Son Dakika



Ancak Osmanlılar, hamamı gündelik hayatın içine soktu, çoluk çocuk, anne baba günaşırı hamamlara doluştu.

Bugün büyük şehirlerimizde bir elin parmakları kadar azalan hamamlar, gerçekten fiyat olarak pahalandı, sebebi, müşteri az. Mesela altı lira giriş, kese, sabun, masaj ve bahşiş en az on beş liraya çıkarsın, bu rakam da müşteri çoğaldığında pekala düşürülebilir. İkinci bir korku, hamamların ortak yaşam alanı olarak gereken hijyene dikkat etmeyişi ve bir yığın mantar türü hastalığın bulaşacağı korkusu, ki, yekpare mermerden hamamların temizliği çok kolaydır. Üçüncü bir korku, hamamların kullandıkları havlulardır. Osmanlı, yünlü, pamuklu, kadifeli dokumada bir numaraydı ve havluları dünyaca meşhur. Bugün de. Peştemal ve havlu üzerine istenirse birkaç büyük cilt kitap yazılabilir yazıldı da. Bugün hamamlarda kullanılan peştemal ve havlular hem çirkin, hem özensizdir. Oysa eski hamamlarımız gibi yüksek kalitede ve tertemiz ve işlemeli havlular, peştemallar pekala kullanılabilir, bunun da müşteri trafiğinin çoğalmasıyla düzenlenebileceği ortada.

Benim yaşımda olanlar pekala bilir ki, her hafta ailecek hiç çekinmeden hamama gidilirdi. Hatta, hamamda kabinlerin boşalması için sıra beklenirdi. Evde ise, banyo yerine “su dökülürdü”, o hafta hamama gidilmemişse su dökme, lifle sabunlanmaya dönüşümlü. Ancak, hamama gitmemek bir ayı doldurmuşsa panik başlar, kaçınıyoruz, kirleniyoruz, yağlandık çığlıklarıyla derhal ve hızla hamama koşulurdu.

Gençlik yıllarımızdan başlayarak evlerimize kalorifer, şofben, sıcak su ya da bir takım elektrikli, gazlı su sağlayıcıların içine düştük ve artık ebediyen bu hazır, çok kolay, hemen yıkan çık ev içi banyonun kölesi olduk. Evlerdeki sıcak su teknikleri geliştikçe hamamlar devreden çıktı.

Ve yıllar sonra dönüp baktığımızda mahallemizdeki bütün hamamların yıkıldığını, ya da kapandığını gördük.

Mesela benim doğduğum şehir Trabzon’da her mahallede bir ya da iki hamam vardı... On üç yaşından beri daktilonun başındayım ve on beş yıldır sırt ve omuz tedavisi görüyorum, birçok modern tedaviden geçtim, ama, her hafta kürek kemiklerimden başlayıp sırtıma çıkan ağrıları dindirmenin yolu olarak kaç aydır düzenli gittiğim hamamlar büyük bir şifa olarak bulup, rahat ettim!

Şimdi beni iyi dinleyin. Ülkemizde aydınlar ve medya marifetiyle hayatımız için en sağlam, en vazgeçilmez gelenek ve kültürü içinde dolu dolu barındıran hayat kurumları birer birer yıkılıyor.

Bunun en acı örneği Hamam’dır.

Bugün Harun Reşid kadar zengin olsam ülkenin tüm sokaklarına hamam açarım, ya da cin gibi işletmeci olsam dünyanın bütün şehirlerine on binlerce hamam zinciri kurarım... Hamam yüz yıl vardır ki, aydınlar ve medya marifetiyle egzotik, turistik, ilginç bir kuruma dönüştürülerek hayatımızdan çıkarıldı. Bugün beş milyonluk bu kentte beş tane hamam kalmadı. Hamama, bizler de yabancıların ilgisi gibi bakmaya başladık. Belki de yabancıların ilgisi olmasa hiç bakmayacağız. Türk medyası ve edebiyatındaki hamam yazılarını toplayın mutlaka, eşcinsel hikâyeler ya da aptal tellakların insan kemiklerini kırdığı, küflü, çürümüş bir kurum olarak tanıtıldığını göreceksiniz.

Hamama bakışımız, modernleşme ve batılılaşma konusundaki aptallaşan zihniyetimizi ve bilim konusunda nasıl şebekleştiğimizi de bize anlatır. Hamama yapılan saldırılar karşısında sustuk ve hamamı, çürümüş, fonksiyonu tamamen tükenmiş bir kurum olarak görmeye başladık.

Gelenek ve kültür diye diye götünü yırtan, ama devraldığı mirasın ne anlama geldiğini bilmeyen bir aydın ve basın ordusunun bilip bilmeden, hiç anlamadan, muhteşem bir kurumu nasıl yıkıp parçaladığını gözlerimizle gördük.

Ülkelerini, kültürlerini ve bilimi tanımayan aptallar ordusu kültürlerini hızla paramparça etti ve hâlâ anlamsızca küçümseyerek saldırıyorlar.

O hain gözlü Müslümanlar dahi, elli yılda tam yüz bin camii yaptı, ama bir tek hamam inşa etmeyi akıl etmedi. Kubbe aynı kubbe değil mi, arınmak, temizlik, sonsuzluk, aynı deryalarda manevi bir banyo değil mi? Sular, dualardan daha güzel değil mi?

Son iki yüz yıldır hayatımıza girmesine, ilkokullara kadar girmesine izin verdiğimiz tiyatro, sinema ve roman ya da gazete, ya da herhangi bir modern yapıdan çok daha gerekli, çok daha canlı ve çok daha büyük anlamlar taşır hamam. Hem tek tek hepimizin bedenine yeniden bakmasına, hem milyarlarca dolar kazanmak, insanlığa gerçekten keyifle mutluluk vermek istiyorsak, hamamın yapısını, hizmetini, sıcaklığını, havlularını, takunyalarını, kabinlerini, kokularını, mermerlerini, çok derinden ve çok ayrıntılı yeniden kavramamız şarttır.

Birçok eski kurum miadını doldurmuş olabilir, tarikatlar ve tekkeleri kapattık, diyelim, divan şiirinin çevirisini dahi henüz yapmıyor, meallerini yayınlıyoruz, hepsi “nostalji” dediğimiz geçmiş özlemi içinde kaldı. Ama hamam, günlük ihtiyaçlarımıza cevap veren ve sonsuz bir tüketimi olan yıkanma ihtiyacımızı karşılıyor.

Bu kurumu neden yok ettiğimiz, batı hayranlığımızın bizleri nasıl canavarlaştırıp, kör ettiğini anlatır!

Mesela, bilmiş fizyoterapistler üç-beş yıl bilim okumakla dünyanın en kutsal ve en eski mesleği tellakları küçümsemeye başladılar. Asırların bilgi birikimini arkalarına almış tellaklardan birkaç acemiyi gösterip üstlerine çullandılar.

İnsan bedenini ve bedenimizde hiç tanımadığımız kuytuları tellak, dakikalarca ince ince küçük zıp zıplarla yoklar, uyarır; yumuşatır... Tellak, bacakları, kolları kaldırıp, tüm adaleleri esnetir. Bileklerimiz, parmaklarımız, omzumuz, kürek kemiklerimiz, uyluklarımız, dakikalarca ve “törenle” esnetilir.

Tellaklar törenle bir esnetme ve gevşetme ustasıdır. İçlerinde dahî derecesinde insan bedeninin akupunktur noktalarını tanıyan, bilgeler vardır.

Üstelik çok düşük bir paraya, yüz tane masörün, fizyoterapistin yapamayacağı kadar ağır bir işçilikle üstünüzde itinayla çalışırlar. Tellak, profesyonelleşmiş ve sihirbazlaşmış avuçları arasına hantal ve ağır bedeninizi alıp, biraz sonra sizi kuş gibi hafifletir.

Bütün dünya, gevşetme ve sakinleştirme ustaları, Uzak Doğu okullarının, yogacılarını baş tacı ederken, bizler, gerçek yogadan bin kat hızla insan bedenini çözüveren tellakları küçümseyerek, tarihten kovmaya çalıştık!

Bu hayat bizi, taş taşımış gibi, ağırlık çalışmış gibi yormadı mı? Bu iş için hastanelerde kuyruk olacağız, o çok bilmiş masörlere yüz-iki yüz milyon vereceğiz ya da tedavi odasında bir on dakika sırtımıza bakıp defedileceğiz..

Bu komiklikten, hatta şarlatanlıktan vazgeçip, kendimi hamama attım. Sırt, göğüs, bacaklar, baldırlar bu kadar nefis bir şöleni üstelik bir seremoniyle yumuşatılmayı hak etmiyor mu? Doğuştan getirdiğimiz bedeni, otuz-kırk sene hiç yumuşatmadan, gevşetmeden psikiyatristlerin odasına sokuyoruz, ya da bin bir uyuşturucu ilaçla dindirmeye boşuna çabalıyoruz.

Ya da bu bedene hiç dokunmadan onu teneşire gönderiyoruz. Hepimiz gördük, yaşadık. Evimize en gelişmiş banyo takımları girse dahi, fışkırtmalı, tazyikli, sıcak havuzlu banyoların en âlâlârına sahip olsak bile, hamamın atmosferini ve iyiliklerini asla karşılayamıyor.

Bugün sadece, aklımıza, on yılda bir eser ve bir defa ne varmış gibisinden gideriz hamama. Oysa hamamın ne olduğunu anlamak için haftalık ya da on beş günlük periyotlarla sık ve seri şekilde gidilmeli. Eskiler gibi. Çocukluğumuzda, ilk gençlik yıllarımızda olduğu gibi.

İnsan, gerçek bir tellağın eline düşünce vücudunda ne çok kas olduğunu öğrenir. Diyelim, aşil tendonunu baldıra bağlayan topuk üstü adalesinin ince ince ezilmesinin keyfini Osmanlı tellakları çok iyi biliyordu. Hafif ateşte yemek pişirir gibi, vücudun kaslarını yormadan küçük darbelerle ısıtmak, tellakların marifetli parmaklarındaydı.

Neden aşağılama tellakları? En iyi yoga hocası, ya da modern bir jimnastikçi, bize daha ince daha derin teknikler mi öğretir?

Gerçek anlamda tellak, insan bedeninin anatomisini bilmekten öte, keyif verici yumuşak darbelerle vücudun nereden ve nasıl gevşetileceğini çok iyi çözer. Çünkü hamam, bedenin üniversitesidir. Bedenimizdeki sertlikleri mutlu uyarılara dönüştürür.

Çok ağır, yüz yirmi kiloluk, kuzu yutmuş göbekli, Antepli bir kebapçının kelebek gibi hamamdan çıkması, hem bir mucize hem de hamam kültürünün zaferidir! Sırt bel ağrısı çekmeyecek insan var mı, hamam tiryakilik değilse çekilecektir. Üniversiteye hazırlanan milyonlarca genç, masasında dik durmaktan kazıklaşmış, sertleşmiş bedenlerini, hamama götürseler canımız mı çıkar?

Hamam sıcağı dopingdir. Bedeni bomba gibi enerjik yapacak  molekülleri barut tozları gibi sızar gözeneklerinizden, hamam tedavidir, yoğun tedavi, uyuşturucu özelliği gösterir.

Gündelik hayatımızın yorgunlaştırdığı, lökleştirdiği bedenimiz sinir işlevlerini bozar. Kasılmalar, kramplara yol açar. Hamam kafein gibi yumuşatır. Gözeneklerimiz keselenmediği için vücut toksini-zehri boşaltamaz. Birkaç hafta üst üste keseden sonra gözeneklerinizden sıhhat ve enerji fışkırır.

Vücudumuzu hafta boyu bir yığın yediklerimiz-içtiklerimiz üstelik ziftlenerek girer. Ünlü yogacılar, kızgın ya da çok üzgün olduğunuzda yediğiniz şeyler, kızgınlık ya da üzüntünüzü azdırır, der. Bu yogacılara tavsiyemiz, sizi azdıran yiyeceklerle karmaşıklaşan bedeninizi her hafta hamama götürün. Hamam, üzüntüye yol açan yiyeceklerin ağırlığını alır. Yere düşen bir kar tanesi gibi hafiflemeyi kim istemez. Beden sertleştikçe, ruhumuza uzaklaşır. Ruhumuza onu yeniden yakınlaştırmanın yolu, okşayış, öpüş, dokunuş ya da işte hamamdır.

Hamam üzerine konuşulacak teknik çok ayrıntı var, hepsini geçelim. Hamam ışığı loş, izbe, mum ışığı kıvamındadır. Temizliğin yarı karanlıkta yapılması mahremlikle ilgili olduğu kadar psikolojiyle de derinden ilgilidir. Ana rahminde temizlenip birden ışığa-aydınlığa çıkmak yalnız bedenimizin değil, geçmişimizin de yıkanmasını sağlar.

Deli gibi soğukta, katır kutur buzları kıra kıra sıcacık bir hamama girmenin zevki başka hangi kültürde, inceliklerle böyle üslenmiştir.

Çünkü sıcağın koyun, tiftik gibi yünleri vardır. Yorgun, tükenmiş, külçe bedeni, bu yün sıcaklığa bırakın.  Bembeyaz mermerlerin sıcaklığında usul usul terleyip ve sonra dünya güzeli işlemeli havlulara sarılmak, Osmanlı’nın gündelik uğraşıydı. Bedeniniz ısınınca, elleriniz, kollarınız yok olur, uçar. Bedeni unutmanın en güzel yolu, hamam.

Sıcaklığı bir de kabinde güzel kokularla sarmalamak, peşine buzlu bir gazoz ya da bir kahve içmek, dünyanın hangi kültüründe böyle ince, törensel güzellikler taşır.

Tepede, kubbeye gömülü küçük ve kalın camlara doğru ışığa bakmak, sizi huzur ve ışık üzerine yoğunlaştıran bir meditasyondur. Hamam huzur davetidir. Osmanlı’nın yogası... Tüm yoga teknikleri hamamda kendiliğinden oluşur. Çünkü hamam sıcağı sizi yormadan, size ödevler vermeden  gevşetme üzerine kuruludur. O hareketi yap, bunu yap, şuranı şöyle dön gibi ayrıntılı tekniklerin hepsini siz değil, sıcağın kendisi yaptırır.

Su, büyücü ve sorun çözücüdür. Sümerlerden beri tüm kültürler suyun bilgeliğini konuşur. Osmanlı'da şiir su gibi içilirdi. Suları şiir gibi dinlenirdi. Hamamda tas kurna kubbe göbek taşı hepsi şiirleşmiş, ovalleşmiş, peştamal ve havlular ve takunyalar hepsi yumuşayıp zevkle incelmiştir. Yumuşamış bu görüntüler bedeni sakinleştirir. Yumuşamış ve sakinleşmiş beden, korkuları yüreğimizden söküp alır. Sıcacık sular derinin kabuğunu tahriş etmeden soyar. Teni en nazik yerinden kavrar.

Daha kapıdan sular, hoş geldin der size ve cümbüşle tepenizden büklüm büklüm dökülür. Mermer ve sıcak ve buhardan bir şölen, işte bedenimize inanılmaz bir masalsı ziyafet.

İşte Çinlilerden her ülkeye yüz binlerce dinlenme, savunma Sporları, ya da dünyaya yayılmış yüz binlerce yoga okulu, hepsi çok ilkel kalır hamamın yanında. Kaynak arayan, üretim, ihracat arayan küçük işletmeci, dünyanın dört bucağında pekala, ilkeleri, hijyeni, kuralları, keseleri, işlemeli havluları, yumuşacık mermerleri, kubbe dizaynı, masajcıları-tellakları, ince ince sağlam kurallara bağlanmış Türk hamamlarından pekala on binlercesini açabilir. Bu muhteşem sıcak ve su keyfi, insanlığa mutluluk taşıyabilir. Düşünün. Sular, ordular gibi kaç asır hamamlara koştular. En değerli en büyülü kitaplar gibi, bedenleri döndürüp döndürüp okudular. Can suyunu, canana taşıdılar. Uyku verici bu sıcaklığı üreten yalnız hamamdır.

Hamamın içi, buhardan, sisli bir orman gibidir. Söyleyin, sudan daha nazik hangi ses vardır, söyleyin. Tahta takunyaların mermerdeki sesinden neden tiksindik? Mermere tüm vücudun dokunması bedendeki enerjileri açığa çıkarır. Başka nerde ne zaman bir insan vücudu bir taşın üzerine böyle boylu boyunca ve keyifle yayılır? Mermer üzerine su gibi yayılın. Hamamların yaşam sularını siz de mutlulukla seyredin. Yıkanmak bir zamanlar bu toprağın en ince sanatıydı. Osmanlı’yı uçkuruna düşkün ve bol şamatalı alemler düzenleyen ibne meraklısı gösterenler, utansın. Paha biçilmez bu keyif kültürünü turistik yapıp, yok edenler utansın!

Bırakın, kemiklerimiz toprağına gömülmeden, mermer üstünde bir küçük zafer kazansın. Dünyanın en güzel en ucuz mermerleri ülkemizde. Ne zaman tattık, şu mermerlerin yastık gibi yumuşacık, bütün derimizi emen sıcaklığını. Temiz insanların pırıl pırıl erdemi gibi, parlak mermerler, bedenimizi her yanından emerler!

Neden eskiler katışıksız bir sakinlik ustasıydı. Kuşkusuz hoş sıcaklıkların şerbetler gibi kaç rengini tadıyorlardı.

Tarlayı çapalar gibi tellağın parmakları. Bereketli bir hayat fışkırsın diye  derinin içine giren parmakları. İnsan etini manaya döndüren kokulu.

Eski insanlar bu kutsal duyguları en ince yerlerinden kavradılar! Belki de hayatta, sevgiliden, evlattan, aşktan, yataktan bulamadıkları sıcaklığı, ihtiyarlarımız, altı asır hamamlarda buldular.

Ölü yıkamanın bin bir çeşidini biliyoruz, yasalar var. bir gün sizi de yıkayacaklar, ama yaşarken istemeyiz, göbek taşında döne döne yıkanmayı, neden hak etmeyiz. Her gün su dökünüp, her gün sabunlansan da  evdeki banyo, aceleye getirir. Eskiler gibi su dökünmeyi, sabunlanmayı evde, ama kese ve masaj için haftada bir mutlaka, neden koştular hamama.

Hamamların bugünkü içler acısı, pis naylon terlikler, yırtılmış kabin muşambaları, layıkıyla temizlenmemiş havluları hepimizi ürkütür ve bu ihmal, ne büyük bir serveti elimizden alır!

Her gün sevimsiz yüzlerle karşılaşıp yorgunlaşmak şeytanın habercisidir. Sevimsiz yüzler farkında olmadan içinizi karartır. Kovmak, uzaklaşmak, rakı, hepsi nafile, çare hamam. Hamam, yeniden doğuşun simgesi. Evdeki banyo sıcaklığı törenden çıkarır, sıradanlaştırır, hatta yorar sizi, hamam ise törendir.

Hamam, kötülüğü, cinleri bedenimizden çıkarttığınız yerin adıdır, vücudumuzun taştığını görürüz, tensel bir yüceliğin tadını buluruz. Ölüp de kurtulalım diye isyan ettiğimiz bedenimizin her gün yediği, şeytan, haram, günah etini, kustuğumuz yerdir.

Psikolojide, dinde imanda, şeytanın kökenleri adlı bir çalışma yapın, kendinizi hamamda bulacaksınız. Arınma. Hamam, vücudunuzu yormadan ayağa kaldırır. Yanınızda götüreceğiniz bir porsiyon güllaç sizi de bin bir gecenin sultanı yapacaktır. Ateşin de cinleri vardır. Külhandan mermere vurur milyonlarca ateş cini kafatasını. Üstünde sırtınızda tatlı sızılar gibi sarhoş edici, baygın ısısı, ısıyla hızla uyumlaşır vücut.

 Hamamda daha nice kerametler var. Bilimin dahi çözüp anlayamadığı bu doğaüstü bedeni neden en iyi tatlı bir sıcak çözer. Ne esrarlı güzellikler buldu Osmanlı orada. Ne olur sanki, birazcık batının teknolojik hayranlığını tersinden akıtsak, çocuklarımızı kollarından tutup her hafta hamamlara götürsek.

Kalbi güldüren sular. Elinize sağlık sular. Gün gelir, siz de yaşlanırsınız, ekmek, yağ, şeker dahi, güllabici sopası gibi zırdeli döver gibi vücudunuzu, kirli, buruşuk bir kâğıt para gibi yıpratıp döver.  

Osmanlı, insana şerefin, niteliğini hamamlarıyla taçlandırdı. Tellaklar insan bedenine saygıyı övgü dolu parmaklarıyla kutsadı, yaşamak, işte böyle böyle zaferlere dönüştü. Suların şırıltılı hükümleri. Yılan gibi uyanık, sıcacık sıcacık ısırarak sırtınızı. Tufandan kalmış işlemeli bir bakır tasla. İşte eklem kırıklığı, hayal kırıklığı sularla hamamlarda böyle yıkıldı.

 Ve sonra, ayna gibi bir ten. Akide şekeri kıvamında. Ve bir daha soralım, neden beş milyonluk şehirde beş tane hamam.

Sular erimiş aynalar gibi dökülürdü üstümüzden. Deri, ince ince süsleri ve güzelliği şırıltılarla köpük köpük giydirirdi tenimize. Sanki eskiden sular başka türlü akardı. Deryaları koynumuza taşırdı. Şimdi yine geliyor sular, ama durmuyor, içimize dokunmuyor, dökülüp gidiyor sular!

Eski bir uygarlığı aramak değil derdim. Canım şimdi zümrüt zümrüt şırıl şırıl sularını istiyor. Bıktım şofbeninden, küvetinden, canım şimdi annemin beni yıkadığı o eski kurnaları istiyor. Hasankale, bir yoksul kasaba, masal gibi kaplıcaları vardı. Daha beş yaşında annemle yüzerdik sıcacık buharlı sularında sonra annem, karın üstünü sıyırıp helva niyetine, bir kaplıca geleneği kar yerdik kaşık kaşık.

Her sefer dönüşü babam, Meydan Hamamı’nı kapatır, hamamdan bir gün sonra ancak çıkardı.

İşte böyle türlü türlü masallar içinde büyümüşüm. Maden suları, şerbetler, dolmalar, bilmeden neler yemişim.

Ama erkektim, annem, gördüklerini söyleme, ağzını sıkı tut, derdi. Bir hamam sepetimiz vardı, içinden pestiller açılır, cevizli sucuklar çıkartılır, komşulara da bölüştürülürdü. Ve yanında hamam bohçamız vardı. İçinde annemin gelinlik havluları. Sonra annem beni bir yana bırakıp köşede, karanlığın içinde tarardı saçlarını. Kemik tarağıyla sol omzuna dökerdi saçlarını. Uçlarını çırpar çırpar, kanat takar kabartırdı. Omuzları saçlarıyla dolar, sonra yumuşacık kırlent gibi beni boynuna alırdı.

Nakışlı ipekten mendillerini çıkarır, üstüne dut koyar, yerdik. Yüzüme sevinçle bakıp: “Hah işte yüzün ortaya çıktı” diye sevinir, severdi beni. Annemin adı Trabzon’da Hasankaleli gelindi. Hatırlarım zaman zaman o eski mutlu şehri. Beni hamama götüren kuma üstüne gelmiş  mutsuz kara gelini. Topuz saçını çözüp, saçlarına giren tarağın hışırtısı. Benden başka kokusunu kimseler tanımayacak. Bu kokular hamamlarda yükselir bir daha çıkmayarak içimize dolardı. Toprağına girse yüreği yalnız bende, oğlunda kalacak.. Sıcacık sular içinde annelerimiz bize ne tatlı sarılırdı! Hamam deyince, hatırlarım bu acılı kökleri. Bu köklere sarılıp sarılıp ihtiyarlayacağım.

Başımdan dökülen sular büyük bir sır söylediler. En güzel mevsimiydi suların. Kor ateş gibi sular. Uçuşan buharını kuşlar gibi kovalardım. Kollarımı açıp açıp yıkanırdım. Başımdan aşağı kaynayan sular, haşlanıp haşlanıp cırlardım. Beyhude değil bu ağlamaklı hatıralar. İşte ben de sizler gibi bu masallarla büyüdüm. Ve kaç zaman oldu, görmedi sırtımız kese, demir oldu, çelik oldu, kürek kemiklerinin altında fındık kabukları kıvıl kıvıl kuluç oldu, sırtımıza keser oldu. Annelerin suları yüreğimize döküldü. İnsan soruyor, bu sular, hangi borular içinden gelirdi. Bir gömlek gibi bu suları hâlâ üstümde taşıyorum. Annelerin yüreği hâlâ bu zümrüt zümrüt sularda, biliyor, onu arıyorum. Sular kıyma kıyma fışkırır, salına salına mermere çarşaf gibi açılırdı. Bu sular hangi yolu bilir, hamamlarda annelerin tam yüreğinden dökülürdü. Ve sonra havlulara sarılıp gözlerimin ta içinden öperdi. O sevimli sular bereketli hakiki sevgilerin sularıydı. Baktıkça kabarcıklaşıp, coşarlardı. Aynı bardaktan içilen su gibi kurnaların başında lıkır lıkır neşeliydik. Bir mahalle, aynı süslü bakır çeşmelerin yanına dizilirdik. Suların şarkıları eski zamanlarda ne kadar hoştu. Şu ev banyolarında tazyikle fışkırıp çıldıran suların çığlığı, işte bu hayallerimizi kovdu!

Ve sonra erkek cinsinden olduk, kaç zaman banyoyu tıklatıp: “oğlum sırtına kese, kese..” dese, yok anne, tamam anne. Çok zamanlar geçti. Ne ağır yüklerin altına girdik. 13 yaşından beri Ticaret ortaokulu birinci sınıftan beri otuz üç yıl aralıksız bu daktilonun başına oturduk. Ne çok lüzumlu lüzumsuz şeyleri sırtladık.

Şaşırıyorum kaldırdığım bu yüke. Yirmi yıldır sırtımdan aralıksız tedavi görüyorum. Hamamdan çıkıyor, tekrar kaldığım yerden, dünyanın yükünü kaldırıyorum.

Göbek taşına uzanıp düşlerken bunları. İşte bu güçlü ağlamaklı hatıralarla hayat doluyorum. Tellak bağırıyor kulağımın dibinde, kese, kese, kese...

İçimden, “Beni annem yıkadı, sırtım artık istemez kese” dedim. Biliyorum, hayalimden o sular döküldükçe, daha ne yükler kaldıracağım.

Öleli yirmi üç yıl oluyor, annemi hiç mezarda, toprakta düşlemedim. Hediyelerin en güzeli hatıralarıma, onu hep, o eski Osmanlı hamamının gölgeli kurna başında düşledim. Yanında, kalıp sabunu. Kemik tarağı. Bakır tası. Kendi ördüğü pembe lifler. Islak peştamalı sarılı bedeni. Gülşeker teni. Ve simsiyah uzun saçları sıvayıp, köpürterek fışkırttığı sular içinde. Ve hasret dolu şarkılar mırıldanır.

 Ve başından aşağı dökülen zümrüt sulara, gömülü çocuk bakışlarım. Bin yıl öncesi değil. Hepimizin çocukluğuydu bu. Kim  kapatsa gözlerini, içimizden. İşte bin kat gölgeli hatıralar içinde aynı suların şırıltısıyla gülümseyen annelerini bulur.. Yanından hiç ayırmadığı dikiş sepetini de getirir, kabinde, entarileri değil, menekşelerle gülleri birbirine dikerdi, hatırası birkaç kırlent, yastık başı bırakıp, suların gittiği o büyük ülkeye gittiler!

Ey genç adam. Sen benzeme başkalarına. Ne otel saunaları paklar bizi. Ne jimnastik salonları, açar bizi. İşimize gelmez yogacılık oynamak. Bu karmaşık kafa karıştırıcı teknolojiler, yardım elini uzatmaz, annemizin eşsiz kültürü gibi sağlığımıza. Ekmek paran için, bir gün taş taşıyacaksın. Belki her gün hamallık yapacaksın. Olsun. Kirasını öder gibi bu ağır bedenin. Kıy parana. Yorgun bedenini koşa koşa götür o eski cengaverlerin hamamına..

Mermerleri yastıklar gibi yumuşacık. Her şeye gülüyor işte kurnaların içinde çiçek çiçek suları. Bu insafsız dünyada her şey çok ağır. Unutma o göbek taşlarını, cihangirlerin, cephelerden yaralarını ta buralara taşıdığını. Ateşlerle ısıttılar. Karanlık, küflü, nemliydi, ama çok sade, bu kubbenin altında, uçup giden sabun köpükleriyle aynı şırıltılı rüyalara daldılar..

Mermerler, canına, ruhuna yoldaş olacak, üstüne dökülen su, bütün susuzluğunu alacak. Bir aşk fırtınası gibi tarihimiz. Bu coşkulu sular, kalbinin en sıcak köşesinde çınlayıp, işte seni de annenle aynı eski masala sokacak. Bu gümüş suları hâlâ düşlerimize kimler katıyor. Dışarıda sert rüzgârlar öksüz yanaklarımızı gaga gibi delip delip ağlıyor. Yaz, kış arıyorsan baharın sıcak nefesini, suların köpük köpük taştığı kurna başlarına koş. İşte kalbin, bir çiçek yaprağı gibi sessiz.. Tebessümle cıvıldaşan tenine, kırlar gibi, güzellikleri işte böyle giydir.

Ama deliyiz. sahiden deli. Duvara zincirlenmiş delileriz. Orada, eski bir gaz lambası gibi kırılmış kubbeler, dönüp bakmayız. O şarkılardan zaferlere koşan suları büsbütün unutmuşuz, bizi o eski hamamlara koşturacak o bilge o asil kanı hepten kurutmuşuz. Konuş kalemim, sen de bu rüyanın özbeöz çocuğusun, sularla ibadet eden o halkın çocuğusun.

Hamamlara lanet eden, aşağılayanlara, köpürüp bir gün saldıracağını. Hırsımdan delirip, hamamlarına bir gün daldaşak koşacağım..

Öv kalemim, coş kalemim, sular gibi.. Aşklar da gelir geçer. Ama bu sular tutar hepimizin elinden, yüreklerimizi birbirimize manevi sicimlerle bağlar. Götürür kirlerimizi deryaların ta ortasında dualarla çitiler. Kim düğümlemiş içimizdeki bu kutsal suları. Ne olur biri serbest bıraksın artık, içimizde demirden ağır bu ilahi suları. Bir kapkara cahil denize düştük ki, irin dolu. fokurduyor pislikten.

Gündoğumları gibi güzel, Tanrı’nın hepimize her günkü hediyesi. Yıldızların içinden ışıklara binip gelmişler. Toprakların kayaların tabakaların altına girmişler. O ruhlarımız gibi kaynayan sular kara topraklardan süzülüp, tenimize dört yandan dökülecek mi yeniden! Koskoca bir medeniyeti ve deryaları verdik, karşılığında bize, poşet içinde çürük sular verdiler. Ucuz, tiz sesli, cam kırığı, çıldırmış suları, her gün kezzap gibi başımızdan döktüler!

Böyle kazık olmaz, utan kalemim, sen de kültürünü, suyunu, şiirini tanımayan, bu hainler, bu cahillerin ülkesindensin..

Hem bilge, hem sihirbaz, beni mübarek, bu suları kara kurbağa gibi suratlı, cahil, uyuşuk heriflere bırakmışsın!..

Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon’u fethe giderken yıkandığı... Tellağın kirini yığıp yığıp omzuna toplayıp, Fatihler’i bile utandırdığı, o eski Ankara hamamındayım.

Anadolu'dan kasa kasa meyve taşıyan Ankara Hali’nin hamallarıyla aynı mermere uzanıyorum.

Aynı meslekteniz, ben de kasa kasa meyve gibi kelimeler taşıyorum. Yüz kiloluk tellak, beş yüz kiloluk basınçla kürek kemiklerimin altında köpek dişleri gibi kulunçları eziyor. Avanos çamuru gibi yoğurup bedenimi, pirü pak, İznik çinisi vazo gibi kabine koyuyor.

Ve mermerin altından öyle vuruyor ki dalgalar, mermerin üstünde belim kırılıyor! Güzel duygulu mermer, taşların, kaya

ların en güzeli, en anlamlısı, acı bana. Yapraklar, çocuklar, kadınlar, dalgalar tarih boyu her şeyi coşturmuşlar, coşkuları dondurup, sırtımıza mermer diye koymuşlar. Meyveler gibi yumuşacık, ağzından balları sızıyor, yumuşak tatlı sesi, asırların kıramadığı vazosu. Kaç asır var, göğsünde sakladığı ateşleri sırtımıza taşıyor..

Ateşin hamur gibi yumuşattığı mermerle hâlâ göğüs göğse sevişmekteyiz, kalbim heyecanla katılıyor bu cenge, mermerden yükselen kılıç sesleri etime giriyor, göklere uçan kelebekler gibi o lacivert atların ülkesindeniz, bayraklar gibi, çarşaflar gibi o gümüş suların taşlarla sevişen ülkesindeniz!

Gül yaprakları gibi seni hangi ağır bedenler inceltti. Asırların acısını kadife gibi emip, tek bir gün yorulmadı. Taş kesilen ateş. Rengi gül yaprağı ama içi cam gibi ateş. Aynalar gibi derin dokularına gizlensem. Sanki içinde helal, alın teriyle kazanılmış yağların kandillerine sürünsem. Sonsuz bir neşe bin yıldır parlıyor, katı donmuş ışıklar gibi, kat kat mavi gökler... İşte bu, hepimize sarılan tarihin şefkatleşmiş kolları! Ne sırlar taşıyor. Hâlâ sımsıkı dilleri. Gülüşü erkeğe ancak bu kadar benzeyen.

Bir damla gözyaşı dökmeden, asırlardır kan ter içinde.. Artık kapalı kalmasın mermerlerle şenlenmiş tarihin bu odası. Mermer değil, öğrenin artık, bu atalarımın hırkası. Bizi de pırıl pırıl sarıyor işte kurşuni saçları. Ateşlerde erimiş ve donmuş gümüş, zümrüt sulan.

Yaraları sevinçlere döndürmüş, işte tarihin şarkılar gibi gömleğini giymiş suları!

Gümüşten göğüslerine uzanıp emsem bembeyaz mermerlerin sütünü. Benim de yüreğimdeki acıları ziynetlere çevirir mi. benim de etime maden tadı verir mi? Buz gibi donmuş gümüşten bir göl gibi, bir taş gibi dalıversem en derinlerine. Bana da soyundan bir biçim verir mi? Tarihin bu penceresinden hâlâ oluk oluk akıyor, o yorgun atların terleri. şimdi buhar buhar tenime karışıyor. Uzandıkça mermere. o nalları altından atlar koynuma koşuyor. Sevinçle tarihin bu bitmeyen seferlere bir daha katılıyor. Görüyorum işte. Viyana’dan, Belgrad’dan dönen o yorgun şanlı atları. Hepimizi erimiş şarkılar gibi, aynı süslü kayıklarda sallıyor. Battaniye gibi tüyleri, dalgalar gibi, sırtımızı okşuyor. Kalbimiz bir mum gibi eriyip bir mum gibi usul usul dibine dökülüyor..

Ey ıssız taşlar, ey suskun maden, ey asırları çınlatan, kucaklayan büyülü taş, büyülü çini.. Seni görmeye geldim. Duvarların takvim takvim gösteriyor tarihi, çok yorgunum, o yaprak yaprak damarlarına uzanmaya geldim. Fazla vaktim yok, kalkacağını birazdan. Ne olur söyle artık, bu çok yorulmuş oğlun sonsuza yükselen ateşler gibi aşkların sırlarını!

Bir saattir sırtımda çalışıyor tellak, tellak işini beğendirirse, bir müşteri daha kazanacak, bu ne kadar önemli. Ekmek parası ne kadar önemli. Elleriyle kazıyıp kazıyıp bir dağın yükünü yan tarafa koymuş gibi çalıştı, yoruldu. Küçük bir paraya bu nasıl insanüstü olağanüstü yorgunluk. Bu yoğun, canla başla emeğine nasıl utandım. Tellak durmadı, dinlenmedi ve sonra ben bayılırken sırtıma bir şaplak vurup son noktayı koydu: “Beni sorarsan beyim, adım Osman” dedi. Yorgunluktan bitmiş kan ter içinde çekip gitti. Baktım bu olağanüstü insanın arkasından. Bu nasıl emek. On milyar versem dindiremem vicdanımın sızısını. İşte yine helalleşmek atalarım gibi ahirete kaldı.

Nihat Genç
(Edebiyat Dersleri, Cadde Yayınları, 3. basım Ekim 2006 s. 194-208)
Gerçek Edebiyat

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)