Hasan Dağı türküsünün esrikliğiyle... 

Bozkırın tozlu yollarında sarsıla sarsıla ilerleyen eski bir otobüsün yıpranmış koltuğundasın. Ailesini ve bütün yakınlarını savaşta yitirmiş boynu bükük bir çocuk olarak Van'dan evlatlık getirildiğin 1915'in Adana'sına, kırklı yaşlarında bileklerine zincir vurulmuş ağır cezalı bir ozan olarak götürülüyorsun...

Yanıbaşında, omzuna yasladığı başını saatlerdir yüksünmeden taşıdığın, seninle aynı yazgıya yol alan bir başka mahkum... Hücre ranzasında tedirgin uykularınıza inen acımasız dipçiklerin kapanmamış yaraları ince ince sızlamakta...

  

Havasız otobüsün buğulu camını arada dirseğinle kurulayıp, bulutsuz gökyüzüne yayılmış parlak yıldızları kederle seyrediyorsun. Beklemediğin bir anda, şaşırtan bir manzara çıkıyor karşına: Bozkır gecesine ağmış bir dost yüzü gibi, dolunay ışığının aydınlattığı heybetli Hasan Dağı!..

Derin iç geçirişleriyle yol boyu koruduğun sabrın ve suskunluğun bu manzara karşısında yerini gür bariton sesine bırakıyor birden. Dudağından dökülen sözcükler, gecenin sessizliğini yırtan bir bozkır ağıdına dönüşüyor...

                            ''Hasan dağı Hasan dağı
                                    Eğil eğil, eğil bir bak
                                         Sıkıyor zincir bileği
                                           Jandarmada din iman yok.''

Kadim bir dostunla göz göze dertleşir gibisin. Bilge bakışlarınla anıların yakıcı derinliğinde kayboluyorsun...

Harbiye Cezaevi'nde haftada bir kez, on dakikalığına da olsa, demir parmaklıklar arasından sıcacık ellerine dokunabildiğin, bakışlarından esin aldığın kara gözlü yaşam yoldaşın Sıdıka aklından hiç çıkmıyor...

O da, Sultanahmet Cezaevi'nin kadınlar koğuşunda seni düşünmekte şimdi. Senden alacağı 'görülmüştür' damgalı ilk mektuplarını, Çukurova'dan havalanacak sevda türkülerini bekliyor dört gözle...

Acı bir gülümseyişle evlendiğiniz günü anımsıyorsun...

Rumeli Caddesindeki nikah dairesinden evli mahkumlar olarak jandarma eşliğinde ayrılıp, eylül güneşi altında Nişantaşı'ndan Harbiye'ye ağır adımlarla yan yana yürüyüşünüzü...

Jandarmadan zar zor izin koparıp hızla girdiğin kitapçıda, kelepçeden bir süreliğine özgür kalmış ellerinle raflardan alelacele seçip, sevgi sözleriyle imzaladığın İspanyol ressam Goya'nın albümünü...

İncelikle sunduğun o nikah armağanını, gelip geçenlerin meraklı bakışlarından çekine çekine ellerinden usulca alıp, nasıl da sevgiyle göğsüne bastırmıştı Sıdıka'n! Kimbilir, şu an yastığına düşen cılız mapushane ışığı altında, o albümün sayfalarını çevirmekte belki de...

Ve onun sana armağanı; her sevkiyatta tahta bavuluna öpüp, koklayıp, okşayarak özenle yerleştirdiğin el örgüsü, o kilim desenli yün eldivenler...

Pırıl pırıl yükselen Hasan Dağı'na bir kez daha çeviriyorsun nemlenmiş gözlerini...

                            

                             ''Gidiyor kalktı göçümüz
                                      Gülmez, ağlamaz içimiz
                                          İnsan olmaktı suçumuz
                                              Hasan Dağı, insan olmak!''

 

Dar geçitler, sarp uçurumlar başlıyor... 

Yersiz yurtsuz çocukluğunun coğrafyasından, başı karlı Toroslar'dan geçiyorsun.

İçinin derinliklerinde gömülü yıllanmış acıların bir bir uyanıyor...

Adana Fransız işgali altında. Çukurova halkı evini barkını terkedip can korkusuyla Toros yamaçlarına kaçışıyor. ''Kaçkaç'' diye anılan zorunlu göç günleri...

Evlatlık verildiğin, öz amcan ve yengen bildiğin yoksul ailenle birlikte bir kervanın ardı sıra taşlı dikenli yollara düşüyorsun sen de. Her işlerinin ucundan tuttuğun, her buyruklarına kan ter içinde koşturduğun halde hiç hoşnut edemiyorsun amcanı ve yengeni...

Toros yaylalarında, ağaçların duldasında ağır bohçalarınıza yaslanıp soluklandığınız bir öğle vakti eline bir testi tutuşturup, ''Git, su bul getir!'' diyorlar. Çıplak ayağına batan azgın dikenlere aldırmadan dağ taş su aramaya çıkıyorsun. Saatler sonra bulduğun buz gibi kaynaktan sevinçle doldurduğun testiyi cılız omzuna yüklenip döndüğünde kafile artık yerinde değil!..

Karanlık çökmeye başlıyor. Garip bir yılkı atı gibi dağ başlarında bir başınasın...

Yıldızlara bakarak yolunu arayan azıtılmış kediler gibi, sekiz yaşının kısa adımlarıyla dağ başlarında kaybettiğin kafilenin izini arıyorsun. İncir ağaçlarının tepesinde, korku içinde hıçkırarak uykulara daldığın uzun geceler...

Günler sonra her nasılsa kafilenin izini buluyorsun. Amca bildiğin, baba diye seslendiğin adam, seni testiyle karşısında görünce vicdan azabının göz yaşlarına boğulsa da, yengen bildiğin kadının kin dolu bakışlarından anlıyorsun ki, onlar gerçekte akrabaların değiller. Acıklı masalların yardımına koşmak istediğin kimsesiz çocukları gibi, eline testi tutuşturulup dağ başlarında bilerek terkedilmişsin...

İstenmeyişinin derin üzüntüsünü, kurda kuşa yem olmamanın buruk sevinciyle bastırıp, kafilenin peşinden yine günlerce yürüyorsun...

Savaşın kara bulutları biraz aralanıp, seni öksüzler Yurdu'na bırakacakları gün gelesiye değin işittiğin azar çığlıkları, suratında patlayan tokatlar, narin bedenine inen kamçılar, Sansaryan Han'daki ağır işkencelerden daha çok acıtmakta şimdi içinin derinliklerini...

Çukurova'da şafak sökmek üzere...

Hasan Dağı eteklerinde başladığın süreğen ağıdın, Torosların eriyen kar sularına karışıp sonsuza akan bir ırmak oluyor...

 

                                      ''Koçhisar üstünden Bor'a
                                           Gülek bir karanlık dere
                                                  Sıradağlar sıra sıra
                                                      Çukurova ana toprak.''

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

                                                                                 

             ''Ruhi Su Sen Gittin Gideli.''  

               Mektuplar- Anılar, Kitabında yayımlanmıştır.

              BRT Yayınları, Ağustos 2016 Ataşehir /İstanbul

 

Selçuk Ülger/ Frankfurt/Main

GERCEKEDEBİYAT.COMHasan Dağı türküsünün esrikliğiyle... 

Bozkırın tozlu yollarında sarsıla sarsıla ilerleyen eski bir otobüsün yıpranmış koltuğundasın. Ailesini ve bütün yakınlarını savaşta yitirmiş boynu bükük bir çocuk olarak Van'dan evlatlık getirildiğin 1915'in Adana'sına, kırklı yaşlarında bileklerine zincir vurulmuş ağır cezalı bir ozan olarak götürülüyorsun...

Yanıbaşında, omzuna yasladığı başını saatlerdir yüksünmeden taşıdığın, seninle aynı yazgıya yol alan bir başka mahkum... Hücre ranzasında tedirgin uykularınıza inen acımasız dipçiklerin kapanmamış yaraları ince ince sızlamakta...

  

Havasız otobüsün buğulu camını arada dirseğinle kurulayıp, bulutsuz gökyüzüne yayılmış parlak yıldızları kederle seyrediyorsun. Beklemediğin bir anda, şaşırtan bir manzara çıkıyor karşına: Bozkır gecesine ağmış bir dost yüzü gibi, dolunay ışığının aydınlattığı heybetli Hasan Dağı!..

Derin iç geçirişleriyle yol boyu koruduğun sabrın ve suskunluğun bu manzara karşısında yerini gür bariton sesine bırakıyor birden. Dudağından dökülen sözcükler, gecenin sessizliğini yırtan bir bozkır ağıdına dönüşüyor...

                            ''Hasan dağı Hasan dağı
                                    Eğil eğil, eğil bir bak
                                         Sıkıyor zincir bileği
                                           Jandarmada din iman yok.''

Kadim bir dostunla göz göze dertleşir gibisin. Bilge bakışlarınla anıların yakıcı derinliğinde kayboluyorsun...

Harbiye Cezaevi'nde haftada bir kez, on dakikalığına da olsa, demir parmaklıklar arasından sıcacık ellerine dokunabildiğin, bakışlarından esin aldığın kara gözlü yaşam yoldaşın Sıdıka aklından hiç çıkmıyor...

O da, Sultanahmet Cezaevi'nin kadınlar koğuşunda seni düşünmekte şimdi. Senden alacağı 'görülmüştür' damgalı ilk mektuplarını, Çukurova'dan havalanacak sevda türkülerini bekliyor dört gözle...

Acı bir gülümseyişle evlendiğiniz günü anımsıyorsun...

Rumeli Caddesindeki nikah dairesinden evli mahkumlar olarak jandarma eşliğinde ayrılıp, eylül güneşi altında Nişantaşı'ndan Harbiye'ye ağır adımlarla yan yana yürüyüşünüzü...

Jandarmadan zar zor izin koparıp hızla girdiğin kitapçıda, kelepçeden bir süreliğine özgür kalmış ellerinle raflardan alelacele seçip, sevgi sözleriyle imzaladığın İspanyol ressam Goya'nın albümünü...

İncelikle sunduğun o nikah armağanını, gelip geçenlerin meraklı bakışlarından çekine çekine ellerinden usulca alıp, nasıl da sevgiyle göğsüne bastırmıştı Sıdıka'n! Kimbilir, şu an yastığına düşen cılız mapushane ışığı altında, o albümün sayfalarını çevirmekte belki de...

Ve onun sana armağanı; her sevkiyatta tahta bavuluna öpüp, koklayıp, okşayarak özenle yerleştirdiğin el örgüsü, o kilim desenli yün eldivenler...

Pırıl pırıl yükselen Hasan Dağı'na bir kez daha çeviriyorsun nemlenmiş gözlerini...

                            

                             ''Gidiyor kalktı göçümüz
                                      Gülmez, ağlamaz içimiz
                                          İnsan olmaktı suçumuz
                                              Hasan Dağı, insan olmak!''

 

Dar geçitler, sarp uçurumlar başlıyor... 

Yersiz yurtsuz çocukluğunun coğrafyasından, başı karlı Toroslar'dan geçiyorsun.

İçinin derinliklerinde gömülü yıllanmış acıların bir bir uyanıyor...

Adana Fransız işgali altında. Çukurova halkı evini barkını terkedip can korkusuyla Toros yamaçlarına kaçışıyor. ''Kaçkaç'' diye anılan zorunlu göç günleri...

Evlatlık verildiğin, öz amcan ve yengen bildiğin yoksul ailenle birlikte bir kervanın ardı sıra taşlı dikenli yollara düşüyorsun sen de. Her işlerinin ucundan tuttuğun, her buyruklarına kan ter içinde koşturduğun halde hiç hoşnut edemiyorsun amcanı ve yengeni...

Toros yaylalarında, ağaçların duldasında ağır bohçalarınıza yaslanıp soluklandığınız bir öğle vakti eline bir testi tutuşturup, ''Git, su bul getir!'' diyorlar. Çıplak ayağına batan azgın dikenlere aldırmadan dağ taş su aramaya çıkıyorsun. Saatler sonra bulduğun buz gibi kaynaktan sevinçle doldurduğun testiyi cılız omzuna yüklenip döndüğünde kafile artık yerinde değil!..

Karanlık çökmeye başlıyor. Garip bir yılkı atı gibi dağ başlarında bir başınasın...

Yıldızlara bakarak yolunu arayan azıtılmış kediler gibi, sekiz yaşının kısa adımlarıyla dağ başlarında kaybettiğin kafilenin izini arıyorsun. İncir ağaçlarının tepesinde, korku içinde hıçkırarak uykulara daldığın uzun geceler...

Günler sonra her nasılsa kafilenin izini buluyorsun. Amca bildiğin, baba diye seslendiğin adam, seni testiyle karşısında görünce vicdan azabının göz yaşlarına boğulsa da, yengen bildiğin kadının kin dolu bakışlarından anlıyorsun ki, onlar gerçekte akrabaların değiller. Acıklı masalların yardımına koşmak istediğin kimsesiz çocukları gibi, eline testi tutuşturulup dağ başlarında bilerek terkedilmişsin...

İstenmeyişinin derin üzüntüsünü, kurda kuşa yem olmamanın buruk sevinciyle bastırıp, kafilenin peşinden yine günlerce yürüyorsun...

Savaşın kara bulutları biraz aralanıp, seni öksüzler Yurdu'na bırakacakları gün gelesiye değin işittiğin azar çığlıkları, suratında patlayan tokatlar, narin bedenine inen kamçılar, Sansaryan Han'daki ağır işkencelerden daha çok acıtmakta şimdi içinin derinliklerini...

Çukurova'da şafak sökmek üzere...

Hasan Dağı eteklerinde başladığın süreğen ağıdın, Torosların eriyen kar sularına karışıp sonsuza akan bir ırmak oluyor...

 

                                      ''Koçhisar üstünden Bor'a
                                           Gülek bir karanlık dere
                                                  Sıradağlar sıra sıra
                                                      Çukurova ana toprak.''

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

                                                                                 

             ''Ruhi Su Sen Gittin Gideli.''  

               Mektuplar- Anılar, Kitabında yayımlanmıştır.

              BRT Yayınları, Ağustos 2016 Ataşehir /İstanbul

 

Selçuk Ülger/ Frankfurt/Main

GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)