Son Dakika



“Yuvayı dişi kuş yapar.” Bu sözün şiir olduğunu söyleyeceğiz. Nitekim eğer şiirin olgu ve aşkınlıktan oluşan imgesel bütünlük olduğu yönündeki araştırımız bizi yanıltmadıysa, bu söz öbeği de bize bunu sağlamaktadır.

Ne var ki olgu ve aşkınlık, gösteren ve gösterilen ilişkisi burada bir yanıltmacaya meydan verecek biçimde düzenlenmiş gibi görünüyor. Sözün, yuvadan yola çıkartarak bizi özneye, dişi kuşa mı, özneden yola çıkartarak yuvaya mı yoksa eyleme, yapmak fiiline mi göndermek istediği pek belirsiz. Ama olgu ve aşkınlığın yekpare birliği düzleminde, yansı yansıtan çiftinin bütünlüğünü, şiirle şairin psişik ayrışmazlığını biz savunmuyor muyduk? Bu bakımdan imge, çelişik birlik bütünlüğünde bize göründüğü, verileri birbiriyle ters düşmeyen duyumsal bir yargı kurabildiği ölçüde şiirdir diyebileceğiz.

Peki duyumsal yargıyı oluşturmak üzere birbiriyle ters düşmeyen bu verilerin, çelişkinliğine ne gerek vardır?

Şu nedenle ki en başta imgeyi oluşturan söz öbeğinin, dişinin analığına gönderen nihai anlamca, öbeği oluşturan terimlerin de o anlama gönderen söz öbeğince olumsuzlanmaları gerekmektedir. Dahası, terimlerin her biri de, yapılan yuva tabanının, yapan dişi kuş yönünden geçersiz kılınmasında, kendi uzak anlamını edinebilmek için bir diğerini maddi dayanağı yapmaktadır. Birine baktığımızda bizi hemen diğerinin aşkınlığına uğurlamakta, şu yuva ya da dişi kuş, tek başına alındığında hiçbir şekilde bizi böyle bir anlama gönderemeyeceğinden, şiirsel imgeyi öğelerine ayrıştırmak da olanaksızlaşmaktadır.

Bu durumda, kim kalkıp da şiirin sözcüklerden oluştuğunu savunabilir? Mallarmé’in o ünlü şiir sözcükler dinidir sözü bile, nedensel çözümlemeye imkân verecek biçimde düzenlenmiş bir aşkın olanın olgusal temele (sözcüklere) indirgenmesi değil, birbiriyle ilgisiz iki sözcüğün, diğerinin gerekliliğini onu geçersizleştirmekle sağlayıcı biçimde düzenleşik kılınışından ibaret bir imgeselliktir.

Dizinin iki ucu, terimlerinin birinden diğerine geçişinden başka bir yola sapmasına izin vermeyecek şekilde içeriye kapanmıştır, hepsi bu. Bu sözün bizi göndereceği başka hiçbir dış anlam, bir uyarı levhası gibi imgeden yola çıkarak eriştireceği bir gerçeklik söz konusu değildir; bu sebeple de saltık kendiyle yoğun bir olumluluktur. Çoğu kere işi aldatmacaya vardırıp, sanki bilinmez geleceği elinde saklı tutuyormuşçasına “tek ömürde kaç kişiyiz” türünden, sorduğuna soranın bile inanmadığı çözümsüz bir muammayla ilgimizi cezbetme hokkabazlığının altında yatan da budur işte.

Ne var ki üç kuşak öteden beri, “şiir sözcükler dinidir” sözünde şiirden sözcüğe, sözcükten de şiire gidimli iki uzak aşkınlığın birbiri üzerine taşan imgesel birliği yerine, yapının anlaşılmasına imkan verecek bir temel ifşa etmenin keşfine sarılmak, bugün bile marifet sayılıyor: Bir farkla ki bugün sanayi gelişmiş durumda. Süreya’da olduğu gibi şiir sözcük birimlerden oluşmuyor da, bir hokkabaz takımı elinde, kavram birimlerden oluşuyor.1 O zaman da, bugünün şairi için sorun, bu temel oluşturan çakılların birbirine nasıl tutturulacaklarına ilişkin harç-tuğla ilişkisini açınlamak değil, yaygın deyimle söylersek, ağzını bıçak açmayan dizelerle meselenin nasıl örtbas edilebileceği oluyor. 

