Taner Ay: Edebiyat arkeoloğunun namütenahi serencamı
Taner Ay bilhassa son birkaç yıldır ortaya koyduğu yapıtlarıyla edebiyatımızda yeni bir kanal açmış, edebiyatımıza yeni bir kavram ve disiplin kazandırmış bir yazar oldu. Açtığı kanal yeni bir tarz araştırmacı edebiyatçılık, kazandırdığı kavram ve disiplinin adı ise edebiyat arkeolojisi. Edebiyatımı...
Herkes biliyor arkeoloji ile edebiyatın bu tarz doğrudan bir birlikteliğinin söz konusu olamayacağını. Herkes biliyor arkeolojinin ne anlama geldiğini. Fakat buradaki söz sanatı ya da teşbih hepimizde son derecede vefakârane, edebî, ulvî ve derin bir duygu yarattığı için bu tamlamayı iştiyakle kabullendik, sahiplendik. Farklı alanlarda kaleme alınmış başka edebiyat araştırmalarına sahip olsa da Taner Ay’a söz konusu bu ünvanı yani “Edebiyat Arkeologu” ünvanını kazandıran eseri hiç kuşkusuz geçen sene yayınladığı büyük ilgi uyandıran Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler adlı kitabının birinci cildi idi. Geçtiğimiz yıl yayınlanan ve büyük yankı yapan söz konusu kitap hakkında kaleme aldığım yazıda aynen şunları söylüyordum: “Bu yazı dizisinde Taner Ay’ın hem nitelikli araştırmalarına, hem edebiyatın kuytularına olan merakına, hem anekdot ve mesellerine ilgisine, hem de vefakârlığına tanık oluyor, yazıları büyük zevkle okurken kimi zaman gülüyor eğleniyor, kimi zaman hüzün sağanaklarına gömülüyor kimi zaman da hayıflanıyorduk. Ama her halikârda edebiyatın unutulmuş değerlerinden, lezzetlerinden, gelenek ve âdetlerinden, adap, usül ve erkanından, görmüş geçirmiş edip ve edibelerin o ince düşünüş ve adanmışlıklarından, terbiye ve asaletlerinden, sadakat ve ulviyetinden haberdar olmak için güzel ama çok güzel bir zamanlamaydı. Çünkü içinde bulunduğumuz çağ gerçek bir çöküntü ve tefessüh içinde helâk oluyor; biz edebiyatçılar ise her geçen gün sahte değerlere kanmış ya da kandırılmış insancıkların sefaletine ve onların sırtında yükselen eyyamcıların saltanatına acılar içinde tanık oluyorduk. ../.. İşte o tefrikalar boyunca haklarında inceleme yazılan yazarlar şimdi bir kitapta toplanıyordu.” Söz konusu birinci ciltte Şinâsî, Hakkı Paşazâde Celâl, Andelîb Es’ad, Ali Nusret, Osman Fahri, Şukûfe Nihal, Yaşar Nezihe Bükülmez, Fazlı Necip, Safiye Erol, Kemal Ahmet, Kemal Altınkaya, Kenan Hulûsi Koray, İhsan Mahvî, Aka Gündüz, Nurettin Artam, Burhan Cahit Morkaya, Osman Cemal Kaygılı, Hasan Tanrıkut, Nezahat Somar, Fikret Ürgüp, Hikmet Şevki ve Mazlum Kenan Köstekçi hakkındaki incelemeler yer alıyordu fakat Taner Ay ikinci kitabın gelmekte olduğunun sinyalini de o tarihte veriyordu. İşte o ikici kitap bu ay geldi. Ötüken’den son derecede özenli ve etkileyici bir edisyonla çıktı. İkinci kitap da tıpkı birincisi gibi edebiyata adanmış bir yaşam süren her kişinin derin ilgisini çekecek sayısız anı ve anekdotla dolu. Zamanla daha da değerleneceği kesin olan bu kitabı kitaplığınıza taşımanızı öneririm. Edebiyatın unutulmuş, kadri kıymeti bilinmemiş, talihsizliğe ya da sükût suikastına uğramış son derecede özgün simaları hakkında gerçek bir edebiyat arkeologundan mufassal araştırmalar okuyacak, büyük zevk alacaksınız. İkinci kitapta yer alan unutulmuş ve kaybetmiş yazarların listesini de verelim: Abdülhalim Memdûh, Müstecâbizâde İsmet, Ahmed Vefâ, Şehabettin Süleyman, Safvet Nezihî, Said Naum