Ankara'ya döneli birkaç ay olmuştu; yerleşmenin telaşından, Bakanlıktaki işlerimden zaman bulup daha dostlarımı arayamamış, Başkentteki renkli yaşantıma başlayamamıştım. Oysa ne büyük bir özlemle dönmüştüm buradaki her şeye, herkese; Cakarta'daki yaşantımı düşündüğümde garipsenecek bir durum görmüyordum bu özlemimde. Hele ancak iki yılda bir Ankara'ya gelebilmiş olduğum göz önüne alınırsa. Ama sanıyorum, Ankara'ya canımı atmaktaki aceleciliğimin en büyük nedene Cakarta'daki son günlerin dayanılması güç koşullarıydı. Hayır, hayır, iş yaşantımdan ya da özel yaşantımdan-olur ya bazı ilişkilerden falan-  gelmiyordu bu sıkıntı. Buna neden, Saro'nun-dört yıldır ev işlerimi yapan Endonezyalı genç kız- garip halleriydi. Biliyorum, şimdi, "çok canını sıkıyorsa yol verseydin" diyeceksiniz ama bunu yapamamamın bir çok nedeni var,  ben, sadece  birini söylemekle yetineceğim: Saro oturduğum lojmanın eşyaları gibi demirbaştı ; ev gibi onu da yerime gelecek arkadaşıma devretmek zorundaydım, çünkü yıllardır bizlerle çalışıyordu, üstelik bir melekti Saro...Evet bir melek...

 
Beni rahatsız eden olaylar şöyle başlamıştı: Bir gün yine her zamanki gibi erkenden gelmiş -daha ben kalkmadan gelir, kahvaltımı hazırlar, sonra da bütün gün evde kalır, yapılması gerekenleri yapar, oturur, dinlenirdi akşama kadar- günlük programına başlamıştı. Hazırlanmış tam çıkmak üzereyken, gülümseyerek yanıma gelmişti. -Çok az gülümserdi Saro, gülümsediğinde küçük çekik gözleri daha küçülür görünmez olur, top gibi kara yuvarlak suratı sanki iki kulağından çekilmiş gibi yanlara doğru ovalleşirdi. Bence çok sevimli oluyordu gülünce ama, dediğim gibi hiç gülmezdi-
 
-Madam, demişti, isterseniz bu gün öğlen eve gelmeyin, ben evde olmayacağım .
 
-Olabilir, dedim, merdivenlere doğru yürürken. Sonra birden dönüp sordum,
 
-Neden yoksun evde Saro?
 
Kapıyı  kapatmak üzereyken, başını aralıktan uzattı -daha gülümseme silinmemişti çikolata rengindeki yüzünden- mor etli dudakları  kımıldadı,
 
-Andi öldü  de, tören var  bugün öğleden sonra...
 
İndiğim iki basamağı yeniden çıkıp kapının önüne geldim,
 
-Andi öldü  mü? Ne zaman, neden ?
 
Titremeye başlamıştım. Tırabzana dayanıp bekledim, Saro'nun açıklamasını. Ama o, bütün doğallığıyla gülümsüyor, sanki benim heyecanımın yatışmasını bekliyordu. Sonunda,
 
-Motosiklet kazası; araba çarpmış, evvelki gün, pasaraya da buluşacaktık... Hastaneye kaldırmışlar, sabaha karşı...
 
Andi Saro'nun nişanlısıydı, City Bank'da park bekçisi olarak çalışıyordu. Yeni girmişti işe -askerden dönünce aylarca işsiz kaldıktan sonra-  Yeni almıştı ölümüne neden olan motosikleti, borcunu ödeyip  evleneceklerdi.
 
Bakışlarımı  çivilenmiş gibi Saro'nun, gülümseyen yüzünden ayıramıyordum. Uzak Doğu'da bulunduğum sürece, bütün dikkatimi, acılı insanın gülümseyen yüzünün nedenini anlamaya yönelttimse de bu konuda bir sonuca varamadım. Bir damla gözyaşı dökmeden gülümseyerek acıyı karşılamanın ne anlama geldiğini hala da anlamış değilim, nedir bu mutluluk, suratlarına yansıyan... Yoksa acıdan duyulan mutluluk mu; öğrenemedim, bilemiyorum.
 
O gün, evde bir süre kendime gelmeyi beklediğimi anımsıyorum, işe gitmek cesaretini bulabilmek için.
 
Üç gün Saro'yu evde görememek biraz olaydan uzaklaşmama yardım etti. Geçen zamanın, yakından tanıdığım -işsiz olduğu günler sık sık uğrardı nişanlısını görmek için, ben de birkaç kuruş, sigara, konuklardan arta kalan içkileri verir birkaç söz ederdim, kelimeleri yan yan getirerek ingilizce konuşurdu ama anlaşırdık- bir gencin ani ölümüyle uğradığım kederi azaltacağını düşünmekle ne kadar yanıldığımı Saro işe başlayınca anladım. Önceleri pek önemsemedim, evde çeşitli buğular, tütsüler yakıldığını. Bunun geçici bir süre olduğunu sanıp bekledim, sonra onu kırmaktan çekinerek,
 
-Saro, dedim, çok rahatsız oluyorum yaktığın bu otlardan, yakmasan olmaz mı? 
 
Boş  gözlerle baktı kaldı yüzüme- artık gülümsemez olmuştu- sonra, "Andi, dedi, Andi yi çağırıyorum. Ruhu gelir bu kokulara; o burada benimle şimdi...Her yerde..."
 
Ambon adası  taraflarından bir adadandı Saro, dini neydi bilemiyorum, ancak, inançlarına saygı duyuyordum.
 
Böylece, ben de Saro gibi, dönmeme birkaç ay kala genç çocuğun ruhuyla oldum evimde. Kokular, uzun beyaz iş gömleğiyle -rengini değiştirmişti iş elbisesinin; pembe ve mavi,  beyaza dönmüştü- hiç konuşmadan ağır hareketlerle evde dolaşan bir genç kız, ne kadar etkilenmemeye çalışsam da ürkütüyordu beni, ama yapacak bir şey yoktu. Yine de, bir gün dayanamayıp,
 
-Rahat bırak Andi'nin ruhunu, dedim, o senin kocan bile değil, ne istiyorsun  zavallının ruhundan...
 
İriyan Jaya 'da kadınların kocalarının ruhuna öldükten sonra, çeşitli büyülerle, acı çektirdiklerini duymuştum.; bir çeşit eziyet, ama Saro karısı değildi Andi'nin ondan ne isteyebilirdi ki...
 
Ankara'nın serin sonbaharı ilk kez –yurt dışından dönüşler hep sonbahara denk gelirdi- hüzünlendirmiyordu beni. Tersine, sevdiğim alışık olduğum  bir kentte, yıllardır uzak kaldığım arkadaşlarım ve dostlarımla karşılaşmaktan mutluluk duyuyordum. Ancak, yaşamda mutlulukla birlikte mutsuzluğun, kederin, acının da bulunduğu gerçeği aniden çıkıveriyordu insanın karşısına, hem de her yerde, en olmadık yerde, Migros'da  sebze seçerken, örneğin:
 
-A.. A... Selma, ne zaman döndün? İnsan aramaz mı gelir gelmez beni?
 
-Neval... Ne güzel rastlantı... Nasılsınız?
 
Neval, iki yıl birlikte olduğumuz,  Cakarta'da Dünya Bankası Ofisinde görevli çok değerli bir maliyecinin karısıydı. Benim, kente, güç koşullara ve iklime alışmama çok yardımcı olmuşlardı.
 
Sarışın, ufak tefek , yaşını göstermeyen, güzel bir kadındı  Neval. Çocukları olmadığından bütün sevgisini, ilgisini kocasına vermişti; kocasının aynı duygularda olup olmadığını söylemek güçtü, belki o da öyleydi ama kim bilir erkek olduğu için göstermezdi duygularını, hatta arada sert ve kırıcı bile olduğu olurdu.
 
-Ercüment nasıl, dedim, nerelerde -biraz arandım, çevreme bakındım, çünkü hep birlikte yaparlardı alış  verişlerini- yok mu?
 
-Yok, dedi, hastanede...
 
-Ya, dedim, üzüldüm...
 
-Sorma, dedi, kaç aydır hastanede... Arada gidiyorum ziyaretine, uygun bir zamanda seni de götüreyim...
 
-Neden devamlı yanında değilsin?
 
Şaşırmıştım doğrusu biraz, ama açıklaması inandırıcıydı,
 
-Doktorlar her an yanında bulunmamı uygun bulmuyor.
 
İkimizin de konuyu değiştirmek istediği belliydi. Cakarta'dan ayrılmadan önce prostat kanseri tanısı konmuştu Ercüment'e. Demek durumu iyi değildi artık.
 
Ayrılırken,
 
-Seni arayacağım, dedi, gidelim bir gün birlikte  Ercüment'in ziyaretine.
 
-İyi olur dedim.
 
Tadım kaçmıştı doğrusu,severdim Ercüment'i. İki yıl boyunca birlikte birçok gezilere katılmış, konserlere, yemeklere hep birlikte gitmiştik. Beni –karısının etkisiyle olabilir. Neval'le biz aynı lisedendik, sonra aynı Fakültenin değişik bölümlerinde okumuştuk, ben hukuk o felsefe yapmıştı.- yanlarından hiç ayırmamışlardı. Ercüment'in bizim liseyi, fakülteyi küçümser halleri beni pek üzmezdi -o Robert'liydi ve bununla gurur duyar, bizi imrendirecek gençlik anıları anlatırdı- ama, arada İngilizce'mizle alay etmesine biraz canım sıkılırdı. Her şeye karşın, durumunu ağır tahmin ettiğim, dostumun ziyaretine gitmek, elini tutup inanmadığımız halde "yakında iyileşeceksin, yine geziler yapacağız hep birlikte" demek istiyordum.
 
Bir sabah, erkenden haber verdi Neval, eğer öğlen işim yoksa, hastaneye gidebileceğimizi. O gün özenle giyindim; Ercüment duyarlıydı kadın giyimine, dikkatle süzer görüşlerini söylemekten kaçınmazdı dostlarına giyimleriyle ilgili olarak. Birkaç kez, Neval'ın bundan keyfinin kaçtığını anımsıyorum. Karısı biraz topluca olduğu halde, ince kadınları beğendiğini söyler, mini etekli kızlara –bizim gibi orta yaşlı kadınların yanında- bakmaktan kendini alamazdı. Yine de tatlı anılarımız pek çoktu. Ne eğlenmiştik Singapur gezimiz sırasında. Kentin en ünlü Çin restoranında Ercüment'in, çiğ tavuğu yemesine ne kadar gülmüştük Neval'le.
 
Öğleye doğru beni Bakanlıktan alacaktı Neval. Bekletmeden geldi.  Corsa'sını acemice kullanıyordu; kocası araba kullanmasını istemez, hep eleştirirdi, oysa o bundan çok zevk alır, "özgürlüğümü duyumsuyorum, araba kullanırken" derdi.
 
O da benim gibi çok özenli giyinmişti, sanırım saçını yaptırdığı  gibi makyajını da bir yerlerde yaptırmıştı; profesyonelceydi çünkü. Arada sürücü hataları yaptıkça, "Ercüment olsa kızardı bunlara" diyordu. Pek kederli bir hali yoktu, "ne yapsın, alıştı artık " diyordum, içimden. Üç aydır hastanedeymiş Ercüment, doktorlardan kolay olmamış arada gidip kocasını görmek için izin çıkartmak. "Bekliyor zavallı" diyordu. Bir şey söylemiş olmak için, "zor, beklemek zor olmalı" diyordum. "Onun bir şeyden haberi yok ki"  dedi, arabayı park ederken, sonra,  "ancak yine de kim bilir?..."  diye ekledi, düşünceli.
 
Hastanenin yüksek merdivenlerini koşarak çıkıyordu, "Ölmek üzere de olsa bir kadının kocasına kavuşmak isteği işte bu... Sen bu heyecanı duyamazsın" diyordum kendi kendime. Ona yetişmek için koşmaktan nefes nefese kalmıştım.
 
Tam ana kapıdan girerken gördü elimdeki, orkideyi- tek bir orkide almıştım, Ercüment'e , Uzak Doğu'yu  anımsatmak düşüncesiyle,
 
-Yo, olmaz, içeri çiçek sokmana izin vermez  doktorlar, hem sana söyledim...
 
Tartışmadan, hemen girişteki çöp kutusunu attım, bulmak için kaç saatimi verdiğim güzelim çiçeği.
 
Hastanenin bilinen koridorlarını; poliklinik önünde sıra bekleyen kalabalığı, elinde analiz tüpleri, şişeleriyle endişeli insanları, asansöre yetişmek için koşuşturanları, sedyeyle taşınanları, tekerlekli iskemlede korkulu gözlerle bekleyenleri aceleyle geçtik. Uzun süre kapısında mescit, morg yazılı içeriden su sesleri gelen, takunyalı uzun beyaz önlüklü insanların göründüğü bölümlerin önünde yürüdük. Sonunda, o güne kadar hiç gelmediğim bir koğuşa  ulaştık: Burası tenha, sakin, floresanlarla aydınlatılmış, genizleri yakan bir asit kokusunun neredeyse ilerlememize engel olduğu bir bölümdü. Derin bir "oh" çekip yürüyüşünü yavaşlattı Neval. Çantasından iki maske çıkarıp birini bana uzattı, "tak şunu"dedi, "burada zorunlu" Uzun uzun gittik, döndük, birkaç basamak indik yine yürüdük. Bu uzun yolda ancak bir iki doktorla karşılaştık, uzun beyaz gömlekleri ve bizim gibi maskeleri vardı. Neval bunları tanıyor olmalı ki, selamlaştı. Bana, maskenin boğuklaştırdığı sesiyle, "artık tanıyoruz birbirimizi, zaten benden başka pek de gelen olmuyor, ben de çok zor izin aldım, kimleri koydum araya..." diye açıklamalar yapıyordu.
 
"Çok ağır olmalı" Ercüment'in durumu diye  düşünüyor, buralara gelmekle  büyük hata yaptığımı anlıyordum; artık dönemezdim, çaresizdim. Neval, "Girmek Yasaktır"  yazılı çift kanatlı bir kapının kolunu çevirirken, "İşte burada, Ercüment" dedi, "Beni izle"
 
İçinde bitik bir Ercüment'le hasta karyolası arayan gözlerim,  oldukça büyük bir odada, dev bir küvetle karşılaştı, içinde de, bitik değil kıpkırmızı  iri bir Ercüment...
 
-Tutun bana, dedi, hafif bir baygınlık geçirmekte olduğumu anlayan Neval, "ben de ilk gördüğümde böyle olmuştum"
 
Kendime gelir gelmez canımı dışarı attım. Neval koluma girip beni sürüklerken anlatıyordu,
 
-Ercüment'in ölüsünü Hastanenin -Tıp fakültesi hastanesiydi burası- kadavra olarak kullanabileceklerini söyledim doktorlara.. .Bir jest yapmak istedim, onlara... Ancak,  Temmuz'da öldüğünde dersler bitmişti... Sonbaharı, derslerin başlamasını beklemek gerekiyordu... Bu arada, çok zor oldu, yalvar yakar, onu arada bir görmek iznini koparabildim...
 
Bahçede, bir çamın dibindeki tahta bir banka zor attım kendimi. Nefes nefeseydim.  Bir süre ikimiz de konuşmadık. Ercüment'in şişmiş, kızarmış, sırt üstü uzanmış vücudu gözümün önünden gitmiyordu. Aman Allahım, ne kadar çirkinleşmişti öyle, devasa organlar... Biraz kendime gelince,
 
-Neval, dedim, Cakarta'da, bilmem sen de duymuş muydun, kocaları  ölen kadınların onların ruhunun acı çekmesi için ne gibi büyülere baş vurduğunu?
 
-Duymaz olur muyum, dedi, hatta İriyan Jaya'ya gidecektim bu konuda bir araştırma için ama Ercüment izin vermemişti... Bir ara...
 
Dinlemiyordum onu; kocasının   ruhunu, beynini, her hücresini doldurmuş olduğunu düşünüyordum; onunla geçirdiği yıllar  geçip giderken çektiği eziyet yetmezmiş gibi onsuz geçecek yıllarda da onun etkisinden kurtulamıyordu...
 
-Peki, inanıyor muydun bunlara, bu büyülere, ilkel kabilelerin bulduğu bu...
 
Sözümü  kesti,
 
-Bak hayatım...
 
Sinirlendiği anlaşılıyordu. Sinirlenince ya da birisini kendi fikrine inandırmak istediğinde böyle başlardı Neval söze.
 
-Bak hayatım, bunlara inanıp inanmamak önemli değil. Ben bayılıyorum, ilkel kabilelerin bu dürüstlüğüne, isteklerini, düşüncelerini olduğu gibi göstermekten çekinmemelerine, oysa biz uygar toplumlar gizlilik içinde...
 
-Söylemedin, dedim, inanıyor musun,  kısaca onu söyle...
 
-Önemi olan, dedi, mutlu olabilmek, o anda mutlular ya, onların acı  çektiğini düşünerek, onların  artık yaşamıyor olduklarını... Baksana, dedi, bırak bunları şimdi, Köroğlu'da yeni bir yer açıldı, güzel bir öğle yemeğine ne dersin, davetlim olarak...
 
-Dairede bulunmam gerek dedim, hemen dönmeliyim...
 
Sonra,  hasta bırakıp dönmekte olan bir taksiye doğru yöneldim. Arkamdan sesleniyordu Neval,
 
-Hafta sonu yemeğe  gidebilir miyiz ?
 
Yanıtlamadım onu.
 
 
Seyhan Ecer
 
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)