Şii İslamın kökeni ve erken tarihi / Ferhad Daftary
Muhammed, İbrahimi geleneğin son büyük vahiy dini olarak tasvir edilen yeni bir dinin temellerini attı. Hatırı sayılır güce ve itibara sahip bir ümmet kurmayı başardı. Ne var ki, Hazreti Muhammed'in ölümü yeni doğan İslam ümmetini ilk büyük kriziyle karşı karşıya getirdi.
Muhammed'in 622 Eylülünde Mekke'den Medine'ye hicretinden, 11/632'de kısa bir hastalıktan sonra ölmesine kadar geçen on yıllık bir süre içinde Arabistan yarımadasının çölde yaşayan Bedevi kabilelerinin çok büyük bölümü Peygambere biat etti. Ne var ki, Hazreti Muhammed'in ölümü yeni doğan İslam ümmetini ilk büyük kriziyle karşı karşıya getirdi. İslamın Sünni ve Şii diye ikiye bölünmesinin kökeni, aslında, Hazreti Muhammed'in halefi krizine dayandırılabilir. Muhammed'in halefi başka bir nebi olamazdı; çünkü Muhammed'in “son peygamber” (hâtemü'l-enbiya) olduğu vahiyle bildirilmişti. Hazreti Muhammed İslamın mesajını iletme ve yorumlama dışında, ümmetin lideri olarak da hareket etmişti. Bu nedenle İslam ümmetinin birliğinin devamını sağlamak için bir halife zorunluydu. Sünni görüşe göre, Peygamber kendi manevi varisiyle ilgili ne bir talimat ne de bir vasiyet bırakmıştı, Sonraki tartışmalar arasında, ilk Müslümanlardan biri ve güvenilir bir sahabe olan Ebubekir, bir grup önde gelen Müslüman tarafından halife seçildi. Ebubekir'in seçilmesi, Peygamberle birlikte Mekke'den Medine'ye hicret eden Ömer b. el-Hattab'ın önerisiyle ve Ebubekir'e bağlılık yemini (biat) eden öteki sahabilerin onayıyla gerçekleşti. Ebubekir, Resulullahın halifesi unvanını aldı. Müslümanlar ilk halifeyi seçmekle, kendine özgü İslami halifelik kurumunu da kurmuştu. Ebubekir'in ve ondan hemen sonrakilerin otoritesinin kesin mahiyeti oldukça karanlıkta kalıyor. Ta başından itibaren tarihsel halifeliğin ümmetin önderliğinin hem dinsel hem siyasal yanlarını cisimleştirdiği artık giderek daha fazla alenileşiyor. Bu benzersiz düzenleme, İslamın öğretisinin doğasından ve bizzat Peygamberin önderliğinde ilk İslam cemaatinin sınırlı yönetim deneyiminden beklenmeliydi. İlk Müslümanlar din ile devlet arasında ya da dinsel otorite ile din dışı otorite arasında hiçbir fark görmüyordu. Gerçekten de katı teokratik bir düzen kavrayışı Hazreti Muhammed'in mesajının ve sünnetinin ayrılmaz bir parçası olmuştu; bu düzende İslam yalnızca bir din değil, insanoğlunun ahlaki, manevi ve toplumsal-siyasal yönetimi için Allah'ın buyurduğu eksiksiz bir sistemdir. O dönemde, binlerce grup, dinsel-siyasal otoriteye ve halifenin ümmete karşı ahlaki sorumluğuna ilişkin farklı kavrayışlar formüle etmeye başlamıştı. Mekke'nin nüfuzlu Kureyş kabilesine mensup olan Ebubekir (h. 11-13/632-634) ve sonraki iki halefi, Ömer (h. 13-23/634644) ve Osman (h. 23-35/644-656) ilk Müslüman olanlardandı ve sahabeydi. Osman, Peygamberin yakın akrabası da sayılırdı. Muhammed'in halası Ümmü Hakim bin Abdulmuttalib'in torunuydu ve Peygamberin iki kızıyla, Ümmü Gülsüm ve Rukiye ile evlenmişti. Yalnızca dördüncü halife, Şii İslam yıllıklarında eşsiz bir yer işgal eden Ali bin Ebu Talib (h. 