Evrendeki bütün atomlar ve moleküller
rastlantısallığın Nirvana’sını,
tam anlamıyla düzensizliği,
erişilebilecek en son dengeyi ararlar.
Mahlon B. Hoagland

Kıştı. Aralık mıydı, yoksa ocak mı? Belki de kasımdı. Önemi de yoktu. Aralık ya da kasım, ne fark eder? Kıştı işte. Ayazdı. Bulvara dökülen ışıklar bile üşümüştü. Tir tir titriyorlardı ve ben, gizlemeye çalışsalar da titrediklerini görüyordum onların. Netameli bir hava vardı havada. Dumanlıydı. Dumanlı olduğu yetmezmiş gibi bir de duman kokuyordu. Kaldırımlar donmuş muydu hiç farkında değilim. Donmuştu büyük olasılıkla. Ağaçlar da donmuştu belki.

Kıştı. Ayazdı. Hiçbir artistik yanı yoktu bulvarın. ‘Sisler Bulvarı’nı, bir bulvarı düşünerek yazdığı kesinse de, bu bulvarı düşünerek yazmadığından adım gibi eminim Attila İlhan’ın. Zaten buradakine sis denemezdi. Sis başka bir şeydir, güzel bir şeydir. Buradaki duman. Yıllar önce, taşralı toy bir lise öğrencisi olarak gittiğim İstanbul’da, bir gece yarısı, çiseleyen yağmurla birlikte, adını bilmediğim bir bulvarda yürümüş ve yeni bir kara parçası keşfeden kâşifin coşkusuyla, “İşte Sisler Bulvarı!” diye haykırmıştım. Ben dememiştim de sanki o bana dedirtmişti. Eminim Attila İlhan da kendisi dememiştir bunu, o bulvar dedirtmiştir ona. Bazı şeyler kendilerini dedirtirler. Ama hangi bulvardı, “İşte Sisler Bulvarı!” diye nerede haykırmıştım, şimdi onu bile anımsamıyorum. Aradan yıllar geçtiğini, artık yaşlandığımı kabul ediyorum elbet. Yine de o bulvarı unutmamalıydım. Kim ne derse desin bağışlanamaz bir hata.

Kalabalıktı bulvar. Aşağı yukarı seğirtip duruyordu insanlar. Nereye seğirtir onca insan, hiç aklım almaz. Ben nereye seğirtirim, onların aklı almaz. Aklımız almaya almaya seğirtip dururuz bir bulvarda. Demek donmamıştı insanlar. Donsalardı varırdım farkına. Hayret! Ankara’da bunca kırmızı burunlu insan olduğunun hiç farkına varmamışım daha önceleri. Benimki de kırmızı mıydı bilmiyorum. Saçma. İnsan kendi burnunu göremez ki. Belki Cyrano gibi bir burnum olsaydı hadi neyse. Girip çıktığım dükkânların birinde bir aynaya bakabilirdim oysa. Hiç aklıma gelmedi. Belki de hep aynasız dükkânlara girdik. “Ayna ayna, söyle bana, benden daha kırmızı burunlu biri var mı dünyada?”

Önce bir baharatçı dükkânına girmiştik. O dükkâna girmemiz saçmaydı bence.

Onları, bulvarda seğirten insanları yani, bir şeye benzetmem gerekseydi -nedendir bilmem, böyle bir gereksinim duydum işte-, neye benzetirdim acaba? Telaşla oradan oraya seğirten, otobüs ve dolmuş duraklarında, sırf o duraklar durak olduklarını bilsinler diye bekleşen; otobüslerden inip otobüslere binen ve donmaya bir adım uzaklıkta dikilen insanlar neye benzetilebilir ki? Arılara mı, yoksa karıncalara mı? Nedense akla ilkin arılarla karıncalar gelir. İlk bakışta doğaldır belki. Hipopotamlar gelecek değil elbet. Ama karıncalarla arılar konusunda yine de rahat değil içim. Bir şeyi, herkesin benzettiği başka bir şeye ben de benzetirsem, ne farkım kalır herkesten? Herkes olmak kötü bir şey olmalı. Her yazar, kendine özgü simgeleri, kendine özgü imgeleri olsun ister. Kaldı ki olmalıdır da. Yoksa yazardan saymazlar insanı. Sözü dolandırmak, eveleyip gevelemek, sonucu hiç mi hiç değiştirmeyeceğine göre, kestirmeden söylemek gerekirse, ben kötü bir yazarım. Bir simgeyle olsun anlatamadım insanları. Anlaşılan, duyularımın dünyası gereğinden fazla yoksul. Yaratıcılığım, karıncalarla arılardan öteye geçemedi. Yoldan geçen birini çevirip sormak da gücüme gitti doğrusu.

Kötü bir yazar olmak değil ama, kötü bir âşık olmak dokunuyor insana. Kötü bir âşık olduğu kanıtlanmış biriyim ben. “Kadınlar beni anlamadı” demek, işin kolayına kaçmak olur. Korkaktır bunu söyleyenler. Kötü bir âşık olduğumu söyleyebilirler, ama korkak olduğumu asla. Bunları içimden geldiği gibi söylüyorum sana, bilgiçlik olsun diye değil. Ama beğenmedim. Neden dersen, yargı cümleleri çok fazla. Yargı cümlelerinden olabildiğince kaçınmalı; bir kuyuya düştüğünü, kuyuya düştükten sonra anlamamalı insan. Bir kuyuya mı düştüm yoksa?

Kıştı. Ayazdı. Duman kokuyordu hava. En çok burnum üşüyordu. Ama ellerim sıcaktı. Ellerim paltomun cebindeydi. Senin ellerin de ceplerindeydi. O halde, “Senin ellerin de sıcaktı.” demek, yanlış olur. Bu da bir yargı cümlesidir ki, yargı olabilmesi için en azından sınanması gerekir. Sınanmadığı sürece, ellerinin sıcak olduğunu söylemek yalnızca bir olasılıktır. Ellerini tutmadan, onların sıcak olup olmadığını nasıl anlayabilirimdim ki. (Bu son cümleden, o gece birlikte yürürken, ellerini tutmadığımı kolaylıkla anlayabilir insanlar.) Aynı mantık senin için de geçerli elbet. Belki merak ediyordun, ama sen de bilmiyordun ellerimin sıcak olup olmadığını. Neden? Az buçuk zekâ sahibi herkes anlayabilir bunu, ellerimi tutmadığını. Zaten iki ayrı elin sıcaklığının anlaşılabilmesi için iki kez el ele tutuşmak da gerekmez. Bunu bir örnekle daha iyi açıklayabilirim. Futbol karşılaşmalarının üç sonucu olduğu söylenir. Tamamen olmasa da kısmen yanlıştır bana göre. Taraflar açısından denseydi doğru olabilirdi. Ama bir futbol karşılaşmasının gerçekte iki sonucu vardır: Berabere kalmak ya da kalmamak. Buradan hareketle şunu söyleyebilirim: Benim senin elini tutmam, senin de benim elimi tutman demektir aslında. Ama daha uzun süre el ele tutuşabilmek için -tıpkı futbol karşılaşmalarının üç sonucu olduğu yaklaşımındaki gibi-, pekâlâ karşılıklı olarak denenebilir bu. Şimdi ben senin elini tutuyorum; bakalım sıcak mı diye. Sonra sen benim elimi tutuyorsun; bakalım sıcak mı diye. Biz bu yöntemi denemedik o gece. Seni bilmem ama, benim hiç aklıma gelmedi.

Deneseydik ne olurdu sanki? Dünyanın sonu mu gelirdi? Merak etme, hiçbir şey eksilmezdi senden. Belki ben biraz üçkâğıtçılık etmiş olurdum, o kadar. Kaldı ki bir fizik kuralının denenmesine de katkımız olurdu. Fizik şöyle diyor: Farklı iki ısı birbiriyle temas ettiği zaman, ortak bir ısıda dengelenir. Belki tam böyle değilse bile, kuraldan ben bunu anlıyorum. “Her ne ise, önemli değil zaten.” diyemiyorum, çünkü önemli. Durduk yere bir fizik kuralını çarpıtmak, bilime ayıp etmek istemem doğrusu. Yine de tanımı böyle anlamanın, vermek istediğim örnekle örtüşeceğini düşündüğüm için içim rahat. Görüyor musun, durup dururken neler düştü aklıma. Kafamın içine bir değnekle dürtüldü sanki. Bu ısı alışverişi iyiden iyiye sardı beni.

Peki, ısı alışverişi yalnızca ellerle mi olur sence? Olmaz elbet. Ya dudaklar, onlar da ısı yükü taşımıyorlar mı? Dudakların sıcak mıydı, bak onu da bilmiyorum. Öpmeden anlayamazdım zaten. Öpüşmeden, bırak senin dudaklarını, kendi dudaklarımı bile anlayamazdım. Anlayabilmek için bir referans gereklidir. Bir referansla sınanmadığı sürece, tek başına ne anlam ifade edebilir ki ısı? Ona nasıl soğuk, sıcak ya da ılık diyebilir ki insan? O gece öpüşmüş olsaydık seninle, bunu anlayabilirdik.

Şimdi sana bir soru. Farklı iki ısının ortak bir ısıda dengelenmesi özelinde, en kısa sürede gerçekleşecek bir öpüşmenin zorunlu koşulu ne olurdu bil bakalım? Bilemedin, çünkü kafa yormadın benim gibi. Oysa çok basit. Yanıt, biraz önce söylediğim fizik kuralının içinde gizli. Bu kuraldan hareketle şu sonuca varabiliriz: En kısa süren öpüşme, eş sıcaklıktaki iki dudak arasında olandır. Bu, teorik olarak böyle. İnsanların, teorik olmak zorunda olmamak gibi bir özgürlükleri de vardır elbet. (Bu son cümleyi, karanlık emellerimin ve üçkâğıtçılığımın somut bir kanıtı olarak aklının bir köşesinde tutabilirsin.)

O gece öpüşmüş olsaydık seninle, dudaklarımızın ortak bir ısıda dengelenmesi ne kadar sürerdi dersin? Bunu hep merak ettim biliyor musun? Yine aynı kuraldan kolaylıkla çıkartabileceğin gibi, dudaklarımızın arasındaki ısı farkının çok olması durumunda uzun uzun öpüşmemiz gerekecekti. O gece bu düşünce de gelmedi aklıma. Gelseydi, doğruyu söylemek gerekirse, yalnızca bir fizik kuralının denenmesi amacıyla değil, düpedüz şeytani bir amaçla da önerirdim bunu sana. Sonra daha da ileri gider, beden ısılarımızın ölçümüne kadar vardırırdım işi. Gece boyu sürsün diye sevişme, sen sıcacık bir odada oturmuş beni beklerken, kılımı bile kıpırdatmadan uzun süre otururdum balkonda. Bunu yapamayacağımı sanıyorsan aldanıyorsun. Yapardım. Düşürebileceğim en alt sınıra kadar düşürürdüm beden ısımı. Zatürre olmayı bile göze alarak öyle üşür, öyle üşürdüm ki, beden ısılarımızı dengeleyebilmek için, gün ağarıncaya değin sevişmek zorunda kalırdın benimle. Şafak, ısıları dengelenmiş iki yorgun bedenin üzerine sökerdi.

O gece bu düşünceyi sana açmış olsaydım -neden birçok şeyi sonradan akıl ederim ki- hiç düşünmeden reddederdin. Belki bir tek el deneyini -o da en iyi olasılıkla- kabul ederdin. Oysa ben diyorum ki, el deneyi gereksiz ve eksik bir deney. İçlerinde en doğru olanı beden deneyi. Çünkü onun içinde hepsi var. Ayrı ayrı deney yapmak gerekmiyor. Bir taşla üç kuşu vuruyorsun zaten. Oysa el ele tutuşmada ne öpüşme var, ne sevişme.

Önce bir baharatçı dükkânına girmiştik. O dükkâna girmemiz saçmaydı bence. “İlle de salep” diye tutturmuştun. Sıkça yinelenen bu tür garipliklerine alışmış olmalıyım ki, sana uyup ben de girmiştim dükkâna. Tezgâhtarı bile şaşırtacak bir bilgisizlikle, “Bir kilo salep verir misiniz?” demiştin. Demiştin de gülünç duruma düşürmüştün bizi. Sen görmedin ama, bir başka müşteriyle göz göze gelen tezgâhtarın alaycı gülümsemesini hemen fark etmiştim ben. Belki sen de görmüştün de görmezden gelmiştin. İçinde baharatların bulunduğu dizi dizi torbaların üzerinde gezdirmiştin gözlerini. Sonra benim yüzüme bakmıştı tezgâhtar. “Hadi bu kadın cahil diyelim, sen de mi cahilsin kartaloz? Şu yaşa gelmişsin ama, hiçbir şeyden anladığın yok. Kalıbına kıyafetine bakan da bir şey sanır seni. Saçından sakalından utan be!” der gibi bir mana çıkartmıştım bakışlarından. Bakışlarına yanıt verememiştim. Sanırım karıkoca sanmıştı bizi. O gece anlaşılmaz bir uysallıkla peşinden sürüklendiğimi, işin garibi, buna bilerek ve isteyerek boyun eğdiğimi nereden bilebilirdi ki zaten?

Baharatlar konusundaki cahilliğimize aldırmadan sürdürmüştün oyunu. Ne kadar baharat varsa ellemiştin. Durmadan sorular sormuştun tezgâhtara.

“Ne işe yarar bu zencefil?”

“Aaa, bakar mısınız isme, darül fülfül.”

“Bakın bakın, bir garip isim daha var burada: Güzelavratotu.”

“Mahleple salebin farkı ne?”

“Davul tozu ve minare gölgesi diye şeyler de var mı gerçekten?”

“Buhuru Meryem -eğilip etiketi okuyorsun o sıra- Bu bizim bildiğimiz şey değil mi? Ay neydi adı, bir türlü gelmiyor aklıma. Hani vardır ya canım, söyleyiverin işte.” (Gülümseyerek “Siklamen” demişti tezgâhtar; ilk hecenin münasebetsizliğine içerleyerek. Sonra eklemişti: “Halk arasında tavşankulağı da derler.”)

Sen bu soruları sorarken, bir belaya çattığından yüz de yüz emin olan tezgâhtar, “Allah ıslah etsin, Allah akıl fikir versin.” dercesine yüzümüze bakmış ve bir kez daha manalı manalı gülümsemişti. Sonunda yüz gram salep alıp çıkmıştık dükkândan. Tezgâhtarın gülümsemesi, dışarıdaki ayazdan daha çok üşütmüştü ensemizi. Yine de kibar adammış doğrusu, gözcüklerle yetinmişti de sözcüklere dökmemişti işi. “Hanımefendi düğün dernek falan mı var, karavanayla mı hazırlayacaksınız salebi?” gibi bir espri de yapabilirdi pekâlâ. Hiç de bir şey diyemezdik. Pişmiş kelle gibi sırıtırdık adamın suratına. Yine de boş durmamıştır onlar. Tezgâhtarla müşterisi, kafa kafaya vererek bir güzel çekiştirmişlerdir bizi.

Baharatçı dükkânından çıkıp balıkçılara doğru yürürken de uysal bir kedi gibi arkandaydım. Sanki sen bir konağın vekilharcıydın, ben de yamağın. Neyse ki bütün alışverişin o yüz gram saleple sınırlı kalmıştı da, bir de Amerikan filmlerindeki o şapşal kocalar gibi kucak dolusu paket taşımak zorunda kalmamıştım.