Bize öyle geliyor ki “kurma” edimiyle üstesinden gelinecek bir “yapı”yı öğelerinden başlayarak yeniden inşa etmeye giriştiklerinden, şiiri bir temele dayandırma ereğindeki her girişimin, sözcük odaklı biçimciliğe saplanıp kalması kaçınılmazdı.

Ellerindeki malzeme yapıya ilişkindi ve bilinci işe katmak gerektiğinde, çember bir kutuya bir küpü yerleştirmeye çabalar gibi, ya yapı çöküyor ya da düşünce bu kurma bilincinin dışına atılıyordu; ancak düşünce olmadan bu işin başarılması da mümkün olmayacağından, ya bilinci kesmeşekerlerin arasına Haşim gibi sızdırmak ya da Veli gibi tam tersi tarafa yönelip, kesmeşekeri bilincin akışkanlığında eritmek gerekiyordu.

Her tarafı ele geçirmiş, öznelliğin kendileri üzerindeki egemenliğini tanımlamak üzere devinimsiz  öğelerin alt bir düzeye yerleştiği (dalına dargın yaprak, sahile bırakılan gül…) bu düşünce bugün bile geçerliğini sürdürmekte.

Haşim’i düşünün bir kez: Ona göre, önemli olan, sözcüklerin ne anlama geldiği değil, tümcedeki söyleniş değeriydi; sözcüğün yalın doğasıyla şiirdeki doğasını birbirinden ayırıyor, böylelikle, bu ikisini birbirinden ayrı kılacak sezgiyi duruma dahil etmekle, sözcükler arasındaki düşünsel bağın da sağlanmış olacağını düşünüyordu.

Oysa böyle yapmakla, sözcüğü, algının yalnız ayırabileceği şairane ve şairane olmayan iki doğaya bürüyüp de düşüncenin dışına sürüklediğini, şairane adıyla şu ayrıcalıklı bilinci ortaya çıkaranın da, sözcüğün sonuçta yine kendiyle özdeş kalması olduğunu göremiyordu.

Sözcük de böylece şairanenin dışına yerleştirilmiş, kaba saba yalın bir gerçekliğe, düzyazının bağrına atılmış oluyordu, demek ki şairaneyle bakılmadıkça şiire layık olmayan sözcüğün de, layık olmayan bir gerçekliği olduğu doğrulanmış oluyordu böylece. Veli'nin bir türlü anlatamadığı dert de bu gerçeklikti işte.

Mühim olan taşlar değil, onları birlikte tutacak harç ve yapının bütünlüğüydü, bir duvara baktığımzda, gözlemimiz tek tek tuğlalara değil de, yapının bütünlüğüne yönelirdi, bunu sağlayan da harç, tuğlaları bir arada tutan anlamdı.

Haşim için zorunlu olan taşı bulmak, uyacağı yeri tasarlamak, yerleştirileceği yere göre törpülemek gibi, sözcüğün öncesi ve sonrası olarak geçilecek uğraklar ortadan kalkmıştır; şairanenin bilinciyle şairane olmayanın bilinçdışılığı arasında engel de kalmadığından, bilinç tüm somluğuyla oradadır; ne var ki anlamı tuğlalara sıvamak gerektiğinden, Veli işi daha da ileri görütüp, anlamın Haşim'deki bilince göre bir başka bilinçle değil de, aynı yapı içinde bilinçaltından gelmesi gerektiği yanılsamasına kapılır.

Haşim de ortadan kaldırdığı bilinç ikiliğini muhafaza ettiğinin farkında değildir; sözcük, şairane olmayandan şairaneye geçişi gibi, şimdi de anlam katmanına geçip bilinçle sıvanmalıydı; sözcük anlam sıvası altında görülmez olup imgeselleşirken, imgelem de sözcüklere emzirilmiş olacaktır böylece.

Şiire ilişkin bilinç ikiliği kalkıp sözcükler bilinçaltını, bilinçaltı da sözcükleri, sokaklara dolmuş ırmak gibi istila ettiğinden, küçük insanlarla sanat arasında ayırıcı bir bilincin baraj sınırı da ortadan kalkmıştır, dağın suyu herkesin özmalıdır, şairanenin ikiye böldüğü bilinç bütünlüğü sağlanmış, bu var olan tek bilinç şimdi her yöreye egemen kılınabilmiştir. Bilinçaltı, suyu rengine bulayan mürekkep gibi bilinç düzlemine kendini yaymıştır.

Fakat Veli'nin imgelemi anısallıktır işte. Anı imgelerin hasatını toplamak için şimdiki algının tohum gibi serpiştirildiği Bergson'cu bellek kuramıdır bu; şiir biçiminde derleyip toplamak için yaşantısını parçalayıp dağılmaya bırakan bir adamın yaşam biçimidir.

Şu giden vapur günün şu anındaki bir gerçeklik değil de, ardındaki doğa ve denizle dünyadan yalıtılarak görünün çerçevesine alınmış bir anı fotoğrafıdır. Bütün bu parça parça anlar, bir fon üzerine yerleştirilmiş kopuk kopuk görüntüler, duvarın birer parçasıdırlar, yalnız, Haşim'deki gibi parçalar birleşince yapboz açığa çıkmaz, bizzat onlara bu dengeli birliği Veli'nin sıvanmış duvarın bütünlüğünden bakması verir. Peki, değişen nedir?

Sözcük, Haşim için olduğu gibi kendisinden başka bir şeye göndermenin aracısı hâlâ; önceden dizenin anlamını açığa çıkartması için ruha gönderiyordu, şimdi ise anlamla sıvayan bir ruhla üzerine eğiliniyor. Yani, hâlâ o eski kesmeşeker.

Süreya ise, düşüncenin şekerde, şekerin de düşüncede eritildiği bütün bu mekanik biçimciliği tek bir cümleyle özetliyordu: "Sözcük, aynı zamanda duygudur, düşüncedir, hayatın bütünüdür."

Yaşanan an, onun için de tıpkı sözcükler gibi bir birim, gerçekliğin bir kenarından karelendirilmiş fotoğrafıydı; süresizdi ve sözcükleri anlama katıştırmak isteyen Haşim ve Veli gibi, onun anları da, paslanmış ve artık dönmeyen dişliler arasındaki boşlukları devinimle dolduramıyor, zamansallığın dışında kalıyordu.

İşte biz buna, şiirde mekanizm, diyoruz; yapıyı mekanik bir biçimde kuruyor, fakat şiirin iç işleyişindeki devinimi, şiirselliğin nasıl sağlandığını açıklayamıyorlardı.

Yanıtını arayacağımız büyük soru işareti, budur.

Notlar:

  1. Bu kavramların az çok neler olduğuna ve kullanış biçimlerine 2010/1 Akatalpa’da değinmiştik. Yalnız şuna dikkat çekmek istiyoruz: Bu kavramlar da sonuçta birer sözcüktür; ama onlara karşı mertebe farkı kazanmışlardır, nedeni ise, özneliğin tüm yeğinliğince dondurulmuş ve yüklemsi ya da edatsı olmaya izin vermeyecek biçimde, adeta idea formunda yan yana dizilmeleridir. Bu durumda, şiir veya dizeden değil de, diziden söz etmek uygun olacaktır. Nitekim dizideki her bir terimin, sözcüklere kıyasla mertebece özdeş olarak yan yana getirilmelerinden ötürü, ortaya çıkan dizi de, şu filanca şairin şiiri, dizesi karşısında mertebece yüksekmiş gibi görünür; şairlikle hiçbir ilgisi bulunmayan bir ilkokul çocuğu bile, sadece bu kavram dizme hokkabazlığını becermesi sayesinde edineceği sözde şairlikle, “kil ablukasında donuk abdal/yüzüm İmrana’nın kıyısında antik minber”  diye yazıp örneğin sizin şiirinize tepeden bakabilir. Anlam harcını taşlar arasına gizleyerek, birbirlerine eşit ağırlıkta sözcüklerden duvar ören bir Haşim’den fazla uzaklaşmış değiliz.

          Şiirden dergisinin Ocak-Şubat 2011 tarihli 3.sayısında yayımlanmıştır.

Arda Cevahir
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)