35-40/656-661), Kureyş kabilesi içinde Peygamberin Beni Haşim ailesine mensuptu. Ali'nin Peygamberle de çok yakın bağları vardı, amcasının oğluydu ve kızı Fatıma ile evliydi. Bu ilk dört halife, genellikle Hulefa-i Raşidin, yani “doğru yoldan giden halifeler” olarak bilinir. Böylece Peygamberin ölümünden sonra ilk halifelik bir bütün olarak Kureyş için ayrıcalıklı bir konum temelinde kurulurken Peygamberin ailesi (ehlibeyt), Peygamber sağken sahip olduğu manevi statüden yoksun kaldı ve savaş ganimetinden Peygambere ayrılan beşte birlik payı –hums ve diğer mülk gelirlerini almaları da engellendi. 132/750'de Emevi dönemi son bulana kadar Peygamberin büyük dedesi Haşim b, Abdümenaf'tan itibaren bütün kolları kapsayacak şekilde tanımlanan Beni Haşim, ayrıcalıklı statülerinin ellerinden gitmesine itiraz ettiler, ama boşuna. Bu arada Peygamberin ölümünden hemen sonra Medine'de Ali'nin Peygamberin yerine geçmeye, Ebubekir de dahil diğer Müslümanlardan daha fazla layık olduğuna inanan küçük bir grup ortaya çıkmıştı. Başlangıçta Ali'nin bazı destekçilerinden ve arkadaşlarından oluşan bu küçük grup zaman içinde büyüdü ve Ali'nin kısa halifelik döneminde genellikle Şiat Ali, yani Ali'nin taraftarları, daha sonra da kısaca Şia olarak adlandırıldı. Ali, Peygamberden hemen sonra halife olup Şia'nın özlemlerini yerine getirmek yerine, sonunda dördüncü halife olarak Müslümanların başına geçti. Ali'nin kendisi de, Peygamberle yakın akraba ve birlikte oluşuna, İslam bilgisine ve İslam davası uğruna gösterdiği meziyetlere dayanarak Muhammed'in halefi olma iddiasının meşruiyetine inanmaktaydı. Gerçekten de Ali konuşmalarında ve mektuplarında, ehlibeytten Kuran'ı ezbere okuyan, sünneti bilen ve hakikat dinine bağlı kalan tek bir kişi kaldığı sürece Müslümanların liderliğinin ehlibeytin hakkı olduğunu düşündüğünü açıkça belirtti. Bu bağlamda Ali, Şia'nın ilk hocası sayılabilir. Başından itibaren Ali'nin, Peygamberin yerine geçmeye diğer sahabeden daha uygun olduğuna inanan bir çevresi vardı. Çok geçmeden Ali'nin muhalifleri, onun destekleyenlere işaret ederken din Ali'den, yani “Ali'nin dini”nden söz ettiler -Muhammed'in dinini temsil ettiğini ısrarla belirten Ali'yi öfkelendiren bir fikir. Her neyse, yaklaşık altı aylık bir gecikmeden -Fatıma'nın ölümüyle örtüşen bir gecikme- sonra Ali de Ebubekir'in halifeliğini kabul edince işler daha da karışık hale gelir. Bu arada Peygamberin sahibi olduğu bir mülk konusunda Fatıma'nın Ebubekir'le oldukça karışık bir miras tartışmasına girdiğini de belirtmek gerekir. Şii İslamın kökeni konusunda daha özgül bir Şii görüş vardır. Bütün kollarıyla Şia'nın temel inancı şudur: Peygamber, kendi halefi olarak Ali'yi tayin etmişti -ilahi buyrukla belirtilen ve Peygamberin ölümünden kısa süre önce Veda Hacından dönerken 18 Zilhicce 10/16 Mart 632'de Gadir-i Hum'da açıkladığı bir tayin ya da nas. Hem Şii hem Sünni hadis derlemelerinde anlatıldığına göre, o olayda, kendisine eşlik eden hacılara önemli bir açıklama yapmak isteyen Peygamber, Ali'nin elini tuttu ve o ünlü cümleyi söyledi: men kuntu mevlahu fa-Ali mevlahu (Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur). Şii ve Sünni Müslimanlar tarafından farklı yorumlanan bu hadis, bizzat Ali tarafından halifeliği sırasında Küfe'de, Peygamberin vasi'si, yari varisi ve dolayısıyla meşru halefi olduğu iddiasını desteklemek için açıklandı. Şia, Kuran'ın bazı ayetlerini de Ali'nin lehine yorumladı. Ne var ki, müminler topluluğunun birçok üyesi Peygamberin nassını görmezden gelip Ali'den yüz çevirmişti, Şia'nın, onları diğer Müslümanlardan ayıran özel bir dinsel otorite kavrayışları da vardı. İslamın doğrudan insan aklıyla anlaşılamayan iç hakikatler barındırdığına inanıyorlardı. Bu nedenle dinsel bakımdan yetkin bir rehber ya da Şia'nın geleneksel olarak tercih ettiği şekliyle imam ihtiyacını fark etmişlerdi. Şia, Peygamberin halefini, Müslümanların çoğunluğunun sandığı gibi İslami vahyin bekçisi ve ümmetin lideri olmanın dışında, İslami mesajın yorumlanması ve izahıyla bağlantılı bir manevi işlev olarak da görmekteydi. Şia'ya göre Peygamberin ailesi, yani ehlibeyt, İslam öğretilerini izah etmenin tek yetkin kanalıydı. Bu görüşe göre, Şii İslam yorumu ihtimali bizzat İslamın mesajının içinde vardı ve bu ihtimal Şiilikte gerçeğe dönüştü. Bu düşünceler, sonunda, Şii imamet öğretisinde tam gelişmiş halini buldu. Ama en baştaki Şii düşüncelerin, Peygamberin kendi dinsel bilgisiyle, yani ilmiyle bağlantılı özel bir dinsel otorite fikrine odaklı olduğu kesin olarak söylenebilir. Dahası Ali taraftarlarının, diğer Müslümanların aksine, düşüncelerinde bireylerin kalıtsal özniteliklerine daha fazla eğilimliymiş gibi göründükleri de eklenebilir. Bazı özel niteliklerin kalıtsal olduğu düşüncesi, elbette, seçkin insan niteliklerinin kabile soyuyla aktarıldığına inanan İslam öncesi Arapların fikriyatına da uygundu. Bu nedenle Peygamber ailesine özel saygı duyan Küfeli üstat hafızlar da (kurra) dahil, Ali'nin dinsel bakımdan bilgili taraftarlarının, Muhammed'in özel niteliklerinden bazılarının, en başta da dinsel bilgisinin, yani ilminin Ben-i Haşim ailesinin mensuplarından tevarüs edeceğine inanmaları doğaldı. Bu bağlamda, Beni Haşim ailesini lideri olarak Ali, ehlibeyti temsil etme bakımdan açıkça öne çıkmaktaydı. Ne var ki, Şia'nın davası cemaatin geri kalan kısmınca önemsenmedi ve itirazlarının boşuna olduğu anlaşıldı. Yine de Şia, bütün manevi konuların, dinsel otoriteye sahip tek kişi olduğuna inandıkları Ali'ye havale edilmesi gerektiğini savunmaya devam etti. Şiiliğin kökenine ilişkin Şii bakış açısı, ilk Şiilere, özellikle Ali'nin ilk taraftarlarına atfedilemeyecek ayırıcı öğreti öğeleri içermektedir. İşin gerçeği, tedricen gelişip 2./8. yüzyılın ortasında formüle edilen imamet öğretisinde tam ifadesini bulan en eski Şii düşünceler ve eğilimler hakkında, tarihsel kesinliği olan çok az şey bilinmektedir. (Bkz. H. Nasr, ideais and Reglities of İslam (gözden geçirilmiş yeni basım., Cambridge, 2001), 5. 141 vd.) Ali'den yana duygular ve genel Şii eğilimler, Ali sağken devam etti. İlk yenilgiden sonra Şia coşkusunun çoğunu yitirdi. Şiilik, Ebubekir'in ve Ömer'in halifeliği sırasında özellikle uyku durumunda kaldı; bu sürede Ali'nin kendisi de, pasif ve gözden uzak durdu. İslam tarihinin bu ilk döneminde (11-23/632-644) Ali'nin davranışının en iyi örneği, devam eden fetih savaşlarına katılmaması ve ümmet işlerinin dışında kalmasıdır. Bu durum, daha önce cemaat içindeki aktif rolüyle ve Peygamber zamanında yapılan neredeyse bütün savaşların en ön safında görünmesiyle keskin bir karşıtlık içindeydi. Aslında ilk iki halife, Ali'yi ümmet içinde önemli her konumun dışında bırakmaya çalıştı. Yine de Ömer'in halefini seçecek altı üyeli sahabe divanına atandı. Ali'nin ve taraftarlarının durumu, Osman b. Affan'ın (h. 2335/644-656) halifeliği döneminde değişti; bu, ümmet içinde Şii özlemlerin yeniden canlanmasına da tanık olan bir kargaşa dönemiydi. Çok geçmeden Osman'a ve onun ekonomik ve toplumsal politikalarına, mensubu olduğu Beni Ümeyye kabilesini kollamasına karşı şikâyetler artmaya başladı. Osman'a karşı özellikle Güney Irak'taki garnizon kasabaları Basra ve Küfe'de yoğunlaşan taşra muhalefeti, halifeliğinin sonraki yıllarında ivme kazanınca, Küfeli kurra ve Ali'nin diğer taraftarları bastırılan özlemlerini canlandırmayı uygun buldu. Çıkarları Emeviler tarafından önemsenmeyen Beni Haşim kabilesinden de genel destek alan Şia, memnuniyetsiz taşra gruplarıyla birleşti ve Osman'ın azlini istedi. Osman'ın 35/656'da Medine'de bir grup taşralı asi tarafından öldürülmesini izleyen çalkantılı koşullarda Ali halife oldu. Osman'ın öldürülmesinden sonra İslam ümmeti, ona karşı yaygın bir isyana yol açan suçu konusunda bölündü. Halifeliğinin başından itibaren Ali, kısa sürede alevlenip bir iç savaşa, yani İslamda fitneye dönüşen, kısa ömürlü halifeliği boyunca da devam eden zorluklarla karşı karşıya kaldı. Aslında Ali, İslam devletinin tamamında, özellikle Suriye'yi neredeyse yirmi yıldır demir yumrukla yöneten Osman'ın akrabası Muaviye b. Ebu Süfyan'ın topraklarında halifelik otoritesini kurmayı başaramadı. Kureyş'in nüfuzlu kabilesi Beni Ümeyye'nin bir mensubu ve Osman'ın akrabası olarak Muaviye, Osman'ın intikamını alma çağrısını halifeliği Emevilere geçirmenin uygun bir bahanesi olarak gördü. Böylece Muaviye, Osman taraftarı bir grubun başında, biat etmeyi reddettiği yeni halifeye karşı bir seferberlik başlattı. Ali, tatsız bir durumda kapana kısıldı. Osman'ın gerçek katilleri Medine'den kaçmıştı ve Ali'nin etrafındaki birçok kurra da işe karışmıştı. Ali doğrudan sorumlu olanları cezalandıramayınca ya da cezalandırmak istemeyince, Muaviye açıkça başkaldırdı ve halifeliğinin meşruiyetine meydan okudu. Bu arada Ali, Muaviye ile beklenen çatışmaya destek almak amacıyla Küfe'ye girdi. Fırat'ın kıyısında, Şiiliğin erken tarihinde birçok olaya sahne olan Küfe, kısa halifeliği sırasında Ali'nin geçici başkenti işlevi gördü. Ali, Küfeli kabile gruplarını yeniden örgütledi ve ilk Küfeli kurra'nın birçok önderini, Malik el Aştar gibi kişileri yetkili konumlara getirdi. Bu kişiler, Osman döneminde benzer durumda olup kabile aristokrasisinin (eşraf el-kaba'ü) gölgesinde kalan Küfelilerle birlikte, Ali'nin kuvvetlerinin belkemiğini oluşturuyordu; bunlar, aslında, Şia'nın yeni liderleriydi. Ali'nin kuvvetleri ile Muaviye'nin kuvvetleri, 37/657 baharında Yukarı Fırat kıyısındaki Sıffin'de bu koşullar altında karşı karşıya geldi. Uzun bir savaş, erken İslam tarihinin belki de en tartışmalı savaşı başladı. Sıffin Savaşının olayları, Suriyelilerin hakem önerisi ve Ali'nin bunu kabul etmesi ve yaklaşık bir yıl sonra açıklanan hakem kararı, arada bir grup muhalifin Ali'nin ordusundan ayrılmasına yol açan koşullar, ayrılanların daha sonra Harici olarak adlandırılması, bütün bunlar, modern bilim insanlarınca eleştirel bir biçimde incelenmiştir. Bu olaylar Ali'nin siyasal konumunu geri döndürülemez bir biçimde zayıflattı ve Küfe'ye çekilmek zorunda kaldı. Ali, 40/661'de Küfe'de bir Harici tarafından öldürüldü. İslam topluluğu ilk iç savaşından, daha sonra dönem boyunca karşı karşıya gelecek hiziplere bölünerek çıktı. Ana hizipler Osman'ın halifeliğinin son yıllarında zaten şekillenmeye başlamıştı; ama ilk iç savaşta kristalleşip, daha açık karşıt partilere dönüştüler. Ondan sonra bu partiler, eklektik anlamda kişisel bağlılıklarını ve bölgesel bağlarını açığa vuran unvanlar kazandı. Ali'nin destekçilerine Şiat Ali (Ali'nin Partisi) yanı sıra ehl-i Irak (Irak Halkı) denildi; hasımlarına ise, Şiat Osman (Osman'ın Partisi) ya da daha yaygın olarak Osmaniyye denildi. Osman'ın Partisi, Sıffin Savaşından sonra, Şiat Muaviye de (Muaviye'nin Partisi) denilen ehl-i Şam'ı (Suriye Halkını) oluşturdu. Ali'nin taraftarları gerçek Şia, şiat ehl-i beyt ya da şiat e-Muhammed (Peygamber Ailesinin Partisi) gibi daha kesin dinsel yan anlamları olan terimlerle anıldı. Daha önce belirtildiği gibi, Muaviye'nin ve Emevilerin öncülük ettiği Ali'nin muhalifleri artık din Ali'den, yani “Ali'nin dini"nden söz ediyorlardı -Ali'yi açıkça rahatsız eden bir fikir. Sıffin Savaşıyla birlikte üçüncü bir hizip, Hariciler ortaya çıktı. Giddi bir biçimde hem Ali'ye hem Muaviye'ye ve partilerine karşı çıkan Hariciler hızla yayılan ve daha sonraki İslam tarihinde birçok kez meşruiyet biçimine ve hanedan ayrıcalığına meydan okuyan bir hareket örgütlemeyi başardı. Hariciler katı İslami eşitçiliğe bağlıydı; hangi etnik ya da kabile kökenine sahip olursa olsun meziyetli her Müslümanın halkoyuyla ümmetin meşru lideri ya da imamı seçilebileceğini savunuyorlardı! Bu nedenle otoritenin ve önderliğin kabile ya da kalıtım değerlendirmelerine dayanmadığı bir toplum biçimi kurmayı amaçladılar. Erken Şia, Ali'nin öldürülmesini ve daha sonraki sayısız trajik olayı atlattı. Ali'den sonra Küfe'deki taraftarları yalnızca Peygamber ailesinin bir mensubunun Ali'nin yerine geçmesinin meşru olduğuna inanmaya devam ettiler; halife olarak Ali'nin büyük oğlu Hasan'ı kabul ettiler. Karanlık koşullar altında Hasan birkaç ay sonra Muaviye lehine halifelikten feragat etti, Muaviye hızla halife kabul edildi ve İslam'da ilk hanedanlığı, yaklaşık bir yüzyıl iktidarda kalan Emeviler hanedanlığını kurdu. Bu arada, Muaviye ile yaptığı barış antlaşmasından, Şiat Ali'nin can ve mal güvenliğine olanak veren antlaşmadan sonra Hasan, Medine'ye çekildi ve her türlü siyasal faaliyetten uzak durdu. Ne var ki, Şia onu Ali'den sonra kendi imamları olarak görmeye devam ederken, Aliiler de onu ailenin başı saydı. Hasan 49/669'da (ya da belki bir yıl sonra) ölünce Küfeli Şia'nın halifeliği Peygamber ailesine geri verme özlemleri yeniden canlandı ve yeni imamları Hüseyin'i Emevilerin baskıcı yönetimine karşı ayaklanmaya ve meşru ehlibeyt yönetimini geri getirmeye davet etti. Bu arada Muaviye, Küfe valisine cuma namazlarında minberden Ali'ye lanet okunmasını emretmişti. Hüseyin, kardeşinin yaptığı anlaşma uyarınca Muaviye iktidarda kaldığı sürece harekete geçmek istemedi. 60/680'de Muaviye öldükten ve yerine oğlu Yezid geçtikten sonra, Küfeli Şia ileri gelenleri bir kez daha Hüseyin'e mektup yazıp, Emevilere karşı ona desteklerini sundular. Yezid'e biat etmeyen Hüseyin sonunda bu davetlere karşılık verip Küfe'ye doğru yola çıktı. 10 Muharrem 61/10 Ekim 680'de Hüseyin, akrabalarından ve arkadaşlarından oluşan küçük bir grupla birlikte, Küfe'ye yakın Kerbela'da önleri kesilen bir Emevi ordusu tarafından acımasızca katledildi. Yalnızca kadınlar ve bazı çocuklar kurtuldu; Ali b. Zeynelabidin unvanını/adını alan ve daha sonra İmami Şiilerin dördüncü imamı sayılan Ali b. Hüseyin, sağ kurtulan birkaç erkekten biriydi. Peygamberin torunu Hüseyin'in çok sayıda ehlibeyt mensubuyla birlikte şehit edilmesi, Şia'da yeni bir dinsel hareketlilik yarattı ve Şii ruhun ve kimliğin pekişmesine önemli katkıda bulundu. Ondan sonra tövbe ve şehitlik çağrısı Şii maneviyatının ayrılmaz parçası haline geldi. Şia içinde radikal eğilimlerin oluşmasına da yol açtı; daha önce Küfeli Şia tarihsel halifelik konusunda görece ılımlı kalmıştı. Abu Mihnaf (6. 157/774), Hüseyin'in şehit edilmesini ve Emevi döneminin daha sonraki $ii ayaklanmalarını kaydeden en eski Müslüman tarihçidir, ayrıntılı anlatımları daha sonraki kaynaklarda, özellikle Taberi'de (6. 310/923) kısmen korunmuştur. Daha sonra Şia, İmam Hüseyin b. Ali'nin şehadetini her yıl on Muharremde (Aşure) özel törenlerle ve taziye denilen çile canlandırmalarıyla anmaya başladı. Kerbela olaylarından hemen sonra eski Ali taraftarları ve Hüseyin'i davet eden, ama yardımına gidemeyen birçok Küfeli, pişmanlık duygusuyla hareket etti. Süleyman b. Surad el-Huzai'nin önderliğinde kendini feda edip, Peygamberin torununun intikamını alma çağrısında bulunan Tövbekârlar (Tevvabin) hareketini örgütlediler. 64/683'te Halife Yezid'in ölümü üzerine ve ardından çıkan halledilmemiş iç savaş koşullarında, 4000 kadar Tövbekâr, bir Emevi ordusuyla savaşa tutuşmadan önce Kerbela'yı ziyaret edip, Hüseyin'in mezarı başında ağlayıp pişmanlıklarını dile getirdi. 65/684'te üç günlük bir savaşın sonunda Tövbekârların çoğu öldürüldü. Tevvabin hareketi, erken Şiiliğin Arap ve birleşik evresi olarak görülebilecek dönemin sonuna işaret eder.
Farhad DaftaryŞİİLİĞİN KÖKENİ
ERKEN ŞİA
ALİ’NİN HALİFELİĞİ
İSLAMDA İLK İÇ SAVAŞ ve BÖLÜNMELER
HARİCİLER
TÖVBEKARLAR (TEVVABİN) HAREKETİ
(Şii İslam Tarihi, Alfa, İst. Eylül 2016. S. 44-58)
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR