Son Dakika



Kentlerimiz, hem eski yerleşim alanlarını koruyamama ve ham de yeni kurulan uydu kentlerle ilgili olarak korkunç bir durumla karşı karşıyadır: Rant uğruna heyula gibi binaların yapımı hızla sürüyor.

Evet, Türkiye’nin geleceği ve kurtuluşu uygarlık demek olan kentlileşmededir belki. Ama yapılan bir araştırmaya göre; 1950’li yıllara kadar nüfusumuzun yüzde 70’i köylerde yaşıyordu; şimdi bu oran tersine döndü. Hatta köylerde yaşayan nüfus yüzde 30’un da altına inmiş. Bu durum Türkiye için çok iyi bir gidiş değil. Herkes köyde yaşasın demiyoruz kuşkusuz; ama bir tarım ülkesi olan Türkiye’nin ekilebilir alanlarının da değerlendirilmesi gerekmez mi? Ama buna karşın Türkiye’de ekilebilir alanların yüzde 80’i boş durmaktadır.

Ne yazık ki, bir tarım ülkesi olan ve buna dayalı bir sanayisi olması gereken Türkiye’yi bu duruma “Benim vatandaşım, benim köylüm” diye söze başlayan politikacılar getirdi. Oysa bizim gibi ülkelerde “Tarım sektörü, temel özellikleri bakımından, (…) egemen olan üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin sürdürüldüğü bölgelerden oluşmaktadır. Bu bağlamda Türkiye (de), çarpık kapitalizm ve yarı feodal ilişkilerin egemenliğini sürdürdüğü bölgelerden oluşmaktadır. Kapitalizmin elini uzatabildiği tarımsal üretim alanlarında, kasabalarda ve köylerde yarı feodalizme özgü görünümler hızla silinmekte; bunun dışında kalabilen alanlarda ise üretim yapıları, yarı feodal ilişkiler ağını taşımaya devam etmektedir.” (Dr. Gökhan Günaydın / Tarım ve Mühendislik, Nisan 2007)

Öte yandan Türkiye’de toprağın çok büyük bir bölümü devlete aittir ve bunun da çok az bir bölümünde tarım yapılıyor. Devletin geniş toprakları olmasına karşın Devlet Üretme Çiftlikleri (DÜÇ)’in getirildiği durum ortadadır. Bir köylünün günde yirmi kadar ineği dölleyen boğası, DÜÇ’e satıldıktan sonra günde bir ineği nazlanarak döllemeye başlamış. Soranlara da “Artık ben devlet memuru oldum” dermiş!.. Girmeye çalıştığımız Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde, uçaktan herhangi bir ülkeye baktığınızda, ekilmeyen bir adım arazi göremiyorsunuz. Ülkemizde ise asla böyle değil, hem de esenliğe çıkabilmek için Türkiye’nin tarımdan kopma/koparılma şansı olmamasına karşın.

Toplumların geleceklerinin ekilebilir tarım arazilerine ve suya bağlı olduğunu hiç mi düşünüyoruz? Yani biz bu iki kaynağı petrolden daha çok önemsemek zorundayız. Petrol olmadan enerji üretebilirsiniz; artık doğal gaza ve petrole bağlı bir yaşam düşünmeyin. Toplumların geleceğini bunlar değil, su ve toprak, dolayısıyla tarım belirleyecek.

Türkiye ne yazık ki örneğin ülkemizin buğday ambarı olan Konya Ovası ile bu alandaki gölleri yitiriyor. Eskiden buğday, tahıl ürünleri ihraç ederken şimdi almaya başladık. Hayvancılıkta da ayni durum söz konusudur. Kurbanlık bile almak zorunda kalıyoruz zaman zaman. Oysa hayvancılık önemli bir geçim kaynağıydı ülkemiz insanı için.

Bu bağlamda da en azından bölgeler arasında bile dengesizlik başladı. Kapitalizm bizi ‘Pazar ekonomisiyle’ tanıştırdı aslında. Kuşkusuz kapalı bir ekonomiyle yaşamak çok olanaklı değil. Söylemek istediğim üretim olmadan yaşamaya çalışmanın, tarımı dışlamanın, su kaynaklarını korumamanın tehlikeli bir gidiş olduğudur... Yani kentler çoooktan köyleri boşaltmaya başladı. Kentlere yığılma var; özellikle İstanbul’a. Ataşehir Kültür dergisinin Ekim 2012 sayısında Feridun Andaç'la yapılan bir söyleşide, aslen Erzurumlu olan Andaç diyor ki; “Siz buraya (Ataşehir’e) uydu kentler kurmaya başlıyorsunuz. Ben yatay uygarlıktan yanayım. Çünkü insanın geleceği oradadır. Dikey uygarlık dediğiniz, insanı yalnızlaştıran, köleleştiren, ruhsuzlaştıran bir şey. Yapıların ruhsuzluğu kadar insanlar da ruhsuzlaşıyor. Yani, o modelde insanlar üremeye başlıyor. Bu kötü bir şey aslında. Yani, sizin o ruhsuz insanları toplumun içine saldığınızı düşünsenize.

İstanbul’da kentlileşmenin 2. ya da 3. model alanı burası. Artık bir sokak ve mahalle kültürü yok; ama belki bir semt kültürünü geliştirmek gerekecek. Sonuçta çok kimliklilikte bir zenginlik vardır. Çünkü öteki türlü siz toplumu bir yere toplar hapsederseniz.”

Konuyu kültürün sanat alanına getirerek şöyle sürdürüyor sözlerini Andaç: “Tek bir dili konuşan; onunla edebiyat üreten, onunla yetinen, çevresine açık olmayan, bir toplum, bir coğrafya. Üstelik Anadolu Kürtleri bu yönden eleştirilebilir. Her şeyden asimile bir Kürt topluluğunun yaşadığı bu coğrafya ne kadar sığ ve yoksul olur? Bu durumu, sorumlu olanlar hiç düşünüyor mu? Hitler’in yaptığının bir başka şekli, arî bir ırkın yaşadığı bir coğrafya... Anadolu belki de bu anlamda çok zengin. Bizim bir zenginliğimiz varsa bu zenginlik de buradan geliyor. Bir ‘alaşım’ birçoklarının diline doladığı gibi ‘mozaik’ de değil. Mozaikte parçalar yan yana gelir; ancak özelliklerini korur; alaşımda öyle değil, herkesin özelliği herkestedir, herkesedir. Bu bakımdan Anadolu bir alaşımdır, diyorum. Zenginliğimiz budur.”

Kent, kentlilik kültürü açısından, iletişim kurma açısından da, yazılı kültürün çok büyük değeri var… Ama bugün öncelikli sorunumuz o değil; günümüzde her şey sanallaşsa da sanal yiyip içilemez. Onun için ekip biçmeli, adam gibi üretim yapmalıyız her alanda. Ülkemiz özelinde bu alan da tarım ve hayvancılıktır. Modern üretim ilişkilerine geçip elimizdeki bu olanağı kullanmaya zorunluyuz… Gayri benim yürümekten aciz bir adamın, bu yaştan sonra köye dönüp tarımsal üretim yapmaya olanağım yok. Ama devlet baba bu işleri planlayıp hâlâ köyde bulabileceği gençlere olanak sağlamalıdır. Ama bu durumu başarmak bir “seferberlik” hareketini gerektirir. Gününü gün etmekle malûl olan politikacılarımız bunu başarabilir mi, kuşkum var.

Bu ülkede, değerli yazar dostum Feridun Andaç ile benim gibi elli yıldır şiirler ve edebiyat yazıları yazmaya çalışan birine mi kalmalıydı bunları söylemek? Ne yazık ki evet, geldi bize kadar dayandı… Düşünün, ülkemiz ne duruma geldi ki, bu konularda bizler konuşma, yazma gereği duymaya başladık.

Hüseyin Atabaş

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)