Söylemden söyleme / Ertuğrul Efeoğlu
1990’lı yılların ikinci yarısıydı. Ülke yönetiminde Süleyman Demirel cumhurbaşkanı, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz başbakan, Hasan Ekinci orman bakanıydı. Gelibolu’da birkaç gün süren büyük bir orman yangını oldu, oldukça geniş bir alanda yer alan ağaçlarımızın önemli bir bölümü tümüyle yanıp kül oldu, daha az bir bölümüyse bütünüyle yok olmasa bile yangından etkilendi. Yangından sonra yapılan incelemelerin sonuçlarını orman bakanı kamuya duyurdu. Ne kadarlık bir dönümde kaç bin sarıçamın, kaç bin köknarın, kaç yüz dişbudağın kurtarılamayacak denli yandığını, yangından etkilenmiş olan kaç yüz kızılçamın yeniden canlandırılabileceğini, yangının toprak üzerindeki etkisinin kaç ayda geçeceğini ve bunlara benzer başka bilgileri verdi… Başbakan Mesut Yılmaz Gelibolu’daki orman yangınının bütün ulusumuzu yasa boğduğunu söyledi, “ulusça üzgünüz” dedi. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise şöyle dedi: “Şehitlerimizin yorganı yandı”. Bu üç söylemden birincisi belli bir bölgedeki yangına ilişkin nesnel uzmanlık alanına giren bilgileri içermekteydi. İkinci söylem o belli bölgenin sınırlarını bir yandan alabildiğine genişletip bütün ülkeye yayarken, bir yandan da ülkede yaşayan milyonlarca yurttaşı ortak bir duygu içinde bir araya getiriyordu. Üçüncü söylemse yalnızca bütün bir ülkeyi ve o ülkenin güncel insan varlığını değil, o insan varlığının duygu yüklü ortak geçmişini de kapsıyordu. Şöyle de diyebiliriz: Birinci söylem bilgilendirme amacıyla söylenmişti ve dar bir bölgeyi “yatay” olarak betimliyordu. İkinci söylem daha geniş bir yatay alan çizerken, fiziksel coğrafyayı ve tinsel ortaklığı da içeren beşeri coğrafyayıiçine alıyordu. Gizil bir duyarlılığı olan Süleyman Demirel ise Mesut Yılmaz’ın genişlettiği yataylığı daha dar bir yataylığa [yorgan] indirgerken, Mesut Yılmaz’ın sezinlettiği duygu birliğini daha “dikey” bir tarihsel derinliğe indirmişti. SÖZ SANATLARI Bu üç söylemin her birinin okuyan ve / ya da dinleyenler üzerinde apayrı etkiler uyandırdığını yadsıyamayız. Birinci söylem tümüyle düzanlamsal öğelere dayandığı için çağrışım gücü az olan bir söylem türdür. Bu söylemin, bizi burada ilgilendirmeyen, konumuz dışında kalan ve biraz aşağıda değineceğim başka çağrışımları hiç kuşkusuz vardır. İkinci söylem bir “düzdeğişmece” [Fr. métonymie] söylemidir. Atasözleri, deyimler, iç-dış ilişkisi, parça-bütün ilişkisi vb. sanatlar düzdeğişmece kavramının içinde yer alırlar. Mesut Yılmaz, Gelibolu Yarımadası (parça)ile baştanbaşa Türkiye (bütün) arasında bağ kurarak bir düzdeğişmece yapmıştır. Düzdeğişmeceler gündelik dilin çok sık kullanılan söz sanatlarından oldukları için yarattıkları etki, eğretilemelere oranla daha düşüktür. Üçüncü söylem ise tümüyle bir “eğretileme” [Fr. métaphore] söylemidir. Süleyman Demirel yanan ağaçlar ile şehit yorganları arasında hiç umulmadık bir ilişki kurarak çok etkili bir söz sanatı gerçekleştirmiştir. SÖYLEMLERİN ÇAĞRIŞIMLARI Her söylemin az çok çağrışım gücü vardır. Düzanlamlı söylemler bile çağrışımdan tümüyle yoksun değildirler. Örneğin orman bakanı Hasan Ekinci’nin düzanlamlı demeci konuyla ilgilenenler için çok çağrışımsaldır. İşadamlıkları yalnızca devlet ve belediye yükleniciliğine dayanan çok sayıda sözde işadamı, orman bakanının açıkladığı sayısal verileri yeni iş olanakları olarak algılamışlardır… Öte yandan yangınlardan tinsel doyum alanları ve salt bunun için yangın çıkaranların varlığını da unutmayalım… Mesut Yılmaz’ın söylemi ise Gelibolu’dan çok uzaklarda yaşayan yurttaşlarda bile bir yangın ve yıkım imgesi uyandıracak türden ürkü verici çağrışımlar yaratmış olabilir. Bu tür ürküler kimi bireylerde ağlatılardaki “arınma” [Fr. catharsis] etkisine benzer acıma / acınma duyguları uyandırabilmektedir… Süleyman Demirel’in söylemi ise yerin canlıları besleyen yüzeysel düzlüğü yanında ölüleri barındıran derin bölümünü de kişilerin çağrışım alanına sokmuştur… Bütün bunlara ek olarak, yetkililerin açıkça dile getirmedikleri, ama onların söylemlerinden etkilenen yurttaşların pek çoğunun içini sızlatan orman hayvanlarının kavrulmaları da ayrı bir çağrışım olgusu olmuştur. SÖZEL - SAYISAL Bu konuyu şimdi de son on yılların gözde öbekleştirme kolaylıklarından biri olan “sözel-sayısal” karşıtlığında sınayarak görelim. Genellikle öğrenciler kendilerini ya da başkalarını bu öbekleştirmeye dayandırarak tanımlarlar. Kendilerini “sayısalcı” olarak görenler “sözelcileri” küçümserler, kimi sözelciler de bundan eziklik duyarlar. Anımsatmak gerekirse sayısalcılar kendilerini matematik ve fen bilimleri alanında, sözelciler ise dil ve toplum-insan bilimleri alanında yetkin ya da o alanlara daha yatkın bulurlar.
Şimdi biz de yukarıda söz konusu ettiğim yangın karşısında üç devlet yetkilisinin tepkilerini bu açıdan değerlendirelim. Hasan Ekinci orman mühendisidir, dolayısıyla bir sayısalcıdır. Mesut Yılmaz maliye ve iktisat bölümlerinde okumuş, iktisadi ve sosyal bilimler fakültesinde yüksek lisans yapmış, dolayısıyla yarı sayısalcı, yarı sözelci olmuştur. Süleyman Demirel ise inşaat mühendisiolarak sayısalcı öbekte yer almıştır. Süleyman Demirel uzun siyasal yaşamı boyunca hep rakamlarla konuşmuş, rakamları konuşturmuş, sayısal verilere dayanarak iş görmüştür. Buna karşılık onu öbür pek çok sayısalcıdan ayıran bir yanı vardı: Demirel gizli bir ozandı, başka bir deyişle gizli bir sözelciydi. Demirel’in gizli ozanlığı olmasaydı, toplum onu öbür sayısalcılardan nasıl ayırt ederdi? Mesut Yılmaz da yarı sözelci olmasaydı Turgut Özal sonrası ANAP içinde nasıl öne geçer ve nasıl yıllarca siyasal önderlik yapardı? Bu konuyu şu yargıyla kapatıyorum: Sözel yetenekleri olan kişiler gerektiği yerlerde kendilerini yataylıktan kurtarıp dikeylik ekseninde konumlandırabilmektedirler. BİTİRİRKEN Bu yazı deneme türünde bir yazıdır. Bu yazıda takınılan tutum, ileri sürülen varsayımsal görüşler, yaratılan çağrışımlar hiç kuşkusuz sözelci bir yaklaşıma göre seçilmiş ve biçimlendirilmişlerdir. Kısacası bu yazıdan bir matematik çözümü ya da bir fizik yasası çıkmaz. Matematikçileri, fizikçileri, genel olarak fencileri iyi bilirim. İş yaşamım daha çok sayısalcıların çoğunlukta oldukları fakültelerde geçti. Gördüğüm şudur: Sayısalcıların çoğu okuyup yazmayı sevmezler, daha kötüsü okumaktan korkarlar. Kitap okuyan, dergi okuyan, gazete okuyan kişilere yadırgayan gözlerle, bıyık altından gülerek bakarlar. Evlerinde hiç kitap olmayan doktor, mühendis, fenci arkadaşlarım oldu… TÜBİTAK’ın yayımlamış olduğu genç bir bilimadamına öğütler içeren çeviri kitapçıkta kütüphanelerde kitaplara dalmış olan araştırmacılardan acıyarak söz edildiğini okumuştum… Bilgisunar çıktıktan sonra evlerindeki ansiklopedileri, öbür başvuru kaynaklarını sokağa atan fenci öğretim üyeleri gördüm. Yazıyı bitirirken yeniden Süleyman Demirel’e dönersek, onun mayasında ozanlık, ileriye yönelik ülkücülük olduğunu da belirtmek isterim… Tanju Cılızoğlu’nun bu yıl (2020) Süleyman Demirel üzerine Aydınlık gazetesinde yayımlanan yazısında okumuştum: Süleyman Demirel İTÜ’de okurken notlarının çok yüksek olmasına karşın hiçbir öğrencinin seçmek istemediği Baraj Mühendisliği alanını seçmiş. Kendisini uyaran görevli ona “Sana kim baraj yaptıracak? Delilik etme!” demiş. O da bu söze yalnızca gülümsemiş. İşte bakın sonuç ortada! Söylemin yaratıcı gücünü sezen, içindeki derin sesiduyup onu söyleme dönüştürebilenSüleyman Demirel gibi mühendislerimiz varsa, hani neredeler? Başka bir yazıda sözde sözelcilere de çok sayıda diyeceklerim var! Ertuğrul Efeoğlu
Çağdaş Türk Dili, Aralık 2020, sayı: 394.
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR