Uğur Mumcu’nun cenazesi / H. Murat Doğan
Bir ilk öyküde Uğur Mumcu'nun cenazesini yazmak cesaret ister. Ancak öykü samimiyettir. H. Murat Doğan yayınladığı bu ilk öyküsünde yeni bir yazar için en zor olan şeyi kendi yaşamından izlenimleri yazıyor. Uğur Mumcu'nun ölüm haberini nerede nasıl duydu? Ve sonrasındaki gelişmeler... Samimi, ürkütü...
Uğur Mumcu’nun ölümsüz anısına 1993 yılı, 24 Ocak günü. Günlerdir kar yağıyordu Ankara’da. Kaldırımlar buzlu, yollar ise yer yer erimiş kar, yer yer ise kar ve buzla kaplıydı. Oldum olası Pazar günlerini sevmem. O gün sabah kahvaltıyı erken yapmış, saat on bir civarında dışarı çıkmıştım. Üniversite üçüncü sınıfta okuyordum, ara tatilindeydim. Pazar günleri genelde dışarı pek çıkmam, ama günlerdir havanın kötü olması nedeniyle, dışarı çıkamamıştım. Evde canım sıkıldığı zaman, yapacak bir şey yoksa, kitapçı gezmek için dışarı çıkarım. Saatlerce kitapçıları dolaşmak, binlerce kitabın içerisine dalmak, onları incelemek, hangilerini almalıyım diye düşünmek bana yıllardır hep büyük keyif vermiştir. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmam, acıkmam, susamam, tüm sıkıntılarım geçici olarak kaybolur kitapçılarda. O anda ilgimi çeken bir kitaba uzanmak, hemen kapak arkasına göz atmak, almaya karar verirsem, o kitabı okuyacak olmak heyecanlandırır beni. Hele kitapların kokusundan mest olurum, bir kitabı okurken bile, sık sık kitabın sayfalarını burnuma götürürüm, en sevdiğim koku çiçek, yemek, parfüm kokuları değildir, kitap kokusudur. O zamanlar Maltepe’de oturuyorduk. Kitapçıların yoğun olarak bulunduğu Kızılay’a yakın olduğu için, yürüyerek gitmiştim. Hava dondurucu soğuktu, tipik Ankara ayazı vardı, hafiften kar da yağıyordu. Kaldırımda düşmemek için dikkatli yürümeye çalışmış, birkaç kez kaymış, ama düşmemiş, kimi zaman yoldan yürüyerek, bata çıka Kızılay’a varmıştım. Hava soğuk olduğu için, birkaç saat kitaplara bakmış, sonra yine yürüyerek eve dönmüştüm. Eve döndüğümde, evde kimse yoktu. Üzerimi değiştirdim, ısınmak için kendime bir kahve hazırladım ve televizyonu açtım. Televizyonda bir söyleşi programı vardı. Biraz önce aldığım iki kitabı bir yandan inceliyor, bir yandan da kahvemi yudumluyordum, televizyon kısık sesteydi, ne konuşulduğunu duymuyor, pek de ilgilenmiyordum. Telefon çaldı. O zamanlar evde yalnızken, genelde telefonları açmazdım. Beni arayan, soran pek olmazdı, genelde babamı ararlardı. Babamı arayanların benimle ilgili gereksiz soruları ile muhattap olmamak için telefon çalmasını önemsemezdim. O gün niyeyse, telefonu açasım geldi. Arayan üniversiteden, aynı bölümden arkadaşım Basri’ydi. Basri aynı zamanda benim liseden de arkadaşımdı. Sesini duyunca, tatilde olduğumuz için, büyük olasılıkla ‘görüşelim mi?’, diyecek diye düşündüm, ben de yeni dışarıdan geldiğimi, havanın da çok soğuk olduğunu ileri sürerek, görüşmek istemeyecektim. Bunları kafamda tasarlamışken, Basri: -Duydun mu?, Uğur Mumcu öldürülmüş, dedi. Belki yanlış anlamışımdır diye, söylediğini tekrarlattığımda, aynı şeyi söyledi. Açık olan televizyona baktım, herhangi bir altyazı veya haber yoktu. Haberi duyar duymaz, içim kirpi eti gibi titremeye başlamış, kor bir alev adeta yüzümü sarmış, başıma anında bir ağrı girmişti. Telefonu kapattıktan sonra, hemen televizyona koştum, televizyonda hala bir haber yoktu. ’Belki bizim Basri yanlış duymuştur, koskoca Uğur Mumcu öldürülse, televizyonda haber olmaz mı?’, diye kendimi sakinleştirmeye çalışırken, haber televizyonda altyazı olarak geçti. O anda birden gözlerim doldu, ne yapacağımı şaşırdım, birilerini mi arasam, dışarı mı çıksam, ne yapacağımı bilemedim. Bir yakınımı kaybetmişçesine yıkılmıştım. Altı yıldır gazetedeki her yazısını kaçırmadan okuduğum, gazeteyi elime aldığımda ilk olarak yazısının başlığına baktığım Uğur Mumcu katledilmişti. Kişiliğimi, düşüncemi, dünyaya bakışımı bu kadar etkileyen bir yazar, benim yakınım, hem de çok yakınım olmayacaktı da neyim olacaktı? Ben bu duygularla uğraşırken, bu arada tekrar telefon çaldı, tanıyamadığım genç bir kız sesiydi: -Merhaba, Oğuz ile görüşebilir miyim? -Ben Oğuz. -Aaaa, Oğuz merhaba, ben Beste, Oya’nın kardeşi, tanıdın mı? Tanımıştım tabii ki. Oya Abla, ablamın işyerinden arkadaşıydı. Yazın annemler tatildeyken, Beste ile bizim eve gelmişlerdi, o zaman tanışmıştık. Beste orta boylu, esmer, uzun saçlı, hoş bir kızdı, beğenmiştim o zaman. O gün çok fazla konuşmamıştık, ama O’nun da beni hafiften beğendiğini hissetmiştim. O da üniversite öğrencisiydi, benden bir yaş küçüktü. Sonrasında ablam, Oya Abla ve kardeşleriyle birlikte gittiğimiz bir konserde görmüştüm Beste’yi. Konser ayakta izlenen, açık hava konseriydi. Orada Beste benim hafif çapraz önümde duruyor, ara ara gülümseyerek bana bakıyordu, ben de haliyle gülümsüyordum. Konserin üzerinden üç ay geçmişti, o günden sonra Beste’yi hiç görmemiştim. Ara sıra aklıma geliyor, ’aslında hoş kız, en azından arkadaş olsak iyi olur’ diye düşünüyor, ama arada ablalar olduğu için, sanki ciddi bir şey düşünüyormuşum sanılmaması için, Beste konusunda bir şey yapmamayı tercih ediyordum. Beni aramasına da çok şaşırmıştım, ama Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden kaynaklı üzüntüm, sevinmemi engelliyordu. -Tanıdım tabii ki Beste, nasılsın? -İyiyim sağol, bugün Bulutsuzluk Özlemi’nin konserine iki biletim var, beraber gidelim mi? Sever misin Bulutsuzluk Özlemini. Belli ki Bulutsuzluk Özlemi’ni sevdiğimi ablamdan veya ablasından duymuştu. -‘Çok severim, amaaaaa’, dedim kaldım. Hoş bir kızla, sevdiğim bir müzik grubunun konserine gidecektim, daha ne isteyebilirdim ki, hem de teklif kızdan gelmişti. ’Ah be Beste, bula bula bugünü mü buldun? İçim alev alev yanarken, bir yakınım öldürülmüşken, ben nasıl kalkıp konsere geleyim?, canım ister mi hiç konser monser?’ -‘Besteciğim, çok isterim seninle konsere gitmeyi, ama biraz önce Uğur Mumcu’nun öldürüldüğünü duydum, çok üzüldüm, konsere gidecek durumum yok, inan’, dedim. Beste söylediklerimi pek inandırıcı bulmamıştı, ses tonundan anlamıştım. Kırılmış ve donuk bir sesle ‘peki’ deyip, telefonu kapattı. Beste’nin kırılmasını önemsememiştim, doğru söylüyordum, konsere gidecek halim yoktu. Birkaç dakika sonra, telefon tekrar çaldı. Arka arkaya üçüncü kez telefon çalmasına şaşırarak, açıp açmama konusunda kısa süreli bir kararsızlık geçirdim. Beste yeniden arayıp, bu sefer bana ters bir şeyler mi söyleyecek diye düşünerek, telefonu dördüncü kez çalışında açtım: -Oğuz merhaba, ben Nazif. -Merhaba Nazif Amca. -Biz babanlarla bizdeyiz, Ahlatlıbel’e mangal yapmaya gideceğiz, seni de gelip, alayım, beraber gidelim. -Çok sağol Nazif Amca, yeni dışarıdan geldim, hava çok soğuk, kar da yağıyor, teşekkür ederim. -Güzel olur oğlum, karın üzerinde mangalın keyfi bir başka olur, rakı da içeriz, hadi gelip alıyorum seni, ben sizin evin karşısındaki yolda dururum, camdan arabayı görünce, aşağıya inersin. -Nazif Amca, Uğur Mumcu’nun öldürüldüğünü öğrendim biraz önce, onun için canım bir şey yapmak istemiyor, sağol. -Duydum evet, ben de çok üzüldüm, gel işte, kafamız dağılır, geliyorum seni almaya. Nazif Amca, babamın çok eski arkadaşıydı, severdim. Israrına daha fazla karşı koyamadım ve ‘peki’ dedim. On beş, yirmi dakika sonra, karşı yolda Nazif Amca’nın arabasını görünce, giyinip, dışarı çıktım. Dondurucu soğuk devam ediyordu. ’Bu karda, kışta ne mangalı, nereden çıktı bu mangal işi’ diye içimden söylenerek, içimdeki acı ile birlikte arabaya bindim. Ahlatlıbel’e ilk defa o gün gittim. Her taraf bembeyaz karla kaplıydı, kar inceden yağmaya devam ediyordu, uçsuz bucaksız kar manzarası bana biraz iyi gelmişti. Nazif Amca hemen mangalı kurdu, etleri pişirmeye başladı. Yine aile dostumuz Salih Amca ve eşi de vardı. Nazif Amca önden rakıyı açtı, Salim Amca’ya, bana ve kendisine birer duble doldurdu. Aldığım ilk yudum müthiş iyi geldi, içkiyle aram pek hoş değildir, ama o gün içtiğim rakının ve yediğim etin lezzetini hiçbir zaman unutamadım. İçkinin etkisiyle mi bilmiyorum, artık üşümüyordum da, içimdeki acının verdiği sıcaklığın da bunda etkisi olduğunu düşündüm. Sonraki iki gün, aralıksız kar yağmaya devam etti, dışarı çıkmadım. Gazetede Uğur Mumcu ile ilgili yazılanları, kendisinin eski yazılarını okuyor, içimdeki sıkıntı Pazar gününden bu yana azalmadan devam ediyordu. Kimi zaman gözlerim hafiften doluyor, iki damla yaş akıyordu, duygularını çok rahat belirtemeyen birisi olduğum için, gözyaşlarımı genelde içime akıtıyordum. Ertesi gün Uğur Mumcu’nun cenazesi vardı, bunun heyecanı ve üzüntüsünü iki gün boyunca devamlı hissettim. Çarşamba günü erken kalktım, yine kar yağıyordu. Bu sefer içimde acının yanısıra, güç de hissediyordum. Uğur Mumcu okuyucusu güçlü olmalıydı, yıkılmamalıydı, her koşulda umutlu olmayı elden bırakmamalıydı. Bu duygularla, hazırlanıp, dışarı çıktım. Yerler yine çamur, yer yer kar ve buzdu. Kızılay’a doğru dilimde ‘Ankara’nın Taşına Bak’ türküsü, gözlerim yaşlı yürümeye başladım. Yakınlardan yüksek seste bir uğultu geliyordu, demek ki Kızılay’da büyük bir kalabalık var ki, uğultusu ta buraya kadar geliyor, adımlarımı daha da hızlandırdım. Demirtepe Durağı’na doğru yaklaştığımda, kalabalık görülmeye başlamıştı. Sendikalar, siyasi partiler, üniversiteler, meslek odaları, dernekler, çeşitli sivil toplum örgütleri, ellerinde pankartlar, sloganlar haykırarak, düzenli, sıralı ve kararlı bir şekilde yürüyorlardı. Yaşamımda görmediğim büyük bir kalabalık vardı. İnsanlar soğuğa, kara aldırmadan Maltepe Camisi’ne doğru yürüyorlardı. O kalabalık beni de çok heyecanlandırmıştı, ’burası böyle ise Kızılay kim bilir nasıldır?’ diye düşünerek artık koşar adım kaldırımdan yürümeye devam ettim. Gözlerimin yaşını artık tutmuyordum, kar ve gözyaşlarım birbirlerine karışmıştı. Kızılay’a vardığımda, ortalık mahşer yeri gibiydi, artık kalabalıktan yürümek çok zordu. Sloganlar birbirine karışıyordu. Soysal Pasajı’nın önünden karşıya geçip, postanenin önünde bir yerden korteje katılmayı planlamıştım. Karşıdan karşıya geçerken, Bülent Ecevit yanımdan geçti. Elinde şemsiyesi, koluna girmiş eşiyle birlikte yürüyordu. Postanenin önünden, korteje katıldım. Ben de artık soğuktan ve ağlamaktan çatallaşmış sesimle sloganlara katılıyor, etrafımdaki insan kalabalığından tanıdık birisine rastlar mıyım diye bakınıyordum. Yürüyüş iki koldan devam ediyordu, benim bulunduğum kol Güven Parkın yanından Demirtepe Durağı’na doğru ilerliyordu. Çok yavaş adımlarla ilerliyorduk, ileride kalabalığın sonu görünmüyordu, yüzbinler yürüyorduk. Herkes adeta birbiriyle dosttu, birbirlerine atkısını, eldivenini verenler, yanındaki suyu veya yiyecek bir şeyleri paylaşanlar bir aradaydık. Acıyı, umudu, birbirlerini hiç tanımayan insanların dostluğunu, tarif edilemeyecek duyguları bir arada yaşıyorduk hep birlikte. Demirtepe Durağı’na doğru çıkış hafif yokuş olduğu için, durak bölgesindeki kalabalık, bulunduğum yerden görülebiliyordu. Durağın orada coşkunun, sloganların daha da arttığını görebiliyordum. Çok yavaş adımlarla ilerleyen insanlar, durağın oraya geldiğinde daha bir kararlı, güçlü bir hale geliyor, orada bir dalgalanma oluşuyordu. Nedenini anlayamadım, ’durağa varınca görürüz’ diyerek yürümeye devam ettim. Demirtepe Durağı’na varınca, kalabalığın dalgalanmasının, coşmasının nedeni belli olmuştu. Bizim bulunduğumuz tarafın karşı kaldırımında, durağın tam hizasında, ikinci kattaki açık bir camdan, ak saçlı, uzun boylu, heybetli, gözlüklü bir adam gözyaşları içerisinde kalabalığa el sallıyordu. Kalabalık adeta kendinden geçmiş, sloganlar daha bir güçlenmiş, gözleri daha bir yaşartacak ortam oluşmuştu. El sallayan adam Uğur Mumcu’nun dostu Mehmet Ali Aybar’dı. İlerlemiş yaşı nedeniyle, herhalde cenaze yürüyüşüne katılamamıştı. Halkı tüm içtenliğiyle, gözyaşlarıyla, yüzündeki inançlı tavırla, yorulmadan el sallayarak selamlıyordu. O soğukta, açık camın önünde, üzerinde sadece bir beyaz gömlekle bizleri selamlayan Aybar, kalabalığın umudunu, gelecek güzel, aydınlık günlere olan inancını perçinledi adeta. Aybar’ı selamlayan kalabalık, coşku ve dalgalanmayı azaltarak, yürümeye devam etti. Demirtepe Durağını geçen kortej, yaklaşık üç yüz metre ilerideki Özveren Sokak’tan sola döndü. Gençlik Caddesini geçip, Maltepe Camisi’nin bulunduğu caddenin başına varmıştık. Yürüyüşe katıldığım yerden, buraya gelene kadar bir buçuk saat geçmişti. Önümüzdeki kalabalığın ucu gözükmüyordu. Yüzbinler karın, yağmurun altında, dondurucu soğukta ‘Uğurlar Ölmez’ diye haykırıyordu. Bu kadar büyük kalabalığın arkasından ayaklarıyla, bilinçleriyle, akıllarıyla, yürekleriyle yürüdüğü Uğurlar ölür müydü hiç?, elbette ki ölmezdi. Her tarafım, gözlüğüm su içindeydi. Başımda şapka, bere olmadığı için başımdan aşağı sular süzülüyordu, gözlerimden akan yaş ise hiç durmuyordu. Caddenin başında bir saattir bekliyorduk. Camideki cenaze töreni muhtemelen bitmemişti. Her taraf pankartlarla dolu olduğu için, arkasında yürüdüğüm grubun pankartını takip edemiyor, bunu pek umursamıyordum da. Bir ara baktığımda bizim üniversitenin pankartının arkasında olduğumu fark ettim, tesadüfen olmuştu bu durum. Bir anda arkamdan birisi koluma girip, yanıma geldi, Melis’ti koluma giren. Melis ile aynı üniversitedeydik, bölümlerimiz farklıydı. O’nunla aynı bölümde okuyan liseden arkadaşım Osman’ın aracılığıyla tanışmıştık. Osman Demirtepe’de, Melis ise Anıttepe’de oturuyordu. Melis’in eski model Murat 131 marka bir arabası vardı, birkaç kez Osman ile beni eve bırakmıştı. Bir keresinde de Osman’ın dersten çıkışını beklerken karşılaşmıştık, ayaküstü konuşurken eliyle dağılan saçlarımı düzeltmişti, hoşuma gitmişti bu davranışı, içten bir kızdı Melis. -‘Selam Oğuz, böyle acı bir günde de olsa, seninle karşılaşmak güzel bir rastlantı oldu. Ne kadar ıslanmışsın böyle, insan başına bir bere falan takar’, diyerek ıslak saçlarımı düzeltmeye çalıştı yine, eliyle gözlerimin altındaki yaşı sildi. -‘Bere takmayı sevmiyorum, ıslanmam önemli değil’, dedim bana dokunmasından utanmış bir ifadeyle. -Tanıdık kimse gördün mü? -Yok, görmedim. -‘Ufff, çok soğuk gerçekten’ diyerek koluma girdi. Melis’in bu özden davranışları çok hoşuma gidiyordu. Uzun boylu, narin, güzel bir kızdı. Boyu boyuma yakındı. Üzerinde siyah bir palto, açık renk atkı vardı. Başında ise O’nu daha da güzel ve sevimli gösteren lacivert renkte bir bere vardı. Uzun, ıslanmış, kumral saçları berenin altından omuzlarına sarkıyordu. Karmaşık duygular içerisindeydim yine. Acı, umut, heyecan hepsi bir aradaydı. Melis’in koluma girmesi de ayrı bir heyecanlandırmıştı beni. Birkaç dakikalık aramızdaki sessizlikten sonra: -‘Aksi gibi ben de eldiven almayı unutmuşum’ diyerek elini cebime soktu. Benim de ellerim cebimdeydi. -‘Sen de eldiven takmamışsın’ diyerek cebimdeki elimi sıkıca tuttu. Yumuşacıktı eli ve buz gibiydi. Ben de elini sıkıca tutuyordum. O anda ikimiz de birbirimize gülümseyerek baktık ve bir şey konuşmadık. Ellerimizle konuşuyorduk sanki, ben O’nun elini hafifçe sıkarak, bu durumdan hoşnutluğumu belirtiyor, O da buna elimi hafifçe sıkarak ve baş parmağıyla elimi okşayarak, karşılık veriyordu. Cenaze camiden kalkmış, yürüyüş yeniden başlamıştı. Kar iyice artmış, akşamın da yaklaşmasıyla, soğuk biraz daha artmıştı. Bulunduğumuz yerden caminin önünden geçip, Celal Bayar Bulvarı’na çıkmamız bir saat sürmüştü. Cebeci’de üniversitelerin bulunduğu yere geldiğimiz zaman bambaşkaydı ortam. Halkın çok büyük kısmı pencerelere çıkmış, ellerinde Türk Bayrakları, Atatürk posterleri, Mumcu’nun resimleri, gazetesi ile bizleri selamlıyorlardı. Bizleri alkışlıyor, el sallıyor, büyük çoğunluğu ağlayarak bizlere olan sevgilerini dillendiriyorlardı. Biz yürüyenler de hiç tanımadığımız insanlara el sallıyor, onları alkışlıyor, selam veriyorduk. Yaşamım boyunca hiç unutamayacağım bir sahneydi bu. Göz ucuyla Melis’e baktığımda O da ağlıyordu, bana döndü gözgöze geldik, gözyaşlarımla ıslanmış gözümün altından öptü, gözyaşlarımı sildi, ben de karşılık olarak, utanarak yüzümdeki elinin avucundan öptüm, gözyaşlarını sildim ve birbirimize gülümsedik. Cebeci Mezarlığı’na yaklaştığımızda artık hava kararmak üzereydi ve yürüyüş bitmişti. Mezarlıktan insanlar geri dönüyorlardı. Biz de daha fazla yürümeye gerek olmadığını düşünerek, geldiğimiz yoldan geri döndük. Melis’le ellerimizi saatlerdik hiç bırakmamıştık. Bunun yeni farkına varmıştım sanki. İkimizin de elleri sıcacıktı artık. Dönüş yolunda pek fazla konuşmadık. Kızılay’a vardığımızda hava tamamen kararmış, akşam olmuştu. -‘Şuradaki pastanede biraz oturalım mı? Üstümüzü, başımızı temizleriz, sıcak bir şeyler de içeriz hem’ dedi Melis. Pastaneye doğru yürümeye başladık. Neredeyse yedi saattir yürümüştüm. Üzerimin ıslanmadık yeri kalmamıştı. Sadece Melis’in elini tutmuyor, sanki Uğur Mumcu’nun arkasından tüm ülkede yürüyen yüzbinlerin elini tutuyordum. Hiç yorulmamış, tam tersi güçlenmiş hissettim kendimi, dört gündür içimde olan türküyü derinden mırıldanarak: Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak (Kapak Uğur Mumcu fotosu: Saim Tokaçoğlu arşivi) H. Murat Doğan
Uyan uyan Gazi Kemal, şu feleğin işine bak
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR
Bircan
20.02.2023 16:53
Çok akıcı ve içten duygular..
En yürekli yazarımıza, yüreğini açarak yazmışsın.. Bu birikimin devamı dileklerimle, sevgilerimle.
Saniye GÜLÇİN TÜRKUCU
20.02.2023 17:44
Cok güzel anlatım,bir solukta okudum.Muratcim devamını bekliyorum.tebrikler
Betül
21.02.2023 05:44
Çok beğendim, okurken çok ağladım ve hep şunu sordum; Nerede şimdi o çoşkuyla mücadele eden insanlar? Biz ne zaman bu hale geldik? Nasıl kaybolduk? Bütün gün soracağım ve ağlayacağım sanırım... Kafamda bir dünya soru, kendimi arayarak
Neş’e Doğan Yüksel
21.02.2023 18:29
İşte bu kadar birikim, gözlem, okuma, yorum artık sıra yazmaya gelmişti. Bu bir başlangıç, devamını dört gözle bekliyorum. İşte bu Bir solukta keyifle okudum….
Murat Doğan
24.02.2023 16:45
Beğendiğinize çok sevindim Betül Hanım,sağolun.
Celal Akdağ
28.02.2023 18:55
Hikaye, akıcı bir üslupla kaleme alınmış, sıkılmadan okudum, tadında dozunda uzunlukta, ayrıca ''içim kirpi eti'' gibi olmak deyimini İlk kez duydum , Oğuz ve Melis ikilisi umarım birliktedirler :) başarılar dilerim
Ebru
09.03.2023 15:15
Tebrikler...öykülerinizin devamını sabırsızlıkla bekliyorum. Kaleminize sağlık...