Duhanî, Kemal Râgıp Enson, Selâhattin Karakayan, Suphi Taşhan, Niyazi Akıncıoğlu, Hasan Basri Alp, Sefer Aytekin, İhsan Ünlüer, Zühtü Bayar, Abidin Bephur, Tapaner, Ender Sarıyatı, Emin Ersoy, Pembe Marmara, Kaya Çanca, Süleyman, Ali Uluçamgil, Cuşkun Büktel, Mehmet Lütfullah Erişçi, Muzaffer Hacıhasanoğlu, Hilmi Büyükşekerci, Celâl Sılay. Kitpta yer alan Zühtü Bayar, Coşkun Büktel, İhsan Ünlüer gibi bazı yazarları tanıma fırsatını bulabildiğim için kendimi de bir nevi arkeoloji unsuru olarak görmeli miyim bilemiyorum lakin değerli yazar Taner Ay’ın kitabının, başlıbaşına bir ibret meseli sayılabilecek sunuş yazısında iki defa adımı zikretmiş olmasından dolayı mütehassis olduğumu belirtmeliyim. Neticede, bir yıl önce hakkında bu denli coşkulu ve övücü bir yazı kaleme aldığım kitabın ikinci cildi çıktığında yeni bir yazı daha yazıp aynı latif sözcükleri bir tur daha tekrarlamaktansa kitap hakkında, merakıma mucip olan sualleri yazarına tevcih etmeyi daha uygun buldum… SORU: Edebiyat sosyolojisi diye bir alan olduğunu biliyoruz, edebiyat tarihi, edebiyat araştırmaları vesaire… Edebiyat arkeolojisi tabiri ise sizin eserlerinizle birlikte dillere pelesenk oldu. Bu kavramı diğerlerinden ayıran nedir? Soruyu daha doğrudan soracak olursak, sizin edebiyat araştırmalarınızın rutin ve bildik edebiyat araştırmalarına göre farkı nedir? TANER AY: Benim gibilere, sanırım, eskilerin ifâdesiyle, "muhibbân-ı kütüp" değil de "mecânîn-i kütüp" deniyor. İkisi kitaplara çok farklı bakarlar. "Muhibbân-ı kütüp" için aklıma ilk Kâtip Çelebi ve Ahmed Vefik Paşa geliyor. "Mecânîn-i kütüp" için de Ali Emîrî ve İsmail Saip Sencer. Necip Âsım'ın, ilk baskısı 1311 yılında yapılan "Kitab" isimli eserinde, "mecânîn-i kütüp" için "hastalık" dediğini anımsarsınız. Hastalık mıdır değil midir, bilmem, sadece her basılı şeyi toplayıp okumak, anlatılanları öğrenmek isterim. Ama, benim okumam biraz farklıdır. Önce elime aldığım kitabın yazarının kim olduğunu öğrenmeye çalışırım, onun hakkında yazılanlardan ilgimi çekenleri iki üç gün içinde deviririm, ardındansa kitabın ilk sayfasını açarım. Kitap New York'ta mı geçiyor, bir New York haritası bulurum, bir elimde kitap diğer elimde harita, kitapta anlatılanları o harita üzerinde takip etmeye çalışırım. Bu kadarla kalsa iyi, kitapta geçen bütün mekânların gerçek mi yoksa kurgusal mı olduğunu araştırırım. Bu yüzden, örnek verdiğim için söylüyorum, hiç New York'a gitmediğim hâlde, New York'ta geçen bir film seyrederken her yer bana sanki New York'ta doğup büyümüşüm gibi aşina gelir. Bir ara edebiyatın kapitalistleşmesine kızarak yazmayı yirmi yıl kadar bırakmıştım. Önce Enver Ercan Varlık dergisi için düzenli olarak bir şeyler yazmamı istedi. Rahmetlinin ısrarcılığı herkesin malûmudur. Mehmet Erte de, iyi bir yayın yönetmeni ve iyi bir edebiyatçı ama, Varlık'a yazmayı Enver'in vefâtından bir süre sonra dosya yapılan konular ve kavramlar hayli uzağıma düştüğünden bıraktım. Ardından Karar'ın genel yayın yönetmeni olan İbrahim Kiras gazetenin "Görüşler" sayfasına yazmamı teşvik etti. Eski arkadaşımdır, şâirdir. Ama, Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler Adnan Özer ile başladı. Kalabalık Cadde sitesi için edebiyatımızın unutulan isimlerinden bir yazı dizisi hazırlayıp hazırlayamayacağımı sordu. Adnan'ı kıramazdım. Yazabileceğimi söyledim. Haftada bir unutulan hazırlamak çok kişiyi zorlayabilir. Ama, bir tür "mecânîn-i kütüp" olmam işimi kolaylaştırdı. Çünkü, İsmail Saip Sencer gibi her şey kafamda bütün ayrıntılarıyla ve kaynaklarıyla zâten hazırdı. Biliyorsun, Kalabalık Cadde için aynı hafta içinde sadece bir unutulan yazarı kaleme almıyordum, bir de İspanya İç Savaşı yazı dizisine başlamıştım. Oradaki İspanya İç Savaşı'nı bir gün tamamlayacağım. Ama, benim asıl yazmak istediğim, edebiyatçılar ve sanatçılar üzerinden Stalinizm'in kökenleri ve tarihidir. O kadar fazla "polis" edebiyatçı ve sanatçı var ki, bir süre sonra mideniz bulanıyor... SORU: Bu yeni tarzı sadece kitaplarda değil dergilerde ve hatta özgün edebiyat mahfillerinde; kütüphanelerde, muhibban meclislerinde, dergilerde de sürdürdüğünüzü biliyoruz; izliyoruz. Bir zamanların “yaşayan edebiyat”ının bir asrî zamanlar yansıması gibi gözüküyor tüm bu edimleriniz. Bu noktaya hangi izlekten geçerek geldiniz? TANER AY: Ben öyle pek sokakta olan biri değilim. Çoğu defa, pazar sabahları Ali Aktan ile yaptığımız yürüyüşleri saymazsam, bir ay boyunca evden çıkmadığım bile oluyor. Beyoğlu'na çıkarsam da bir Ötüken Neşriyât'a uğruyorum. Orada iki iyi yazar arkadaşım editör olarak çalışıyor. Göktürk Ömer Çakır ve Oğuzhan Murat Öztürk. Bazen de, yazar ve ressam Besim Dalgıç torunları için semt-i dildarımıza geçerse, onunla yürüyüş yapıp, edebiyattan ve sinemadan konuşuyoruz. Eskiden Ahmet Zeki Pamuk ve Cengiz Güngör ile haftada bir öğle rakısı yapardık ama, Cengiz'in vefâtından sonra bu geleneğimiz bitti. Kulüp içmeyeni de masamıza oturtmazdık. Şimdiki beş on kişilik masaları hiç sevmiyorum. O kadar kişinin hangi müşterekte buluştuklarınıysa bir türlü anlayamıyorum. Bizim de bir edebiyat mahfilimizin olduğu doğrudur. Sabri Koz, Beşir Ayvazoğlu, Şaban Özdemir, Ramazan Minder, Haluk Oral, Selahattin Özpalabıyıklar, Tahsin Yıldırım, İbrahim Öztürkçü, Ömer Hakan Özalp, Mehmet Ruyan Soydan, Turgay Anar, Hüseyin Kıyak, Adnan Özer ve Müslüm Yılmaz gibi dostlarla her ayın ilk pazarında kahvaltıda buluşup, geç saatlere kadar edebiyat sohbeti yapıyoruz. Beni Muhibban'a ilk Şaban Özdemir davet etmişti, o günden beri de mahfilin üyesiyim. SORU: Günümüz edebiyat ortamlarının egosantrik, simsarlarca yürütülen, kapitalize değerlere teslim olmuş ve güdümlü olduğunu söylüyorsunuz. Sanırım post-modern dönemin bireyciliği ve pragmatizmi işleri bu noktaya taşıdı. Sizinse oldukça özgün bir nostaljik tavrınız var. Hatta buna nostalji demek bile bütünüyle doğru değil. Eskinin güzel değerlerini günümüzün güzel değerleri ile iblağ eden; yeni nesili de bu manada tedip eden bir tarzınız var. Buradan hareketle yepyeni bir edebi söylem ve duruşa öncülük ettiğinizi söyleyebilir miyiz? TANER AY: Zamanda geçmişe yolculuk yapıp, Ahmed Rasim üstadımız ile Hamdi'nin Gazinosu'nda, Mardik'in Meyhânesi'nde veya Yervant'ın kahvehânesinde demlenemeyeceğime göre, Ahmed Rasim'i masama getirmekten başka yapacak bir şeyim yok. Artık Dimitrakopulo veya Bilecik yok ama, kadehimdeki domuz sıkısı Kulüp'ün üstadımızın ruhuna huzur verdiğine eminim. Ancak, maalesef bugün "klasik meyhâne" diyebileceğimiz bir mekân da yok. Sadece içkili lokantalar var. Onların arasından klasik meyhâneye en fazla benzedikleri için, Yedikule'deki Safa'yı ve Heybeli'deki Mavi'yi tercih ediyorum. Besim Dalgıç beni bir iki defa da Cevat Çapan'ın, Turhan Günay'ın ve Turgay Fişekçi'nin Todori'deki masasına götürdü ama, gençliğimin Todori'sini bulamadım. Yaşadığım ve benden önceki nesillerin yaşadıkları güzelliklerin kaybolmasını hiç istemiyorum. Bu nedenle, Ahmed Rasim, Sermet Muhtar, Reşat Ekrem ve Hikmet Feridun gibi o güzellikleri kaydediyorum. Söylediğin gibi, benimki bir geçmişe özlem değil, güzelliklerin kayıt memurluğudur. SORU: "Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler"in üçüncü cildinin de geleceğini ifade ediyorsunuz. Bunlar neden tedricen çıkıyor. Eşeledikçe, soruşturdukça, danıştıkça, mahfillerde teati ettikçe zenginleşen bir edebiyat mirası mıdır söz konusu olan? TANER AY: Kalabalık Cadde'de unutulanlar yazı dizisine başlarken, simgesel olarak yüz kadar isim olmasını düşünmüştüm. Önümüzdeki yıl başında çıkması düşünülen üçüncü cilt ile dörtte üçünü tamamlayacağız. Sağlığım elverirse diziyi dört ciltte tamamlamak niyetindeyim. Dediğim gibi, benimkiler simgesel isimler. Yoksa binlerce kayıp edebiyatçı var, hepsini yazmak bir ömre sığmaz. Bizden sonrakilere bir fikir versin, yeter. Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler'in maksadı da sadece bu, öyle roman gibi okunup rafa konacak veya çok satacak bir dizi değil. Şunu da belirteyim: Ben akademisyen değilim, yöntemim de onların yöntemi değil. Bir edebiyatçı benim yaşamıma nasıl temas etmişse, oradan yola çıkıyorum. Yakınlarını bulmaya çalışıyorum, gazete ve dergi arşivlerine bakıyorum, mezarlıkları gezip araştırıyorum. Sonuçta okurun önüne birkaç sayfalık ve tamamlanmamış bir metin koyuyorum. Kitabın okurunun o metinlere eklemeler yapmasını, eksiklerini tamamlamasını veya hatalarımı düzeltmesini isterim. SORU: Biraz da diğer çalışmalarınızdan söz edelim. Geçen sene "Rüzgâra Yazanlar" adlı farklı bir tarzda ele alınmış edebiyat incelemeleriniz toplandığı bir diğer kitabınız da 1984 Yayınevi’nde çıktı. Kanaatimce oldukça da etkileyici ve ilgi çekici bir kitaptı. Ancak edebiyat ortamı “tanıdık” bir suskunluğa gömüldü kitap karşısında. Bu konuda neler söylemek istersiniz? TANER AY: Rüzgâra Yazanlar aslında iyi bir kitap, başına gelecekleri tahmin ettiğimden Demir'e en fazla 250 adet bas demiştim. Onun da bir iki ay içinde tükenip, getirisinin Demir'in 1984'ten basacağı yeni kitaplara ufak bir kaynak olmasını istiyordum. Ama, kitabı bir sen bir de Haydar Ergülen okuyup yazdı. Ne senin Gerçek Edebiyat'taki yazın ne de Haydar'ın Hürriyet'teki yazısı kitabı sattırabildi. Sitede otuz adet satmış görünüyor, sekizini oğlum satın alıp arkadaşlarına vermiş. Geriye yirmi iki kalıyor. Ondan on adet kadar da ben satın alıp İstanbul dışındaki arkadaşlarıma gönderdim. Yani sata sata on iki Rüzgâra Yazanlar satmış. Oysa, Selçuk Altun, bu kitabı 2022'nin en iyi on kitabından biri olarak tanıtmıştı. Rüzgâra Yazanlar'ı yakın arkadaşlarımdan bile merak edip okuyan çok az. Sen, Selçuk Altun, Haydar Ergülen, Ali Aktan, Ahmet Zeki Pamuk, Turgay Anar, Besim Dalgıç ve Ayda Ünlüer, okuyup görüşlerini bildirenlerden ilk aklıma gelenler. Rüzgâra Yazanlar'ın talihsizliği biraz yayıncının sıkıntılarından kaynaklanıyorsa da, sorunun aslı kapitalist edebiyat pazarındadır. Çünkü, bugün edebiyatımız büyük ölçüde edebiyat simsarlarına kaldı. "İyi kitap"ı ve "edebiyat yıldızı"nı onlar icat