek izlekli yazınımızda apayrı bir değerli yeri vardır Kıyafet’in. Aynı zamanda TÖS'ün saflarında örgütçüdür. Fakir Baykurt, Kıyafet’in, Ünye fındık işçilerinin zor yaşamını anlattığı “Yaşamak Yasak” adlı romanını, haklı olarak, çok önemsediğini belirtir. *** Köy enstitülerinin yetiştirdiği en başarılı yazarlardan Adnan Binyazar köy enstitülerinin ekinsel yanını şöyle anlatır: “Köy Enstitüleri kitap demekti. Enstitüye başlayanların çoğu daha ilk günden kitaplığa girer; bilimleri, sanatları, doğayı öğrenmiş olarak, hayata karışırdı. Enstitülerde hayatla düşünceyi kitap kaynaştırıyordu, Enstitülü için, kitapla donanmamış bir hayat ‘hayat’ değildi. Öğrenciler enstitü ortamında kitapla soluk alıp veriyorlardı. Okuya okuya, o kitaptan bu kitaba geçe geçe, iyi kitabı kötüsünden ayırmayı yine kitapla öğreniyorlardı. Kitap adına beyni abur cuburla dolduran yayınlar enstitünün kapısından içeri girmiyordu. Böyle kitaplara gereksinim de duyulmuyordu. İyi kitabın ölçüsü belliydi; enstitünün en güzel yerlerinden olan kitaplığın raflarını Hasan-Âli Yücel döneminde hızla basılan klasikler dolduruyordu. Böylece öğrenci, enstitüde, piyasa malı kâğıt yığınlarıyla değil, yüzyılların süzgecinden geçmiş soy yapıtlarla karşılaşıyordu. O kitaplar doğayı, insanı gerçek boyutuyla veriyordu. Atatürk, Türk insanını tanımlarken, onun zekâsını, çalışkanlığım, güzel sanatlardaki üstün yeteneğini öne çıkarır. On bir-on iki yaşlarındaki çocuklar,bir-iki ay içinde mandolin çalarak, ellerinden kitap düşürmeyerek bunu kanıtlıyorlardı” (Binyazar, 2008: 183). Binyazar’ı ve onun üstün, dünya ölçeğinde yapıtlarını da yaratan köy enstitülerinin kısa sürede oluşturulmuş,sözkonusu olağanüstü gelişkin yapıdır, elverişli koşullardır. Kuşkusuz çağının en ileri eğitim kurumunun kurucu öncüleri başta Hasan-Âli Yücel ile İsmail Hakkı Tonguç’tur. İsmail Hakkı Tonguç sürekli özveriyle dolu ömründe Türkiye’yi karış karış gezmiş, gözlemlemiş, halkla iç içe olmuş; en uygun eğitim ve ekin yöntemini belirlemiş ve uygulamıştır. O, enstitülülerin “Tonguç Baba”sıdır. Rauf İnan, Ferit Oğuz Bayır, Hürrem Arman gibi erdemli eğitimciler Tonguç’un yakın çalışma arkadaşlarıydı. Fay Kirby, bugün bile aşılamamış yapıtı “Türkiye’de Köy Enstitüleri”ndeönemli belirlemelerde bulunur: “Köy Enstitüleri'nin çağdaş Türk kültürünün gelişimine etkisini Türk okuyuculara bizim anlatmamıza hiç gerek yoktur. Dil, yayın, toplumsal eleştiri, sanat ve yazın alanlarında Enstitülerin etkisi herkesin görebileceği duruma gelmiştir. Dil ve edebiyat yolu ile Enstitülü yazarların halk biçemini ve sözcüklerini yazıya geçirmeleri eskiden Gökalp'in düşündüğü ya da Dil Kurumu'nun gerçekleştirmeye çalıştığı dil ve edebiyat devriminden daha kökten yenilik olanakları için umut vermektedir. Burada şu nokta üzerinde durmak isteriz: Makal, Baykurt gibi okuyucu kitlelerinin çok iyi tanıdığı yazarlar ne rastlantı ürünleridir, ne de Enstitülerin kültür alanındaki yaratıcılığı kendini yalnızca edebiyat alanında göstermiştir. Köy Enstitüleri'nin öğrencilerini yüksek bir kültür düzeyi ile karşılaştırması ve onları o düzeye çıkarması sonucu, çok sayıda yaratıcı yazarın ortaya çıkması kaçınılmazdı. Klasiklerin çevirilerini, Enstitü'de olsunlar ya da olmasınlar, ortalama Köy Enstitüsü öğrencilerinin okumaları, yoğun bir şekilde tartışmaları, güçlü bir okuma ve nitelikli kitaplar arama alışkanlığını yerleştirmiştir. Enstitülerde yaratıcı edebiyata çok önem verilmesi ve öğrencilerin özendirilmesi, onları güçlü bir edebiyat anlayışı ve eleştirisi düzeyine çıkarmış, yetenekli yazarların gelişmelerinin temelini oluşturmuştur” (Kirby, 2015: 362). Fay Kirby, enstitülerin etkilerinin salt öğrencilerle sınırlı kalmadığını, ulusa yayıldığını, toplumun düzeyini yükselttiğini, kitapsever, beğeni düzeyi yüksek, seçici bireyler yarattığını vurgular. Emin Özdemir köy enstitülerinin “bilinçli okur yetiştirme” ve buna koşut “düzeyli yayın dünyası oluşturma” işlevini belirtir. Özdemir’e göre, enstitülü yazarların yapıtlarında “halkçılık” egemendir. Konusal ortaklık sözkonusudur ki bu konular genellikle köy sınıfsal çatışmalarıdır. Gerçekçiliğin verilerinden yararlanmaları özgün ya da ortak, canlı, inandırıcı yazınsal “tip”ler yaratmalarını sağlamıştır. “Halkın dilinde yaşayan ancak yazı dilinin çevriminde yer almamış söz değerlerinin (deyim, atasözü, kalıp söz, ikileme, yerel sözcükler vb.) yazı diline girmesinde de Köy Enstitülü yazar ve ozanların büyük payı olmuştur. Böylece yerel ve yöresel renkleryazınsal ürünlerin anlatım örüntüsünde yer almıştır. Şu da söylenebilir yazın haritamız ülkeyi bütün bölgeleriyle yansıtacak biçimde genişlemiştir. Daha kuşatıcı bir deyişle, yazınımızla coğrafyamız bütünleşmiştir(Özdemir, 1990: 169-172). Emin Özdemir’in de vurguladığı, Dil Devrimi-köy enstitüleri ilişkisi çok önemlidir. Anılan tüm yazarlar, yapıtları yoluyla Türkçemizde halk sözcüklerini çoğaltmalarının yanı sıra, öz Türkçeyle yazarak, anadilimizin daha da arılaşmasına, özleşmesine çok değerli katkı sağlamışlardır. Güç beğendiği bilinen Nurullah Ataç da yüceltici bir bakışla şunları yazar: “Edebiyatımızda bir çığır açılıyor. Onların karşısında biz küçüklüğümüzü anlamalıyız. Yurdu da, yurdumuzla birlikte edebiyatımızı da bugünkü gençler, bu Makal’lar kuşağı kurtaracaktır. Gerçeği onlar getiriyor edebiyatımıza. Hepsi de yurda değinir değinmez en güzel dili, en temiz dili buluveriyorlar. Makal’ın, Dündar’ın yazılarını okuyorum da bizim dil kavgalarımızdan utanıyorum doğrusu.” (Ataç’tan aktaran Makal, Köy Enstitüleri ve Edebiyat, 2011: 113). Fakir Baykurt enstitülerin başarısının temelinde Türkçe ve yazın öğretim izlencesinin çağdaşlığını da görür: “Köy Enstitülerinin öğretim programlarında Türkçe dersleri ve giderek yazın öğretimi için söylenenler son derece yalındır. Enstitülerde toplanan çocuklar köylerden getirdikleri değerlerden koparılmayacak, içinde yaşadıkları gerçeklerin ayırdına vardırılacaklar. Ders kitapları yaşamı iyileştirici, ilerletici istekler uyandıran metin ve sorularla düzenlenecek. Öğrenciler köyde ve enstitüde yaşanan gerçekleri, sözlü ve yazılı olarak anlatmaya özendirilecek. Onların anlatım yetenekleri geliştirilirken, Türkve dünya yazınından seçilen metinler topluca incelenecek, değerli kitaplar günde en az birer saatlik özgür okuma saatlerinde okunacaktır. Öğrenciler bunları kendi kendilerine özümleyebilmek için, sorularını aralarda dolaşan öğretmenlere sorabilecek, birbirleriyle, öğretmenleriyle tartışabilecekler. Giderek kitap tanıtma yazıları yazacaklar, yerli yabancı yapıtları tanıyıp öğrenecekler; bunları kendi gelişmelerine besin yapacaklar” (Baykurt, 1990: 182). Baykurt’un özlüce açıkladığı izlence kâğıt üzerinde kalmamış, her yanıyla, ayrıntılarıyla uygulanmış ve yaşanmıştır. Öğretmenlerin çoğunluğu tutkuyla, coşkuyla çalışmışlardır. Çifteler’de Müdür Rauf İnan, Beşikdüzü’nde Hürrem Arman’ın öğrencilere sesli kitap okuduklarını da yine Baykurt’tan öğreniyoruz. Gerçek aydın olup da köy enstitülerine ilgisiz kalmak, enstitüler üzerine düşünmemek olanaksızdır. Usta Ozan-DüşünürCeyhun Atuf Kansu da çok önemli belirlemelerde bulunur: “Düşünce hayatımızın yeni kaynakları Köy Enstitüleri Dergisi’nde enstitü öğrencilerin toprağa basan yazılarını okuyunca, hiç şaşırmadım. Bu yazılar kentli okumuşlardan gelemez. Üniversite yıllarımda Çehov’un Vişne Bahçesi’ni seyrettim. Ama onun özüne, bir enstitü öğrencisinin yazısını okuyunca vardım. (…) "Köy Enstitülerinin durumu ise bambaşkadır. Burada okuryazarların düşünceleri gerçek hayata bağlanmakta, her gün insan düşüncesini biçimleyen, sağlamlaştıran bir toplum olayı, bir doğasal olay gelip düşüncenin kaynağına yerleşmektedir. Böylece düşüncenin yalnızca kitaba bağlılık yüzünden yitirdiği canlılık ve sağlamlık hayata ve toplumun yazgısına yönelince, yeniden canlanmakta, yeniden bir tür okuryazar topluluğu içinde canlı, sağlam düşünceler belirmektedir” (Kansu’dan aktaran Makal, 2011: 112). Köy enstitüleri izlencesinin kararlılıkla sürdürüldüğü dönemde, dünyayı gezmekte olan, başkan adayı da olmuş bir Amerikalı, Wendell WillkieAnkara’ya da uğrar ve köy enstitülerini de içeren deyim yerindeyse sıcağı sıcağına gözlemlerine, gezinin ardından yazdığı ve “Tek Bir Dünya” adıyla Türkçeye de çevrilen (1944) kitabında bir bölüm olarak yer verir. Willkie şunları yazar: “Yakınş arkın karıştığı, değiştiği hakkındaki hisler, Türkiye'de birer kanaat haline geliyor. Çünkü bir vakitler Osmanlı İmparatorluğunun yayıldığı bu vasi sahada Türkiye Cümhuriyeti, bir nesillik bir zaman içinde, bugün olan bitenler için kabule değer bir nümune yaratmıştır. Rusya hudutlarına, Çin'e, Hindistan'a kadar görülen her şey, Türkiye'nin bugün bir Amerikan kafasına şu veya bu şekilde işlediği fikirleri kuvvetle teyit ediyor. "Türkiye genç bir cumhuriyettir. Cümhuriyetin 19’uncu yıldönümünü daha geçen sonbaharda kutluladı. Türkiye, Avrupa komşularının bir kısmından daha zayıftır. Ben oradayken konuştuğum her Türk, memleketinin bir gün hücuma uğrayabileceği ihtimalini bütün çıplaklığile müdrikti. Nihayet Türkiye bugün eskisinden çok küçüktür. Bir vakitler etrafa yayılan İmparatorluktan bugün temiz, müttehit bir millet doğmuştur. "Genç, nisbeten zayıf ve küçük olmasına rağmen Türkiye'yi iyi buldum. Türkiye'yi iyi buldum; çünkü tarafsızlığını korumak için Türkiye, elindeki bütün kuvvetleri kullanmağa açıkça azmetmişti. Türkiye'yi iyi buldum; çünkü Türkiye yüzünü modern dünya tarafına döndürmüş, yorulmadan, süratle, binasını yapıyor, kuruyordu. Türkiye'yi iyi buldum; çünkü Türkiye'de üniformalı olsun, üniformasız olsun, uğurunda çarpışmağa değer bir istikballeri olduğu dürüst ve sert yüzlerinde okunan İnsanlar gördüm. Nihayet Türkiye'yi iyi buldum; çünkü bana öyle geldi ki, Türkiye'de benliğini bulmuş bir millet vardır. Bu da, sıhhat, tahsil, hürriyet ve Demokrasi fikirlerinin arttırılması düşüncesinin dünyanın en eski köşelerinde olduğu gibi en yeni köşelerinde de varit olduğuna işaretti. "Ankara dünyanın büyük merkezlerinden biri değildir. Bu modern şehrin bir tepe üzerinde kalmış eski bir kısmı vardır ki, sanki Türklere ne kadar ilerlediklerini göstermek maksadile orada bırakılmıştır. Genç cümlıuriyetin Atası, Atatürk'ün üzerine evini kurduğu diğer bir tepeden, aşağı doğru yürürseniz, ağaçlarla gölgelenmiş geniş kaldırımlı bir sokak sizi şehrin merkezine getirir. Sokaklar otomobille doludur. İnsanlar iyi giyinmiş ve meşguldür, binalar yeni ve göz alıcıdır. "Bir gün otomobille, Ankara dışına çıkarak altmış kilometre kadar şarka gittim. Şehrin sınırları dışında kendinizi kadim Anadolu'da buluyorsunuz. Arazide, Atatürk'ün. Osmanlıların an’anevi payıtahtı olan İstanbul'a ne için arakasını dönüp, merkez şehrini Anadolunun ortasında kurduğunu anlatmağa yarıyan sert ve kuvvetli bir çehre görülüyor. "Evvelemirde, bu, hücum edilmesi güç bir memlekettir. İyi terbiye görmüş ve iyi teçhiz edilmiş ufak bir ordu, böyle bir araziyi makineli orduların istilasına karşı uzun bir müddet müdaf'aa edebilir. "Gezintimizi yaptığımız gün dağlarda, çobanlar sürülerini otlatıyorlardı. Fakat burada bile, Türkiye'nin bir cumhuriyet olduğu on dokuz senedir büyük bir gayretle ilerlettiği yapıcılığın emarelerini görmek kabildir. "Ameleler şarka giden yem bir yol yapıyorlardı. Yolda silindirleri, taş kırıcıları çalışır gördük. Günün birinde Anadolu'nun büyük bir kısmını zengin zirai topraklar haline sokacak irva ve iska emareleriyle karşılaştık. Türkler umumi tahsil, irva ve iska hususunda gösterdikleri terakkiden, sanayide gösterdikleri inkişaftan büyük bir iftihar duyuyorlar ye yaptıklarını, yapmakta olduklarını bize göstermek istiyorlardı. "Bir köyenstitüsü görmek için ziyaret ettiğimiz bir köyde, şu kaynağı etrafına bir ev kurmuşlardı. Beton ve camdan yapılmış olan bu ev şehrin tam merkezinde idi. Bir tarafta içilecek su, öte tarafta ise çamaşır yıkamak için tertibat alınmış ve köyün çocuklarına da içinde oynamaları için bir akar su ayrılmıştı. "Bu hoşa giden imar manzarasına bakarken, civardaki bir evin damı üzerinde, hâlâ eski adetlere uyarak, hareketsiz oturan peçeli kadınlar gördüm. Fakat bununla beraber, benim gibi berrak suya bakarak bu iyi yeniliği heyecanla seyreden kız ve erkek çocukları da gördüm. "Türk sanayiinin kısa bir zaman içinde görülmesi maddeten mümkün olan misallerini gördüm. Bunlar, vüs'atleri bakımından kıyas ederseniz, günün birinde memleketlerine hücum edebilecek olan düşmanın sanayii kadar göz alıcı değil. Fakat evsaf bakımından, ilerisi için verdikleri ümit bakımından bir hayli göz alıcıydı. Uçak meydanları, makineli ordu malzemesi, ve en ileri tarzda bina inşaatı gördüm. Bütün bunları ve fazlasını gördüm. Ve bir kere daha kani oldum ki sanayi inkılabı ne tek bir milletin, ne de tek bir ırkın malıdır. (…) "Bugün modern hayat tarzlarınıarıyan, bu yolda modern hayatın gerektirdiği aletleri kullanmağı öğrenmeğe başlamış olan Türkleri durdurabilmek çok güç olur. (…) "Türk köylerinde, tahsilin, tahsili tabii görmeğe alışmamış insanlara ne ifade ettiğini görürsünüz. Ben, hocalar ile birlikte kendilerinin yaptıkları basit bir köy mektebinde durarak Türk çocuklanın milli marşlarını söylerken dinledim. Bu çocukları bir zamanlar Anadolu'da gelişmiş zanaat hareketlerinden doğma halk danslarını öğrenirken seyrettim. Bu çocukların öğretimi modern maarif metodlarına uygundu ve mesela dersleri arasında, fenni ziraat okuyorlardı. "Bu, bir dönüm noktasıdır. Bir daha geriye dönülmiyen bir dönüm noktası. "Modern Türkiye, gençliğine, halkının hürriyet ve müstakil idare bakımından tecrübesizliğine rağmen uğrunda behemehal çarpışılacak varlıklara sahip bir memlekettir. Bu, konuştuğumuz adamların yüzünde okunuyor, söylediklerinde duyuluyor, ve bunu, Ankara gibi yeni şehirlerinde, gördüğümü söylediğime benzer eski köylerinde büyük harflerle yazılı buluyorsunuz” (Willkie, 1944: 46-50). Yayılmacılığın baş gücü Amerika Birleşik Devletleri, Willkie ve benzerlerinin anılan belirlemelerini, kendisi için “tehdit” olarak değerlendirdi ve Türkiye sömürücü sınıflarını harekete geçirerek köy enstitülerini kapattı. (Bu arada, W. Willkie’nin debu övgülerine karşın, ABD yönetimine yazanak ulaştırmadığı, gözlemlerini, başarının devasa boyutunu iletmediği düşünülemez.) Yine ABD başta olmak üzere yayılmacılar günümüze değin, Türkiye eğitim siyasasını belirlediler. (Giderek, bazı yazanakların, Milli Eğitim Bakanlığı belgelerinin üzerindeki ABD izinin, İngilizce yazıların silinmesi unutuldu; bu ilginç durumun haberlerigazete belgeliklerindedir.) Köy enstitülerinin kapatılış sürecinin 1946’da, CHP yönetimi döneminde başladığı açık gerçektir. Ne ki o dönemde CHP’den başka parti yoktur; izleyen yıllarda Demokrat Parti, CHP içinden, devrim karşıtlarının siyasal örgütü olarak çıkacaktır ve enstitülerin kapatılmasının kesin hamlesini DP, 1950’li yılların hemen başında yapacaktır. Köy enstitülerini, devrimin kurucu partisi bağlamında CHP’nin kapattığını savlayanların; DP kurucularının, Çiftçiyi Topraklandırma Yasası tartışmalarının ardından neden CHP’den ayrıldıklarını da açıklamaları gerekir. Bu çok önemli bir ayrıntıdır; göz ardı edilmemelidir. Ayrıca CHP’nin, köy enstitüleri yoluyla kendine “oy deposu” oluşturmak istediği, ancak eğitilen öğrenci kitlesi niteliğinin bu amacı aştığı yönündeki savın da dayanağı yoktur. Şöyle ki böyle bir amacı güden yönetim, yaklaşık 500’ün üzerinde doğu-batı evrensel klasik kitabını çevirtip okunmasını sağlamaz. Bu tür bir eleştirel eğitimin, “güdüm” amacını aşacağını kim olsa bilir. Yine böylesi bir durum amaçlansa, Anadolu Uygarlıkları Müzesi, DTCF, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, tarım araştırma çiftlikleri, TCDD, TMO, TC Ziraat Bankası, tarım birlikleri, kooperatifler (örneğin Taşucu…), Sümerbank, Etibank…kurulmaz. Kurulsa da yapılanların binde biri “güdüm” amacı için yeterdi; fazlasına gerek yoktu. Gerçekten de ortaya atılan bazı savlar tümüyle dayanaksız, tutarsız ve bilimdışı. Yazın alanında Attilâ İlhan ile Kemal Tahir’in yapıtlarıyla belirttikleri yaklaşımları da bu kapsamdadır. Attila İlhan’ın köy enstitülerini “angarya” yeri gibi gösteren çarpık anlayışı neredeyse tüm yaşamını kaplayan İsmet İnönü düşmanlığından kaynaklanır ve benimsenecek hiçbir yanı bulunmamaktadır. Kemal Tahir ise “Bozkırdaki Çekirdek” adlı tezli romanında, köy enstitüleriyle, deyim yerindeyse toplum mühendisliği yapıldığını, tek parti yönetiminin köyden kente göçü engellemeye çalıştığını, rejim bekçisi köy aydını yetiştirmek istediğini, tepeden inmeci bir uygulama olduğunu, oysa ne yapılırsa yapılsın toplumun geleneğinin değiştirilemeyeceğini savlar. (Kemal Tahir’in, cumhuriyetin en değerli eğitim kurumuyla ilgili yaklaşımında da Abdulhamit’in yaveri bir babadan, sarayla ilişkili bir aileden gelmesinin payı bulunduğu olasılığını düşünmek çok mu olur?) Bu ve benzer köy enstitüleri karşıtı, (giderek, Türk Devrimi karşıtı) savlar dayanaksızdır, nesnellikten uzaktır. Dayanaksızdır, çünkü köy enstitülerinin yetiştirdiği onlarca yazarın, bilim insanının, araştırmacının yine yüzlerce kitabı, binlerce makalesi, tanıklığı; ayrıca dönemin ekonomik, toplumbilimsel, siyasalbilimsel yapısı üzerine yapılan çok sayıdaki üniversite özekli bilimsel araştırma, sözkonusukarşı savların hiçbir bölümünü doğrulamıyor; tersine çürütüyor. Demek ki bu karşı savlar birer “senaryo”dan başka bir nen değildir. Köy Enstitüleri Dergisi’nin 16500 basım-okur sayısı bile başlı başına bir ölçüttür. İzleyen dönemlerdeki, hele de günümüzdeki (2017) dergi, kitap basım sayılarına bakılmasını salık veririz! Kaldı ki gerçek aydın, halkının eleştirel nitelik kazanmasından, dünyayı kavrayabilen bir bakış edinmesinden, sömürü ilişkilerini ortadan kaldırmasından mutluluk duyar; rahatsızlık değil. Hele de bu tansıksı başarı altı yıl gibi kısa sürede sağlanmışsa “hayranlık” da duyması beklenir! Cumhuriyetin yeni insanını belirleyen somut kanıttır köy enstitüleri. İkinci cumhuriyetçi başlığı altında anmanın hiç de yanlış olmayacağı bir kesim var ki bilimdışı (ki neyin bilimdışı sayıldığı yazımızın başında açıklanmıştır) savlarını onyıllardır yineler dururlar; köy enstitüleri de bu salvolardan, dayanaksız sözlerden payını alır! Çalışmamızda bu kesimden, örnek olarak iki adın savlarını anılacaktır: Ayşe Buğra ile M. Asım Karaömerlioğlu. Yaklaşık ortak savlarına göre, köy enstitüleri köylüyü köyde tutmak, köylünün kente göç etmesini önlemek, “tecrit politikası” uygulamak yoluyla, “…köyün bir kenarda kalması ve ortaya çıkıp kendisiyle ilgili fantezilerin tadını kaçırmaması” amaçlanmıştır. Aşar Vergisinin kaldırılması da bu amaca dönüktür. “…köylüyü onun toplumun bütününe entegre olmasını sağlamak amacıyla eğittiğini söylemek imkânsız”dır. Eğitim siyasası “fırsat eşitliği” yerine “köyün ihtiyaçları” biçiminde formüle edilmiştir. Aslında köylünün çok eğitimli olması istenmemiştir; “kıraat ve imlayı öğrenen her çocuğun ondan sonra okuyacağı dersler, aynı zamanda tarlada tatbikatını göreceği ziraat dersleri olmalıdır” anlayışıyla uygulamalar yapılmıştır (Buğra, 2004). (Prof. Dr. Ayşe Buğra, bu yazısında cumhuriyet yönetimini “dilenci düşmanı” göstermenin de yollarını denemiştir.) Halkın işçileşmesini istemeyen, böylesi bir duruma “kuşkuyla” bakan köycülük ideolojisini benimseyen cumhuriyet kadroları, “Nazi hareketinin önemli ideolojik dayanaklarından birisini teşkil” eden “köycülük” düşüncesini benimseyerek köy enstitülerini kurmuştur. Ayrıca “yeterince ‘milliyetçi’ bulunmayan köylülerin milliyetçileştirilmeleri amaçlanmıştır. Köy çocukları enstitülerin kuruluşunda çok çalıştırılmıştır ama tüm olarak öğrencilerin ve öğretmenlerin belirgin “şevk”leri, “çalışma azimleri”, “idealistlikleri” kayda değerdir. Küçük burjuvazi ve toprak ağaları+büyük burjuvazi ayrımı ve karşıtlığı gerçek değildir, “senaryo”dur; köy enstitülerinin kapatılmasında böyle bir sınıfsal çıkar çatışmasının etkisi yoktur. Çünkü yönetici kadro arasında “ideolojik farklılık” yoktur. CHP içindeki ayrılıkların köy enstitülerinin kapatılmasında önemli bir rolü olduğu doğru değildir. Kemalizmin ilerici kanadı diye “tahayyül” edilen kesim de enstitüleri kapatmak istemiştir. Büyük “toprak sahiplerinin” enstitülerle mücadele ettikleri ampirik veriler tarafından doğrulanmamaktadır. Zaten köy enstitülerinin kurulduğu yerlerde büyük toprak sahipliği yoktur, küçük toprak sahipliği vardır. Hem CHP yöneticileri solcu falan da değildir, kendilerini 1960’ların ortalarına kadar solcu diye tanımlamamışlardır. Enstitülerin söyleminde doğaya hükmetmek, doğayı sömürmek…egemen düşüncelerdendir. Tüm Kemalist iddiaların tersine, cumhuriyet halkçılığında halk ile elit arasındaki farkın korunması esastı ama öğrencilerin ulaştığı nokta bu söylem düzeyini aşmıştı, ötesine geçmeye, haksızlığa tahammül edemeyen “tip”ler yetişmeye, hatta “kolektif” bir bilinç ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu durum tek parti döneminin normlarına taban tabana zıttı. (Karaömerlioğlu, 2001). (Yine Prof. Dr. Karaömerlioğlu’nun Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu Kemalistlikle örtük de olsa “suçladığı”, onun karşısına Sabahattin Ali’yi koyduğu, satır arasında, Atatürk’e suikastın, “muhalifleri imha” fırsatı olduğunu ima ettiği yazısı için bakınız “Erken Dönem Türk Edebiyatında Köylüler”, Doğu Batı Dergisi, Edebiyat Üstüne, S. 22, 2013, s. 107-133). Bir kesimce,hiç eksilmeyen akçalı kaynakların, “üniversite” olanaklarının da oluşturduğu elverişli koşullarda yıllardır dillendirilen bu ve benzer “görüş”lerhemen ilk anda, “öküz altında buzağı aramak” deyişini anımsatsa da yanıtlamak, zayıflığını us yoluyla ortaya koymak işimiz oluyor. Aslında çalışmamızın ilk bölümünde de sözkonusu çarpık bakışların yanıtlarını bulmak olanaklıdır. İkinci Cumhuriyetçi metinlerin hemen tümünde, anlaşılması olanaksız bir Türk Devrimi, cumhuriyet “düşmanlığı” fışkırmaktadır. Bu nedenle de bilimsellikleri daha ilk saniyede ortadan kalmaktadır. Öyle pozlarda, görünümdeler ki sanırsınız yaşamları köyde geçmiş köylü sevdalısıdırlar. Köylü denince yanıp tutuşmaktadırlar! İşi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” romanında köylülerin insan sayılmadıklarını, onlardan tiksinti duyulduğunu, köylü kadınların cinselliklerinin bile bulunmadığını savlamaya değin vardırırlar (Karaömerlioğlu, 2013: 112). Köylüleri, olduğu gibi kalmalarını, giderek dinsel (tarikat, cemaat…), budunsal yönlendirmelerle geriye gitmelerini isteyerek; bu planları destekleyerek “seviyorlar.” Osmanlının tarikatları bile “iyi”, cumhuriyetin aydınlık okulları “kötü”! “Osmanlı döneminde değişik cemaatler ile devlet yönetimi arasında çeşitli arabulucu (mediating) kurumlar vardı. Aslına bakılırsa bu, aynı zamanda bir gereksinimdi de. Örneğin Müslüman cemaatler açısından tarikatların zaman zaman böyle bir işlevi yerine getirdiği söylenebilir” (Karaömerlioğlu, 2014). Cumhuriyet halkçılık diye bir nen uyBİR AMERİKALININ KÖY ENSTİTÜLERİ GÖZLEMLERİ
'İKİNCİ CUMHURİYETÇİ' YAKLAŞIMIN HATALARI
YORUMLAR