Balıkçıların önünde o kadar çok dikilmiş, balıkları o kadar çok incelemiştik ki, o dikilmeye ve o incelemeye göre en azından birkaç yüz kilo balık satın almamız gerekirdi. Sen öyle olmadığını düşünsen de, balıkçı nefretle bakmıştı yüzümüze. O soğukta, o buz gibi suyun altında balıkları temizleyişini şaşkınlıkla seyretmiş, ellerindeki beceriye hayran kalmıştık. Hayatımda ilk kez balıklarla göz göze gelmiştim. Tezgâhta yatan balıklardan birinin yerine kendimi koymuştum. Usulca kıvrılıvermiştim aralarına. Bir balık tezgâhının üzerinde kaskatı yatmanın ne demek olduğunu anlamıştım. Titremiştim ve titreyebilmenin ne büyük bir mutluluk olduğunu öğrenmiştim. Sen, balıklarla ilgili de epeyi bir bilgi almıştın. Ben arkandaydım, hiç konuşmuyordum ve soluk benizli bir tezgâhtardan sonra palabıyıklı bir balıkçıya da rezil olmanın utancını yaşıyordum. Yine de kızamıyordum sana. O gece ipler senin elindeydi.

Sonra balıkçının yanındaki turşucuya, ardından bir şarküteriye ve bunlarla mantıklı bir ilinti kurmanın pek de mümkün olmadığı bir mefruşatçıya girmiş; turşuları, pastırmaları ve perdelik kumaşları -incelemiştik diyemeyeceğim- ellemiştik. Daha doğrusu sen ellemiştin de, ben her zaman olduğu gibi aptalca seyretmiştim seni. Ne turşu almıştık, ne pastırma, ne perdelik kumaş. Kızılay esnafının nefretini alabilmiştik belki; üstelik beş kuruş ödemeden. Sahi biz niye girmiştik o mefruşatçıya?

Sonra o otobüs durağına gelmiştik. Durak olduğu bilinsin diye bekleşen insanların arasına karışıp binmiştin bir otobüse. Ben aşağıdaydım; üşüyen bir ağacın yanında. Üşüyen bir ağaca emanet etmiştin beni. Senin yanında yüz gram salep vardı; benim yanımda soğuktan tir tir titreyen bir ağaç. Ayrılırken bırak dudağımdan öpmeyi, elimi bile tutmamıştın.

Biz o gece ısılarımızı dengeleyemedik. Şafağın, ısıları dengelenmiş iki yorgun bedenin üzerine sökmesine izin vermedik. Eşyanın doğasına aykırı davrandık. Tam anlamıyla düzensizliği, erişilebilecek en son dengeyi aramadık. Rastlantısallığın Nirvana’sına ulaşamadık. Termodinamiğin ikinci yasasına, bilerek ya da bilmeyerek direndik. O otobüs çok uzaklara götürdü seni.

Bunu bildiğin için mi uzattın yolları?

Bu yüzden mi girip girip çıktın o dükkânlara?

Bu yüzden mi yaptın o saçmalıkları?

Bunun başka bir yolu olabileceği hiç mi gelmedi aklına?

Kıştı. Aralık mıydı, yoksa ocak mı? Belki de kasımdı. Önemi de yoktu. Aralık ya da kasım, ne fark eder? Kıştı işte. Ayazdı. Bulvara dökülen ışıklar bile üşümüştü. Tir tir titriyorlardı ve ben, gizlemeye çalışsalar da titrediklerini görüyordum onların. Netameli bir hava vardı havada. Duman kokuyordu. Kaldırımlar donmuş muydu, hiç farkında değilim. Donmuştu büyük olasılıkla. Ağaçlar da donmuştu belki. Ama ağaçlar donmaz ki. Donsalar yeniden yeşeremezler ki.


[1] 1951 Çankırı doğumlu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro bölümü mezunu. Çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarında kameraman, senaryo yazarı, film yönetmeni ve radyo-televizyon programcısı olarak görev yaptı. ‘Halime’ adlı öyküsüyle, ‘Nigar’ adlı oyunuyla ödül kazandı. Ayhan’ın demiryolu anılarıyla öykülerinden oluşan ‘Bozkır Göğünde Yıldızlar’ adlı bir de kitabı bulunuyor. Edebiyatçılar Derneği üyesi.

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)