ediyorlar. Bu simsarların bir de "ideolojik" takılmaları yok mu, beni çok güldürüyor. Yahu, ruhunu kapitalizme satmış bir adamdan "solcu" veya "sağcı" çıkar mı? Edebiyat ortamının Rüzgâra Yazanlar için "tanıdık" bir suskunluğa gömülmesinin nedeni Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler'in Ötüken Neşriyât'tan çıkması. Adnan Özer'e söylemişler, "Taner şâyet Ötüken'den kitap çıkarırsa onu dışarıda bırakırız!" diye. Dangalaklar kendilerini hâlâ Soğuk Savaş yıllarında sanıyorlar. Oysa, Adnan Özer kitabı onların çoğuna teklif etmişti. Bastınız mı? Hayır. Biriniz okumadan çöpe attı, bir diğeriniz satmaz dedi. Biri yazarın ismi piyasada çoktan unutuldu dedi, diğeri de kelimelerdeki şapkalara taktı. Ben dosyayı çekmişken, Şaban Özdemir beni arayıp, Ötüken'te teklifte bulunmak için izin istedi. Ertesi gün, Ötüken'den yanıt geldi, basacağız dediler. Soruyorum: Ötüken'den basılmayıp, dosya unutulsaydı daha mı iyi olurdu? İnan, "solcu" arkadaşlarımdan kitap için beni tebrik eden tek kişi bile olmadı. Hepsi sustu. Hastalandım, beş altı ameliyat geçirdim, kanser ilacı aldım, hâlâ da tedavim sürüyor, bir iki eski arkadaşımın dışında hiçbiri geçmiş olsun bile demedi. Sebep? Taner Ay kitaplarını "sağcı" bir yayınevine veriyor, "sağcı" Karar gazetesinde yazıyor, "devrimci bıyığı" değil "uçları kıvrık pehlivan bıyığı" bıraktı. Bıyığın solcusu sağcısı mı olurmuş. Bunlar zamanda kaybolmuş hasta ruhlar. Putperestlik, ölü sevicilik, vefâsızlık, cahillik, hepsi fıtratlarının parçaları olmuş. Gün gelecek, isim isim, hepsini yazacağım. Şimdilik meyhâne masalarında "devrim" yapmayı sürdürsünler, ayıldıklarında başka bir hakikatın duvarına toslayacaklar. SORU: Yeni çalışmalarınızdan bahseder misiniz… TANER AY: En başta unutulanların üçüncü cildi var. Bir de Karar gazetesinin "Görüşler" sayfası için parça parça yazdığım "Kadıköyü'nün Edebiyatı" var. 1984 Yayınevi'nde epey önceden teslim edilmiş bir romanım da var ama, bunca zamandan sonra artık umudumu kaybettim gibi... SORU: Geçmişte kaybetmiş değerli yazarların hazin serencamına bakarak günümüz edebiyat okuruna doğrudan bir mesaj vermek ister misiniz? Örneğin kazib şöhretlere aldanmamaları, gerçek değerleri günümüzde emekle, çabayla arayıp bulmaları, PR kampanyalarına kapılmamaları, edebiyat esnaflarını ciddiye almamalarını vs... TANER AY: Yazdığınızdan eminseniz, simsarlara aldanmayın. Dosyanızı okumadan çöpe atsınlar, üzülmeyin. Su akar ve eninde sonunda yatağını bulur. Bir de başka "cins" hevesliler var. Onlardan birini tesadüfen tanımıştım, kendi ifâdesiyle "pek roman okumamış" biriydi, örneğin Jack Kerouac kimdir hiç bilmiyordu, Türkçesi ise rezaletti, ama dört beş yıl sonra "çok satan bir yazar" oldu. Bu adamı edebiyat simsarlarının ancak bir iki kitap veya bir iki yıl için "yıldız" yapacaklarını söylemiştim. Haklı çıktım. Şimdi kendi kusmuğunda yaşıyor. Böyle bir "yazar" olacaksanız, hiç yazmayın. Kitap okuyun, film seyredin, müzik dinleyin ve "büyük" yayınevi tabelalarının altından hızla uzaklaşın. Genç yazarlar ve şâirler için bunlardan daha tehlikeli olan şeyse, eski nesillerden hadsiz kibir içinde "oynayan" yazar ve şâirler. Bir de "marjinal" olduğunu sanıp aslında "palyaço" olanlar. İkisinden de mutlaka kaçsınlar... Konuşan: Hikmet Temel Akarsu Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR