Bu yazı bir şekilde ileriki zamanlara belge niteliğinde kalsın ve Türk tiyatro tarihinde yer edinsin diye yazıyorum.

Edinecek mi? Şüphesiz ki, edinecek.

Çünkü, gerçekten kronikleşmiş bir derde parmak basıyor. O anlamda, siz de bu yazıyı internette dolaşıma girdiği andan itibaren sık kullanılanlar bölümünüze ekleyin, bir çıktısını da saklayın. Zaten, ben yazdığım bütün yazıları (internette olanları bilhassa) ayrıca ‘’word’’ belgesi olarak da bir yerde muhafaza ediyorum, ki, ‘‘Türkiye: Ne Yaşanabilir Ne Terk Edilebilir’’ adlı kitabım o tarz yazılardan oluşmuştu, mesela. Yani, işin basım aşaması da var.

Hatta, o kitapta da ‘‘Kültür-Sanat Simsarlarının Timsah Gözyaşları’’ adlı bir yazı yazmıştım; 2010 yılında İstanbul Kültür Başkenti projesinde dönen dolapların, iktidarından tiyatrocularına/sanatçılarına değin nasıl yayıldığını kısmen imlemiştim. Hatta, Türk tiyatrosunun önemli isimlerinden biri sayılabilecek Musahipzade Celal ve onunla birlikte Darülbedayi merkezli yapmaya çalıştığım kültür projesinin de niye baltalandığını değerlendirmiştim.

Eğer, benim sunduğum proje kök-kültürel kılcallara dair temel bir gönderme değilse, asıl kültürel olan nedir diyerek, açıkça fikirlerimi orada arz etmiştim. İyi ki, arz etmişim... Kültür başkenti geçti. Cılız projelerle malı götüren götürdü, ülkenin malı deniz, yemeyen domuz denildi. Ama, yazının izi entelektüel ve varoluşsal boyutta kaldı. Gerisi teranedir. Adları Türkiye tarihine yalakalıkla geçen, dünya tarihinde bile anılacak denli etkili olamayan/olamayacak insanlar proje yapsalar ne olur, yapmasalar ne olur; asla kışkırtan, yeni bir şeylere parmak basan, özgün birer sanatçı olAmayacaklar. Buna yazıklanılır, yoksa hepimiz biliyoruz ki, Türkiye’de sanat da, akademi de, kültür de bankamatik sahnelerinin fahişelerindendir. İktidara karşı görünen de, kendi iktidarı ya da ona bir yerde eklemlenmesi anlamında, ondan farklı değildir.

Hatta, düşman açık açık düşmanlığını, cahil açık açık cahilliğini belli ederken, bu okumuş, aydın gibi görünüp, omurgasız olanlardan daha fazla korkmak gerekmektedir. İkiyüzlüdürler. Arkadan iş çevirmeye bayılırlar. Bu yüzden, laiklik, Atatürk, modern sanat, sansürsüz ortam vb. gibi paylaşımlarda bulunan çoğu kişiye de güvenmeyin, şüpheyle yaklaşın, nerelerde çalışıyorlarmış, kimlerle bağlantıları varmış, internet sayfalarında kimlerin iletilerini beğeniyorlarmış, kimler onların iletilerini beğeniyormuş, mutlaka bakın.

Sakın, dillendirilenlere aldanıp, buranın üniversitelerini Harvard Üniversitesi’yle, operalarını Sidney Operası’yla, tiyatrolarını İngiltere Ulusal Tiyatrosu’yla denk tutmayın, öyle bir modernliğe uzaktan yakından angaje değillerdir. 

Velhasıl, yıllar önce yazdığım bir yazı, 2017’de de tazeliğini koruduğunu gösterdi. Türk sanat camiasına sonsuz teşekkürlerimi sunuyor, neon ışıkları ve varaklı sahnelerin zevksiz dizaynları eşliğinde, en iyi entelektüel ödülümü şuh pozlarla almak istediğimi arz ediyorum.

Bana da ayrı bir plaket hazırlatırlarsa sevinirim. Sahnelerinde yapacağım ince konuşma üstünden kastım da şu olacaktır: Türkiye’de tiyatronun ya da sanatın falan bulunmadığına, bulunanın da yıllar, yüzyıllar gibi uzun bir süreçle geriden geldiğine dair bir iddiam var. Bunu, edebiyatla ve şiirle desteklemeye başladım, hızımı alamadım tiyatroya da sıçrattım. Belki de, tiyatro ve şiir ilksel sanatlar olmaları, benzer kollardan beslenmeleri düzeyinde, aynı bulaşıcı hastalıklara sahip olabilirler, ondandır. Yani, Türkiye’de sanat bayattır, tespitlerim tazedir!..

Bu yazıyı yazmaya beni iten sebep, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın düzenlediği ‘‘Sevda Şener 3. Tiyatro Oyun Yazma Yarışması’’ vesilesiyle yapılan terbiyesizliktir. Olayın meydana gelmesiyle birlikte, başka bir husus da dikkatleri çekmiş, Türkiye’de düzenlenen tiyatro oyunu yarışmalarındaki gelişmeler, şeffaflık ve dürüstlük gibi etik başlıklarla sorguya açılmıştır. Bu başlıklarla bile sorguya açılmaları ayrı bir utançtır. Sorguya açtıranlara baksanız, ‘‘facabook’’ta Atatürk, laiklik vurgularından veya dürüst yaşam hakkındaki aforizmalarından geçilmez.

Adı geçen yarışmayı düzenleyen kurum Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları şeklinde belirtilmiştir. Bu bir sanat kurumudur. (Çentik 1) – Yarışma Değerlendirme Kurulu’nda genel sanat yönetmeninden  genel sanat yönetmeni yardımcısına, oyuncularından dramaturglarına sanatla ilgili bir kadro göze çarpmaktadır. (Çentik 2)- Yarışma Kurulu ise, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Şube Müdürü’nden, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmen Yardımcısı’ndan, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Sanatçı Temsilcisi’nden oluşmaktadır. (Çentik 3).

Şimdi hep beraber bu çentikleri yan yana koyalım ve toptan hepsinin üstünü çizelim, üç çentikte bir diyerek.

Neden?

Çünkü, kendilerinin bu düzeyde profesyonel yaklaşımları olmadığı, aşağıda harfi harfine geçen ve ‘‘yarışma kurulu’’ adıyla imzasız yayınlanan şu ciddiyetsiz sonuç metniyle meydandadır. Birincisi, ‘‘Türk tiyatrosuna yeni yazarlar ve metinler kazandırmak’’ (!) amacıyla, Sevda Şener’in de adını kullanarak, kendi kendilerine edindikleri misyon gereğince açtıkları yarışmada dereceye girecek eser bulamamışlardır. Ben de bu yarışmaya katıldım. Derece alıp almamam önemli değil; çünkü, kendi oyunuma zaten bir yazar ve ayrıca, bir dramaturg olarak güvendiğim için, şeffaflık adına, tamamını önce ben yayınlayacağım bu yazının sonunda.

Benim oyunumu bırakalım, hadi diyelim bazı konulardan korkuluyor, suya sabuna dokunulmayan oyunlar isteniliyor, tarzlarına uygun oyun gelmedi (Türk Tiyatrosu’nda tarz sorunsalı da ayrı bir başlık konusudur), kaç oyun ellerine geçti de, bunlardan ‘‘birini bile’’ değerlendirmeye değer görmediler? İkincisi, hadi değerlendirmeye değer görmeyecek kadar engin dünya tiyatrosu vizyonuna sahip insanlar, hadi  şehir tiyatroları denilen oluşumun sanat adına -hele, Türkiye’de- ne ifade etmesi gerektiğini bilecek derinliğe sahipler, hadi içlerinde Türkçe hakimiyeti olan dramaturglar da var; yahu şu ifadeler şu şekilde, kabaca yazılırken ve dolaşıma sokulurken azıcık utanılmaz mı?

‘‘Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Sevda Şener oyun yazma yarışmasında dereceye girecek eser bulunmamıştır.’’

Koyu renkle vurguladığım bölümdeki ifadenin çirkinliğine bakın. Bir kere, böylesi  sakil bir ifade kullanacağınıza ‘‘tiyatronun kendi repertuvarına uygun eser bulunamamıştır’’ diyemez miydiniz? Yahut, bunu karşılayan daha rafine, daha kibar bir cümle? Bunları acaba belediyenin kalem odasındaki memurlar mı ‘‘word’’ belgesine geçirip, yayınlıyorlar? Bu ne laçkalıktır, üstelik sanatsal bir kurum çatısı altında?

Ayrıca, ciddiyetsizlik öyle bir hal almıştır ki, yayınlanan e-belgede ne isim, ne cisim, ne logo vardır, hatta imza bile yoktur. Ortaokul ya da lise düzeyinde birine yazdırıp, yayınla çocuğum şu metni internette deseniz, o bile bu metni rahatlıkla yayınlayabilir. Kurumsal ciddiyet o düzeydedir.

Bununla birlikte, bu yazıyı yazmamın diğer sebebi, bu belediye tiyatrosu nezdinde, belediye ve devlet kurumlarının düzenlediği yarışmalara dair öneriler sunmaktır. Nitekim, bu kurumların sanat aşkıyla ya da genç ve yeni yazarlar kazandırmak amacıyla (tesadüftür ki, rumuzlu olsalar bile, kazanan yazarların yaş ortalamaları sürekli 60 düzeyinde çıkmaktadır) açtıkları yarışmalar devamlı suretle şaibelere de açık olmaya başlamıştır. Zaten, sanat aşkı olan ya da modern sanatı takip eden, vizyon sahibi sanatçılar ya da jüriler çok başka bir varoluştadırlar diye düşünüyorum.

Türkiye’de onlardan bulmak, çölde iğne aramak gibi bir şeydir. Türkiye gibi her şeyin siyasete, titr’lere, iktidar ilişkilerine, gerontokrasiye (tecrübe diyelim de, aman kızmasınlar) kurban verildiği bir yerde, daha da dikkatli adım atılması gerekirken, ciddiyetsizlikle ortaya sonuçlar ve isimler saçılıvermektedir. Sanırım, iktidarın yaygınlaştırdığı ortalama akıl tutulması, sanatçılara ve karşıt belediyelere de sıçramıştır. Günümüzde, şu zamanlarda, daha dirençli, daha karizmatik, daha özgün sanatçılar, sanat yapıtları ortaya çıkması ve sanatın başkaldıran tarafının parlatılması gerekirken, güdük durumlardan ötürü, hâlâ yapıtları değil, sanatın ve sanatçılığın ne’liğini, nasıl olmaklığı’nı tartışmaktayız. Çünkü, ortada gerçek sanat eserleri ve gerçek sanatçılar yok. Olanlar da, ‘‘gerçekten’’ yeni bir şey söylemiyorlar. O yüzden, etraf çeviri metinlerden geçilmiyor.

Onlar da dramaturg kullanılmadan, yönetmenlerin cesaretleriyle pat diye -bak, sen- sahneleniveriyorlar. BUNU DAHA SONRA BAŞKA BİR YAZIDA AÇIMLAMAK İSTERİM; LAKİN, BURADA TOHUMUNU BÜYÜK HARFLERLE ATAYIM: TÜRKİYE’DE DRAMATURG KULLANILMAYAN HİÇBİR OYUNU CİDDİYE ALMIYORUM, HER GİTTİĞİM OYUNDA DA KÖTÜNÜN İYİSİ DİYEREK SABIR ÇEKİYORUM VE BARİZ AÇIKLAR YAKALIYORUM.

Belirttiğim üzere, okuduklarıma ve izlediklerime istinaden de yazıyorum, Türk yazarların eserlerinde yeni bir şey söyleyen oyunları yakalamak da oldukça zor… Yeni bir şey söylemeyen eserin de, 21. yüzyılda neye hizmet ettiği şüpheli... Gidin, evinizde dizi izleyin daha iyi. Zaten, orada da tiyatro oyuncuları rol alıyorlar. Ama, yine de böylesi bir sahra ortamında özellikle genç yazarların desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Gençten üniversiteyi bitirip, anneanne/dede olmuş 60 yaşındaki adamları anlıyorlarsa, o da onların vizyonlarının sınırlarını gösterir. Pes diyorum.

‘‘Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’’na yarışma için sunduğum oyunu da ekleyeceğimi belirttiğim bu yazının birinci bölümünü bu eleştirilere ve önerileri ayırdım.

Önerilerimi aşağıda madde madde ileteceğim. Ayrıca, devlet ve belediye kurumlarının açtıkları yarışmaların giderlerini, vergilerini de ödeyen bir vatandaş olarak -bu kurumların parası sizin cebinizden, benim, annemin vd. cebinden çıkıyor-, aldıkları paraları (buna yarışmadan elde ettikleri gelirler de dahildir) daha da hak etmeleri (!) adına, o profesyonel insanlara açık mektup şeklinde şu isteğimi de sunuyorum: Bilgi edinme kanunu hakkıma göre, bana 27 Nisan 2017 öncesini içeren tarihli, imzalı, kaşeli, antetli bir kâğıda, ‘‘Bir Millet Nasıl Bir Millet?’’ oyunumla ilgili ayrıntılı dramaturgi raporlarını sunabilecekler mi? Profesyonellikleri gereği (!) gönderilen her oyun için birer dramaturgi raporu tutulduğu kanısındayım; yoksa, değerlendirme, kafede ya da kurumda bir masa başında ‘‘bizimle değILsınnnnn’’ şeklinde bir skandalla verilmemiştir diye düşünüyorum. Oyunları hakkında bilgi edinmek isteyen katılımcı arkadaşlara da tavsiye ediyorum.

Birer dilekçeyle kuruma/ilgili kurumlara başvurun. Size dramaturgi raporlarınızı göndersinler. Hatta, dileyeniniz bu raporları da internet vb. gibi kitle iletişim araçları üstünden taratarak yayınlasınlar. Şeffaf olunsun. Ben gönderirlerse mesela, irdeleyip, zevkle yayınlayacağım.

Şimdi yarışmaların şeffaflık ilkesiyle gelişmesi adına önerilerimi sunuyor; ardından, okulu birincilikle bitirmiş bir dramaturg, bir tiyatro uzmanı olarak, kendi oyunumdaki estetik ve entelektüel alt yapıyı da çözümleyerek, ekteki oyun metniyle birlikte yazıma son vermek istiyorum. Mehmet Akif Ersoy nasıl İstiklal Marşı için ‘‘Allah bu ülkeye bir daha böyle bir marş yazdırmasın’’ dediyse, ben de ‘‘Allah bana bir daha böyle bir yazı yazdırmasın’’ diyerek, böylesi faciaların, terbiyesizliklerin, doğrudan ya da dolaylı faşistliklerin (dolaylısı yaygındır) sona ermesini temenni ediyorum. Ama, yazık ki, ermeyecek. Siz yine de takipte kalın. Dedektif olun, araya hafiyeler sokun, araştırmalarınızı yapın. Türkiye gibi dandikliğin profesyonellik ya da tecrübe diye yutturulduğu bir ülkede, dünyaya entegre, dinamik bir dil  olan internetin gücüne sığının.

Bu yüzden, yazıyı da internete veriyorum. Yoksa, birçok dergi basım için istedi. Ama, üzgünüm, kimse doğru dürüst dergi okumuyor, dergide kalsa olayı üç-beş kişi duyuyor. Üstünün kapatılması kolaylaşıyor. Oysa, biz Sağır Sultan’ın huzurundayız. Herkes duysun, herkes okusun, cevap hakkı da doğsun, cevaba da cevap verelim diyoruz. Sorun yok. Tecrübeliyiz.

Öyle ki, bu yarışmada dereceye girmeyen oyunumu, Almanya’ya gönderdim. Orada, ağırlıkla Kuzey Almanya’da yayın yapan bir devlet radyosunun kültür-sanat departmanında görevli bir arkadaşım çok beğendi. Kendisiyle, benim üstümden hazırlayacağı bir program için aylardır görüşme içindeydik. Zaten, onunla da kişisel ilişkiyle iletişim kurmamıştık, bunu da belirteyim. 2014 yılında, Gezi Direnişi ekseninde de davet edildiğim bir şiir festivalinde, kendisi kitaplarımı ve yazdıklarımı okuyarak, bana geri dönüş yapmıştı. Bir sanatçı, bir kadın sanatçı olarak Türkiye’de sanatın durumunu, kendi durumumu aktarmamı ve elimdeki tüm yapıtlarımı istemişti. Bu yapıtımı da ona iyi ki gönderdim.

Şiirlerimden, denemelerimden, demeçlerimden, yazılarımdan ve oyunlarımdan derleyerek yapacağı bir saatlik program (radyo belgeseli) orada Almanca yayına girecek. Radyonun internet sayfasında da bir sene boyunca duracak. Beni takip edenler gelişmelerden de haberdar olacaklardır diye düşünüyorum. ‘‘Dereceye girecek eser olamayan’’ (!) bu oyunumdan da kısa bir bölüm, Türkçe-Almanca olarak, iki şekilde seslendirilecek.

Yani, Batı’daki sanatsal perspektifle, Türkiye’deki arasında büyükşehirler, belediyeler kadar fark var. İnanamazsınız. Daha önce başka bir kısa oyunumda da ben bu vizyon farkını bire bir gördüm. İletişimimiz sürdüğü için, oradaki arkadaşıma, bu yazımı ve ülkemizde işleyen güya sanatsal ve adil sistemi de ayrıca göndereceğim. Bunu da şerh düşmek istedim.

Şimdi önerilerime geçeyim:

1) Tiyatro yarışmalarındaki en büyük sorunların başında düzenleyen kurumda yetkili kişilerin kim oldukları geliyor. Adını vermeyeyim, yine bir yazar adına düzenlenen yarışmada (kendisi Urla’yla bağlantılı bir yazar, ipucu bu olsun), katılımcılardan biri jüriden birinin fikrini almak istemiş. Oyununun ismini vermiş. Jürideki o isim de, ‘‘ben öyle bir oyun okumadım’’ yanıtını vermiş. Velhasıl, belirtilenlere göre, gönderilen oyunlar önce sanatla ilgisi olmayan kişilerin elemesinden geçmiş. Bu apaçık sansürdür. Bir kere, dernektekiler, devlet ve belediye kurumlarındakiler, yerlerini, maaşlarını, rütbelerini korumaya odaklandıkları, bu yönde şartlandıkları ve tecrübe edindikleri için estetik bir yapıtı anlayacak terminolojik bilgiden yoksundurlar. Eğer, onlar işin içine karışacaklarsa (bakınız, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yayın kurulunda da bu şahıslardan vardır), biz sanatçılık yapmayalım, bırakalım onlar sanat yapıtı yazsınlar, efendim. Bizim dramaturg olarak analiz yapmamıza da gerek yok. Direk saraya yollasınlar oyunları, ilke elemeyi büyük yerden yapsınlar. Niye ikinci, üçüncü kalemlerle uğraşılsın ki?

Bir kere bunun aşılması gerekiyor. Kaç oyun gönderildiyse, açık sayısının belirtilmesi ve hepsinin listesinin tutulması şarttır. Ardından, belediyeden, devletten ya da kurumdan birinin birinci elden karar mekanizmasında asla yer almaması gerekiyor. Karar veren isimlerin ve ıslak imzalarının olduğu sonuç metninin internette, düzgün ifadelerle açıkça, gerekçeleriyle yayınlanması gerekiyor.

2) Şartnameler hazırlanırken, genç ve yeni yazarlar kazandırmak adına, belli bir yaş ibaresinin konulması gerekiyor. 35 yaşını aşmamış denilmesi, böylesi yarışmaların içeriğinin saflığı ve yüreklendirme açısından daha adil gözüküyor. Bir de, seçilen isimlerin çoğu, genelde jüridekilerin arkadaşları olarak çıkıyor. Hatta, incelendiğinde, kimilerinin yakın arkadaş oldukları bile gözüküyor. Diyelim ki, bir grup tiyatro insanı var ve her defasında denk geliyor; bunu önlemek adına, oyunların sonuçlarla birlikte, internette PDF olarak da, herkesin huzuruna açıkça sunulması gerekiyor. (O yüzden, şeffaflık için, bir örnek modelleme şeklinde, kendi oyunumu bu yazının sonuna ekliyorum.) Böylelikle, diyelim ki, seçilen yazar ortalama 60 yaşında, jüridekilerden birinin veya birkaçının da ahbabı; oyunu açıkça okuduklarında, diğer katılımcılar ve tiyatroya gönül verenler de neyin ne olduğunu görebilirler. Oyun, 21. yüzyılın sınırlarını zorlayacak denli özgünse, yarışmayı kazanmaya değerse, yeni bir biçim/teknik deniyorsa ya da önemli bir konuya parmak bastıysa, ‘aaaaa, adam yazmış canım; yaşı 60 da olsa, zihni gençmiş’ deriz. Yoksa, zaten, Tuncer Cücenoğlu, Necati Cumalı, hele ki Turgut Özakman gibi oyunlar yazacaksak, kök siyasete, şiddete, cinselliğe, yeniliğe bulaşmayacaksak, neyleyelim yeni oyun yazarlarını, değil mi? Oynarız bir ‘‘Fehim Paşa Konağı’’, yanına da salatası ‘‘Derya Gülü’’, Sevda Şener’in kemiklerini falan da hoplatmayız. Herkes de 2017’de, şu referandum ortamında dalgasına bakar. İşini görür. Hesabını keser. Barcelona’sına, Berlin’ine, Venedik’ine gider. Ne gerek var suyu bulandırmaya?!

3) Sonuçlar açıklandıktan sonra da, şartnameye alınması kapsamında, katılımcıların ayrıntılı dramaturgi raporlarını talep edebilecekleri ortam da (havuz) oluşturulmalıdır. Dramaturgun yer aldığı ve şartnamesi yazılı olan bir yarışmada, üstelik her şeyi yazılı gerçekleştiren kurumlarda, bilhassa yazılı, kanıtlı belgeler tutulmalıdır. Tabii, belgeler -daha önce birçok arkadaşımın başına geldi, biliyorum- sallapati ifadelerle değil, bilhassa terminolojik ifadelerle, analizler üstünden özenle tutulmalıdır. Hatta, kazanan oyunların metinleriyle birlikte, dramaturgi raporları da internette açıklıkla yayınlanmalıdır.

Velhasıl, ŞEFFAF olunmalıdır. Gördüğünüz üzere, yazıdaki on kelimeden biri şeffaftır. Diğer anahtar kelimeler de, açıklık, dürüstlük, kibarlık, etik, dikkat vb. şeklinde uzamaktadır. Dediğim gibi, sanat aşkından ve sanatın varoluşundan ziyade, ceplere iki kuruş daha indirmek için yapıldığı (jürisinden kurumuna, kazananından devletine) izlenimini veren ataklar artık birçoklarının gözüne batmaktadır. Öyle ki, ben bu yazıyı yazacağımı ‘‘facebook’’ta belirttiğim anda, sayamadığım, ama 30 kadar olduğunu tahmin ettiğim oyun bana yazarları tarafından yollanmıştır. Çoğu da genç olan yazarlar, umutsuzluğa düştüklerini, her sene benzer şaibelere rastladıklarını, yazmakla yazmamak arasında gidip geldiklerini, harçlıklarından arttırarak çıktı, kargo masrafı yaptıklarını iletmişlerdir. ‘‘Devleti Neyse, Tiyatrosu da O(dur)’’ başlığıyla yıllar yıllar önce yazı yazmış biri olarak, kendilerini yürekten anladığımı, ama bu ülkede yazık ki köşelerin kapıldığını ve sanat, özellikle tiyatro ortamının başıboş, sırtlanlarla dolu bir yer olduğunu vurgulamak isterim. Tiyatro, Türkiye’de, ismi var cismi yok boşlukta salınanlarca kaplanan, ortalama olmayanı da ortalamaya, olmadı daha da aşağıya çeken, oyuncu merkezli, ne artan ne eksilen bir yapıdır. Entelektüel bir hakikat bulamazsınız.

Tüm bunları yazıp, tarihin avuçlarına bıraktıktan sonra, ‘‘Bir Millet Nasıl Bir Millet?’’ adıyla yarışmaya gönderdiğim oyunumun -yarışma kurulununkinden ayrı (!) olarak- dramaturgi raporunu da dramaturg vasfımla çözümlemek isterim. Nitekim, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın da raporlarının olduğunu düşünüyorum, -hadi bakalım, hayırlısı- böylelikle, eğer yanıt gönderirlerse, bunları da karşılaştırma imkânınız doğar diye düşünüyorum. Oyun metni de huzurunuzda… Daha ne olsun. 

Dilerseniz, yazının aşağıdaki bölümünü, ekte oyunumu okuduktan sonra, geri dönüp okuyun.

 

BİR MİLLET NASIL BİR MİLLET?

(Bir Oyunun Kendi Kendine Raporu)

Şahsım tarafından yazılan bu oyunun en büyük özgünlüğü, Dede Korkut imajına ve hikâyelerine sınırlı ve erkek merkezli bakışı tersine çevirmektir. Burada, yapılan hamle tiyatral olmakla birlikte, edebiyat tarihi, halkbilimi ve kültürel süreklilik anlamında da dikkate değerdir. Bir kere, tüm Dede Korkut eserlerinin çözümlemeleri eksiktir, tek boyutludur yahut kültürün yüceltilmesi adına durmadan yanlı şekilde irdelenmektedir.  Edebiyat ve halkbilimi bölümlerinde, bunların -yığınla- örneğine makaleler yahut tezler üstünden rastlayabilirsiniz.

Dede Korkut bu toprakların eserlerinden biridir; lakin, bu topraklar aynı zamanda öyle topraklardır ki, Dede Korkut’un sözlü olandan yazılı olana geçirildiği orijinale yakın el yazması metinleri bile onun sınırları içinde değildir. Biri Almanya Dresden’de, öbürü Vatikan’dadır. Yazılı kültürle pek bağı olmayan şifahi bir kültürün temsilcilerinin akademisi de, sanatı da çağını yakalayamayacaktır, şüphesiz. Bu da normaldir. Normal mi kabul edelim, ne diyelim?

Öyle ki, ben bu oyunla hem sanatsal (özelde tiyatro düzleminde) hem de kültürel olarak, aslında Dede Korkut’un ve Türk milletinin nasıl bir yapıya sahip olduğunu göstermeye çalıştım. Üstelik, feminizmin dünyada giderek yükseldiği ve bir araştırma yöntemi olarak alıp başını gittiği yerde, daha Türkiye’de gerçekleştirilememiş bir şeyi yaptım ve oyunumla Dede Korkut’a feminist açıdan yaklaştım. Bunu akademisyenlerin çağcıl zihinlerine de ayrı bir materyal olarak sunuyorum. Ben yazdım. Değerlendirmek isterlerse veriler buradadır. Aksine, eski tip analiz biçimlerini yeni diye kaktırarak, kendi köhne sınırlarına hapsolmak da onların varoluşsal sorunudur.

Bir kere, Dede Korkut’ta hep şu beylik cümleleri duyarsınız. Dede Korkut çağını aşan bir eserdir. Türk milletinde kadın-erkek eşitliğini de gösterir. Hanın yanında hanım da meclislere katılır. O kadar, eşitlikçidir ki, bir erkekle bir kadın güreşebilirler. Dede Korkut’ta kadına değer atfedilir. İşin bu kısmı, yanlı, erkek-egemen ve eksiktir. İşte tüm bu eksiklikler tarafımca, ‘‘Bir Millet Nasıl Bir Millet?’’ oyununda çift taraflı olarak işlenmiş, Dede Korkut’un yanına anlatıcı olarak Nene Korkut konulmuştur. Bu bile başlı başına bir yeniliktir. Kendisinin Dede Korkut’a karşı atıfta bulunduğu replikleri incelikle okumanızı dilerim. Nitekim, bu sanatsal bir başkaldırıyı da işaret etmekte, kültürel süreklilik düzeyinde de Dede Korkut’u yeni bir boyuta taşıyarak, onu güncellemektedir. Alt metin anlamında da oyun, tam da kendi kültüründen beslenerek, 21. yüzyılda yeni bir dönüşümü işaret etmektedir.

Oyunda birçok önemli bölüm bulunmaktadır. Bu bölümler estetik anlamda, karakterler üstünden ambiyanslar yaratırken, aynı zamanda ‘‘şu çılgın Türkler’’in de aslen kimler olduklarına dair ikili bir oluşum sergilemektedir. Oyun, bu anlamda da, Turgut Özakman ya da Necati Cumalı (veya geçmişteki hangi yazar adına yarışma açılıyorsa) gibi yazılmasının salık verildiği şu çağda, yine onları da okuyan, hatta kimilerini tiyatral anlamda sahnede izleyen bir kadın yazar tarafından, yerli oyunlar konusunda sıkıntı çeken, teksesli Türk tiyatrosunun geç kalmışlığına, pasifliğine ve erkek-egemen merkezciliğine dair de bir manifesto niteliğindedir. Aman, cinselliğe, hele kadın cinselliğine bulaşma; aman, siyasete bulaşma; aman, yeni bir şey söyleme devirleri geç kalmışlığın ilkel bilinçdışı kalıntılarıdır.

Mesela, biz Dede Korkut’u hep şöyle duyarız değil mi ya da akademik analizler (!) hep güya objektiflikle şunu yazarlar değil mi? Dede Korkut’ta kadın kutsal sayılmıştır ya da erkeği tarafından el üstünde tutulmuştur. Tam da işte, asıl objektiflik dışı olan, yanlı yorum budur. Oyun buna da parmak basmaktadır.

‘‘Ön Oyun’’da Dede Korkut’la Nene Korkut karşı karşıya getirilip, -resmî tarih okumacılığı, mitlerin devlet ve erkek merkezli oluşturulması üstünden- kadınla erkek arasındaki sosyolojik gerilim verilmiştir. Bu, alternatif tarih okumacılığına ve alternatif sanatsal bir oluşa -çünkü, Nene Korkut karakteri sahnededir- göndermedir. Oyununun ‘‘İkinci Oyun’’dan sonraki ilk sahnesinde Dirse Han ve eşi karşı karşıya getirilmiştir. Tam da bu sahnede, Dede Korkut’taki kadına bakışın, Türk toplumuna günümüzde nasıl sirayet ettiği görülmektedir. Bir yerde karısının fiziksel özelliklerine ‘‘alca yanaklı güz elmam, kadınım’’ şeklinde övgüler yağdıran Dirse Han, hemen sonraki bölümde kendisine bir oğlan çocuğu veremeyen (ne kadar tanıdık değil mi?) karısının o boynunu başından (‘‘başını gövdenden ayırayım mı?’’) ayırmakla tehdit etmektedir. Bugün bir toplumun anatomisi ortaya dökülecekse, bence artık ‘‘çılgın Türkler’in’’ diğer çılgınlıklarının da ortaya çıkarılması gerektiği düşünülerek, bir boğayı yumruğuyla deviren Boğaç Han adlı erkek çocuk da gey karakter olarak kullanılmıştır. Kadın-erkek eşitliği denilen, aslında erkek merkezli bir bakıştır. Dirse Han’ın ‘‘ikiz badem sığmayan dar ağızlım’’ (psikanalitik düzeyde, ikiz bademin erkeklik anlamında hangi organın neresine tekabül ettiğini de düşünelim) demesi, ardından bu imayla karısına hamle yapması, sevişmenin er meydanına dökülmesi bile başlı başına alternatif bir sahne, alternatif estetik bir göndermedir.

Ardından, gelelim, diğer bölüme. Dede Korkut eserlerinde kadınla erkek o kadar rahatlarmış ki, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin güreşirlermiş. Öyle deniliyor. Türkler -kasıt, özellikle erkekler- kadınlarına karşı o kadar kontrollülermiş ki, akılları cinsellikte değilmiş ya da kendi yaptıkları eylemleri kadınların da doğal olarak yapabileceklerini düşünüyorlarmış. Öyle de deniliyor. Hatta, bu öyleleri sosyal bilimciler makalelerinde diyorlar. Bunlar da objektif olmayan, yanlı(ş) yorumlardır. Çünkü, bir kere Dede Korkut yazılı bir eser değildir, daha sonra yazılı hale getirilmiş, hatta yazılı hale getirilirken de araya Hz. Muhammed’ten, halifelerden, şol ırmaklardan İslami ve yerleşik alıntılar eklenmiştir. Öykülerin hiçbirinde birbirini tanımayan kadınla erkek güreşmez. Bamsı Beyrek ve Banu Çiçek güreşirler. Ama, onlar da zaten beşik kertmesidirler ve birbirlerini severler. Yani, ortada cinsiyetten arınmış, birbiriyle ilgisi bulunmayan iki yabancı varlığın (biri kadın- biri erkek) güreşmesi falan yoktur. Aksine, konulan gizli kodlar vardır ki; bize kadar gelen ve asla seviştiklerini görmediğimiz, yatak odaları bile olup olmadığından şüphe duyduğumuz Yeşilçam karakterlerinin olduğu filmlerdeki kodlar bile bu tek boyutlu kültürden beslenmiştir. Tabii, önde bunlara ağlayan, bunları öven milletin arkada ensest ilişkiler yaşaması, her yere yayılan pedofili arzusu, köy ortamındaki tavırları, şehirlerdeki skandalları kendilerine dahil değildir. Onları yapanlar muz cumhuriyetinin nüfus cüzdanını taşımaktadırlar. Hatta, o konular vatanperver, hüzünlü, naif, tek taraflı sanata da dahil değildir. Batı’daki sanata, Batı’dan çeviri oyunlarla gelen sanata, dizilere, filmlere, resimlere dahildir; ama, Osmanlı’ya, Türk Tiyatrosu’na katiyen dahil değildir. Bir kere Türk halkı asla öyle bir halk değildir ki, sanatı öyle, çoksesli ya da kanonik olsun.

Gerçek kültürel süreklilik nasıl bir şeydir, biliyor musunuz? Öyle, hâlâ hocanızın yaptığını yapmak ya da geçmişteki yazarların yazdıklarını yazmak değildir. Kültürel süreklilik ‘‘Derya Gülü’’ adlı oyunu 2017’de yeniden dönüştürerek, oradaki cinsel gerilimi gerekirse açık açık da sahnede göstermektir. Bu Batı’da yapılıyor, mesela. Eski oyunlar yeni yüzyılın gelişimine göre yeniden yorumlanabiliyor. Yahut, eski oyunlardaki karakterlerden biri yeni bir yorumla, yeni bir oyuna ana karakter olabiliyor. Nora’yı seri kâtil, Ophelia’yı lezbiyen, Hamlet’i gey olarak düşünün. Bunlar oluyor. Yeni yorumla yazılıyor. Türkiye’dekiler kendilerini kaçıncı yüzyılın dramaturgları, yazarları, yönetmenleri, jürileri olarak görüyorlar da, yaptıkları işlerden bu denli eminler? Açıklayabilirler mi?

Buradan hareketle, oyunda dil ve sahneler anlamında da geniş alt metinler kullanılmıştır. Mesela, Dede Korkut’ta ak, kızıl, kara diye geçen ve hep dışarıya kapalı semboller olarak kullanılan otağlar/çadırlar, oyunda güncel olana ve cesarete de hizmet ederek, siyah-kırmızı-beyaz çarşafların olduğu yataklar şeklinde kullanılmıştır. Bununla, toplum düzeninde cenk etmenin, bilinçdışı düzeyde kadın-erkek ilişkisine tekabül ettiği imlenmiştir. Ayrıca devlet düzleminde de, mahreme, evlere ve yataklara kadar güç dengelerinin sıçradığı ima edilmiştir. Bu arada, belirtelim, kara otağ çocuğu olmayanın lanetlendiği bir yerdir. Ak otağ erkek çocuğa atfedilmiş en yüksek makamdır. Kız çocuk, erkek çocuk kadar pek makbul görülmese de, kızıl otağıyla temsil etmektedir. ‘‘Bir Millet Nasıl Bir Millet?’’ eserinde bununla ilgili pek çok performans görebilirsiniz ki, oyun dansa, pantomime, geri projeksiyona (hayalet perdeye), oyunculuk imkânlarına, ritüellere, geçmişten günümüze kullanılan türlü sembollere (saz, bas gitar, rakı, seccade, cep telefonu vd.), ışık oyunlarına yer vermiştir. Oyunun adı da, hem epik unsurlara (açık biçime) hem sosyal bilimsel olgulara hem de çılgın Türk imajına gönderme yapmak amacıyla ‘‘Bir Millet Nasıl Bir Millet?’’ şeklinde felsefi bir boyutla (dikotomik bir soruyla) konulmuştur.

Sorarım size, Türk toplumu bunlardan oluşan bir karma değilse nedir? Yoksa, elinde sadece kılıcıyla gezen ya da 7/24 üniformasıyla yaşayan ve kalabalık aile düzeyinde ‘‘Ocak’’ oyunundaki gibi babaanne karakteriyle aynı evde kalan o karton imajlar topluluğundan mı oluşmaktadır sadece? Maalesef… Üzgünüm… Bugün tiyatrolarınız da dahil, çoğu imajınız kartondur. Kartonlarınızı artık tersine de çevirin. Mona Lisa’larınıza birer bıyık da siz çizin. O bıyık yıllar önce bir yerlerde çoktan çizildi, siz zati çok geç kaldınız.

Türkiye’de tiyatroda: Kadının sahnede soyunma, öpüşme özgürlüğü yoktur (Afife Jale zamanında da öyleydi), ‘‘in your face’’ oyunlarında eşcinsel yakınlaşma bile rahatlıkla gösterilememektedir (Karagöz bu yüzden vardı ve kuklaydı; ayrıca, Orta Oyunu’nda da öyleydi). Örneklerini çoğaltabileceğimiz bu verilerden hangi sonucu çıkarıyoruz: O zaman, burada ‘‘hâlâ’’ (!) sinemanın ve görsel çağın etkili olduğu, internetin ücra köşelere girdiği, gelecekte hologramın da tiyatroya dahil olacağı şimdinin ve ilerisinin sanatından bihaber yaşanılmaktadır. Dolayısıyla, kendi dramaturgi raporumu da yazmamın sebebi budur. Daha doğru dürüst, dünya seviyesinde tiyatro bildirilerinin bile yazılamadığı bir ülkede, benim oyunum hakkında dramaturgi raporu tutmak ya da oyundaki alt yapıyı anlamak, biraz üst entelektüellik işidir. Bunu, belediye kafasıyla hareket edenlerin esnetebilecekleri kanısında değilim. Bir umudum vardı. O da boş çıktı. Onun boşluğu, yayınlanan açıklama metninin çapsızlığıyla kanıtlandı. Şu an, okuduğunuz bu yazıysa, ülkeye dair umudun katlinin de mühim nişanesidir. Yine de, bahsi geçen kurumdan gelecek raporu ‘heyecanla’ (!) beklediğimi ekleyeyim. Bu da benim değerlendirmem sonucunda dereceye giremeyen ‘‘sonuçlarına’’ (!) bir cevabım olsun.

Oyunda, Deli Dumrul da, Güngör Dilmen vb. yazarların yaptıkları gibi mitolojik olaylardan bire bir yararlanılarak yazılmamış, ona da günümüzde cepheye giden bir asker alt metni yüklenerek, yeni bir yorum getirilmiştir. Deli Dumrul’un kopan bacağı üstünden aile ilişkileri, devletin pompaladığı şehitlik mertebesi sorgulanmış, üç kuruşa ayakta kalmaya çalışan çekirdek ailelerin, dul/çocuklu kadınların yaralarına parmak basılmıştır. Eğer, 2017’de Deli Dumrul hâlâ alt metin yoksunluğu içinde, bir ezber doğrultusunda sahneleniyorsa ve ona yeni bir yorum getirilmiyorsa, üst bölümde yazdığım cümleyi tekrar edeyim, siz hâlâ sinemanın ve görsel çağın etkili olduğu, internetin ücra köşelere girdiği, gelecekte hologramın da tiyatroya dahil olacağı şimdinin ve ilerisinin sanatından bihabersiniz demektir.

Oyunda dil kullanımı konusunda da çeşitli teknik denemeler yapılmıştır. O dönemin Türkçe’siyle (anlaşıldığı düzeyde ve çevirisi düzeyinde), günümüz Türkçe’si, hatta internet dili (kimi, yerde hiper-dil, hiper-Türkçe) devreye sokulmuştur. Bakın bunları yazıyorum, metinde de okuyacaksınız, bu denemeler önemli şeylerdir. Yabana atılamaz. Hem oyunculara oyun olanağı sağlar, hem teknik bir zenginliktir hem de dilin evrilmesi, kullanılması düzeyinde topluma/dünyaya dair çağdaş alt metinlerdir. Dede Korkut ya da Nene Korkut dönemin kıyafetleriyle ‘‘ok’’, ‘‘kib’’ vb. dediklerinde, zaten günümüzün en önemli teknik başlıklarından ikisi olan ironi ve yabancılaştırma kat kat yapılmış olmaktadır. Yahut, erkek dili/kadın dili kullanımıyla diyaloglara yansıtılan göndermeler, kimi yerde kullanılan argo tabirler, tam da Dede Korkut’ta eksik olan asıl boşlukları 2017’de bir sanat eseri üstünden doldurmakta ve iddia ediyorum ki, altı çizilsin, Türk toplumunun aynasına hizmet etmektedir. Türk toplumu benim anlattığım gibi değil de, hâlâ Kurtuluş Savaşı’nın anlattığı gibiyse; bizzat, kendi fikirleri eskidiyse, yeni fikirlere açık olunması gerektiğini söyleyen Atatürk’ünüzü ve devrimini de zerre anlamamışsınız demektir. Çünkü, kendiniz uluslararası festivallerde tanık olmaktasınız ki, dünya tiyatrosu başka bir yere giderken, kendini aşmaya çalışırken, siz daha basit (arkadaşımın lafıdır, severim, kulağa hoş gelir ‘‘basic’’, primitif) konulara takılıp, değerlendirmeye uygun yapıtlar bulamamaktasınız. Sizin TRT Radyo’nuz da zamanında bunu yapardı. En dandik radyo eserlerini arkası yarın diye yayınlar, ama yarışma olunca -sanki, babalarının paraları ya da yarışmaları- birinciliğe layık eser bulamazlardı. Ben buna özensizlik, küstahlık, diktatörlük derdim; şimdi, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın yaptığına da aynısını diyorum. Raporumu daha sürdürmek isterdim. Nitekim, oyunum üstüne konuşulacak, yazılacak ve değerlendirilecek çok sahne, çok mevzu var. Ama, bu değerlendirmelerin devamını, nitelikli dramaturglara, öngörülü yönetmenlere/yazarlara/akademisyenlere, geleceğe yönelen, dinamik sanat takipçilerine ve kaldıysa, derinlikli diğer tiyatroculara bırakıyorum. Yoksa, mesele, benim oyunumun seçilip seçilmemesi değildir. Onun da altını bir daha çizmek isterim. Bu yazı bir ön modelleme olarak, yapılan terbiyesizliğe karşı sanatsal bir kontra-hamledir. Umarım, devamı gelmez. Ama, devam ettirenlere, devamı gelecek’tir.

Ekte de oyunumu herkese açıyorum. Kalabalığın jürisi, estetik kriterleri de gözeterek gereken kararı verecektir. Artık, kapalı kapılar ardında, sanatın değil, siyasetin, rehavetin, dikkatsizliğin döndüğü birçok yönden, birçok sağlamayla onaya açık olacak şekilde göze batmaktadır.

Şimdinin tanıklığıyla, ilerdeki günlerin gerçek sanatsal kıpırdanışlarına şimşek saygılarımla…

Neslihan Yalman

GERCEKEDEBİYAT.COM

 

İlgili Kaynaklar:

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=1437697242955590&set=gm.1285691091480460&type=3&theater, erişim tarihi: 21.05.17

http://tiyatro.eskisehir.bel.tr/files/sonuc2017.pdf, erişim tarihi: 21.05.2017

http://www.sanattanyansimalar.com/3-sevda-sener-oyun-yazma-yarismasi/2287/, erişim tarihi: 21.05.2017

‘‘Bir Millet Nasıl Bir Millet?’’, Yazan: Neslihan Yalman (Tiyatro metninin tamamı) 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)