Pandemi sonrası komaya giren yayın dünyası üretim maliyetleri düşürme, dağıtım sorununu çözme ve dijital yayıncılıkla boğuşmakta şu sıralar… Tam da bu kaosu andıran manzaranın ortasında bir kitap okurla buluştu: Yaralı Zarafet

Yazarı Murat Batmankaya. Kimisi için bir ‘karabatak’, kimisi için bir “edebî polymat”… Sektörde oturmadığı koltuk yok gibi: Editör, çevirmen, redaktör, köşe yazarı, muhabir vs. Üstelik ilgi alanı da hayli geniş: Yönetmenliğini Ertem Göreç’in üstlendiği Birinci Meclis belgeselinde rol almış. Attilâ İlhan’ın Cinayet Saati adlı şiirini kısa metraj formatında sinemaya uyarlamış. Almanya’da yaşadığı dönemde Pro7’de kameraman, RTL’de program yapımcısı olarak görev yapmış. 1 Numara Hearst grubu için dergiler çıkarmış. Üç yıl Radikal Kitap’ta “Geçmiş Zaman Tesellileri”, iki yıl da Aydınlık Kitap’ta “Cümle Kapısı” üst başlığıyla denemeler yazmış.

İki yüzün üzerinde çevirisi var. Geçmiş Zaman Tesellileri, Küçülteç, Şenayi, Galibala ise telif eserlerinden sadece birkaçı…

Son kitabı Yaralı Zarafet, çağımızın belki de en yakıcı duygusuna, kırılganlığa bakıyor. Aforizmalarla eşlik metinlerini buluşturan bu çalışma, insanın incinebilirliğini bir zayıflık değil, bir duyarlılık ve direnç kaynağı olarak ele alıyor.

Bugün dünya hızla değişiyor; savaşların, krizlerin, ekonomik sarsıntıların, dijital çağın baskısının içinde insan giderek daha kırılgan bir hâle geliyor. Soru şu: Peki, bu kırılganlık, etik bir sorumluluğun ve yeni bir dayanışma biçiminin kapısını aralıyor mu?

Yaralı Zarafet, okuruna bu kapının eşiğinde durmayı, “cam gibi dağılmadan, duvar gibi sertleşmeden” başka bir varoluş biçimini düşünmeyi teklif ediyor.

Batmankaya’yı “boş işleri”nden uzaklaştırıp soruyoruz:

'Yaralı Zarafet' fikri nasıl doğdu?

Kafka’nın Aforizmalar’ını çeviriyordum. Çeviri bir anlamda empati kurmada uzmanlaşmayı gerektirir. Sanırım bu bağı fazlasıyla kurdum. Ve üzerime üzerime geldi hayat. Her ne kadar cüsseli biriysem de kolay kırılan biriymişim. Pandemiyle birlikte bunu gördüm. Nedenini sorguladıkça herkesin yüzünde, sesinde, hatta suskunluğunda bir incinmişlik taşıdığını fark ettim. Bu kırılmaların travmayla birlikte bir yeniden doğuş ihtimali barındırdığını gördüm. “Yaralı Zarafet” böyle doğdu: eksiklikle barışabilmenin, yaraya rağmen zarafeti koruyabilmenin imkânını arayan bir metin olarak.

Kitabın temel kavramı olan kırılganlığı nasıl tanımlıyorsunuz?

Kırılganlık çoğu zaman zayıflıkla eş tutulur. Oysa bana göre kırılganlık, insanın en sahici tarafı. Çünkü kırılabilen, aslında hissedebilendir. Sert bir taş gibi görünmek, dokunulmazlık sanılır; ama taşın içinden ışık geçmez. Oysa kırılganlık, cam gibidir: incinebilir, çatlayabilir, ama ışığı geçirir. İşte o ışık, insanı başkasına açar. Judith Butler’ın dediği gibi, kırılganlık etik sorumluluğun da kapısını aralar. Yani kırılganlık belki savunmasız bırakır, ama bizi birbirimize bağlar da...

Aforizma ile açıklama metinlerini birlikte kurgulama kararınız nasıl gelişti?

Aslında bu biraz iç sesimle yaptığım pazarlık gibiydi. Aforizmalar kısa, yoğun, hatta keskin. Bir çarpma anı yaratıyorlar. Ama bazen o çarpmanın ardında kalanı, yani yankıyı da işitmek istedim. Bu yüzden her aforizmaya eşlik eden küçük metinler yazdım. Onlar bir tür “arka plan sesi” oldular. Okur isterse sadece aforizmalarla yetinebilsin, isterse o yankının derinine dalsın diye. Bu ikili yapı, kitabın kırılganlık temasına da uygun: bir yanda çatlak, diğer yanda çatlağın içinden sızan anlam.

Günümüz insanı neden bu kadar kırılgan?

Çünkü sürekli bir hızın, sürekli bir performansın içine hapsedilmiş durumdayız. Dijital çağda herkes görünür vaziyette, lakin esasta gerçekten ‘görülen’ bir şey yok. Sosyal medyanın parıltısı altında saklanan derin bir yalnızlık var. İnsanlar sürekli “iyiymiş gibi”, “mutluymuş gibi” yapıyor; oysa en çok da bu “miş gibi”lik yoruyor insanı. Kırılganlık artıyor; kalıcı bağların yerini geçici temaslar alıyor. Her temas bir kırılma ihtimali taşıyor ve kimse o kırılmayı göğüslemeyi bilmiyor artık.

Kitapta sıkça geçen “yaralı zarafet” ifadesi sizce neyin metaforu?

“Yaralı zarafet”, bence eksiklikle barışabilme hâli. Bir çocuk balonunu kaybettiğinde, arkasından gülümseyerek bakabiliyorsa, işte o gülümsemede bir yaralı zarafet saklıdır. Yani mutlaka bütün ve sağlam olmak gerekmiyor; bazen eksik yanımız, bizde en sahici olanı ortaya çıkarır. Sevinç tamlanmadığında daha sahici, zarafet yaralandığında daha incelikli olabilir. Bu yüzden “yaralı zarafet” hem bir kaybın hem de o kaybın içinden süzülen umudun metaforu.

Modern dünyanın hız ve tüketim kültürü kırılganlığı nasıl derinleştiriyor?

Bu çağda hiçbir şeyin eskisi gibi kalmasına izin verilmiyor. Her şey çarçabuk ve sindirilmeden tüketiliyor: İlişkiler, duygular, hatta yas bile. İnsan yasını tutamadan yeni bir gündemin içine sürükleniyor. Halbuki kırılganlık zaman ister; sessizlik, bekleme, sindirme ister. Modern dünyanın aceleciliği, bu zamanı elimizden hoyratça alıyor. Ve biz kırılganlığımızı yaşayamadan, onunla barışmadan bir sonraki kırılmaya savruluyoruz. Bu da bizi daha da yorgun, daha da savunmasız kılıyor.

Aşk, yalnızlık, başarı gibi temaları kırılganlıkla nasıl ilişkilendirdiniz?

İnsanın en çok kırıldığı yerler, aslında en çok bağ kurmak istediği alanlar bence. Aşk dediğimiz şey, ‘tutku’ olduğu kadar barınma arzusu da aynı zamanda. O barınak çöktüğünde, kırılganlık en çıplak hâliyle çıkıyor ortaya. Yalnızlık da öyle… Sessizlikten çok, içimizde yankılanmayan bir boşluğa benziyor artık. Başarıya gelince: Dışarıdan pırıl pırıl görünen zaferlerin içinde çoğu zaman utanç ve tereddüt gizli. Yani aşk da, yalnızlık da, başarı da insana zafer değil; kırılganlığını hatırlatan çatlaklar bırakıyor.

Psikanalitik ve felsefi göndermeler yapıyorsunuz (Winnicott, Simone Weil, Butler vb.). Bu isimlerin sizin için önemi nedir?

Onlar benim için birer “yol arkadaşı” gibiydi. Çünkü kırılganlık üzerine konuşurken yalnız kalmak istemedim. Winnicott, benliğin çatlaklarını anlamamda bana rehber oldu; Weil, incinmişliğin aynı zamanda hakikate açılan bir kapı olduğunu gösterdi; Butler, kırılganlığın etik sorumlulukla iç içe olduğunu hatırlattı. Bu isimlerle yan yana yürümek, kitabın yalnızca kişisel bir metin değil, aynı zamanda düşünsel bir tartışma olarak da okunmasını sağladı.

Kitap bir yandan da bir “dil deneyi” gibi. Dil tercihlerinizde neleri öncelediniz?

Benim için en önemlisi, dilin hem yoğun hem geçirgen olmasıydı. Aforizmalar kısa, çarpıcı; ama arkalarına yazdığım açıklama metinleri biraz nefes aldıran, yankıyı genişleten bir dildi. Süslü olmak istemedim; ama kuru da kalmamasına dikkat ettim. Dilin biraz şiirden, biraz felsefeden beslenmesine izin verdim. Çünkü kırılganlık ele avuca gelmeyen, kendini kolay teslim etmeyen çok güçlü bir duygu… İşte bu duyguyu okura ancak titreyen bir dilin aktarabileceğini düşündüm.

“Eksiklik” ve “tamamlanmamışlık” kitabın merkezinde yer alıyor. Sizce eksiklik bir güç müdür?

Kesinlikle öyle. Eksiklik çoğu zaman bir zaaf gibi görülür, ama aslında bizi hareket ettiren şeydir. Tamamlanmış olanın devinmeye ihtiyacı yoktur. Eksik olan ise arar, sorar, yeniden dener. Eksiklik bizi diri tutar, ötekiye açar, meraka sürükler. Bu yüzden ben eksikliği bir kayıp değil, bir imkân olarak görüyorum. Kırılganlığın en sahici tarafı da burada: Bizi eksik bırakarak aslında büyümeye zorluyor.

Yaralı Zerafet, Murat Batmankaya, La Kitap, 2025

Kitabın en çok hangi aforizmasının okurda yankı bulacağını düşünüyorsunuz?

Benim için hepsi farklı bir ton taşıyor, ama “İnsan ancak bilebildiği kadar incinebilir” cümlesi belki de en çok karşılık bulacak olanıdır. Çünkü bu, aslında kırılganlığı bir eksiklik değil, bir bilme biçimi olarak tanımlıyor. Bildiğimiz kadar kırılıyoruz, bilebildiğimiz kadar utanıyoruz. O utanç, o mahcubiyet, bizi insana dönüştüren şey. Okurun da en çok bu aforizmanın etrafında kendi hayatını hatırlayacağını düşünüyorum.

Sizce “Yaralı Zarafet”, bugünün okuruna nasıl bir “terapi” ya da “ayna” sunuyor?

Ben terapi kelimesini biraz temkinle kullanırım; çünkü felsefenin, hatta edebiyatın asıl gücü, reçete vermekten çok sorular açmaktır. “Yaralı Zarafet” de böyle bir kitap… Okuru iyileştirmekten çok, kendi kırıklarını fark etmeye davet ediyor. Bu farkındalık zaten başlı başına bir iyileşme başlangıcıdır. Bir ayna işlevi görür: Okur kendi eksikliklerini, kendi çatlaklarını başkalarının deneyimleriyle yan yana görebilir. O anda yalnız olmadığını hisseder. Belki de kitabın en önemli katkısı bu: Kırılmanın kişisel değil, ortak bir deneyim olduğunu hatırlatmak.

Kitap, kırılganlıkla birlikte bir “direnç” imkânı da arıyor. Sizce kırılganlıkla direnç nasıl bir arada düşünülebilir?

Kırılganlıkla direnç birbirine zıt gibi görünür; oysa aynı kaynaktan beslenirler. Çünkü kırılabilen insan, aynı zamanda ayağa kalkabilen insandır. Çatlayan yer, ışığın sızdığı yerdir. Direncin kaynağı, kırılmamış olmak değil; kırılmışken hâlâ bakabilmektir. Ben kırılganlığı, insanın içindeki en sessiz direniş biçimi olarak görüyorum. Çoğu zaman slogan atmadan, bağırmadan, yalnızca ayakta durarak da direnebilir insan.

Günümüz edebiyatında kırılganlık temasının geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bence kırılganlık, önümüzdeki dönemde edebiyatın en önemli damarlarından biri olacak. Çünkü çağımızın temel duygusu artık “güç” değil, “yorgunluk”. İnsanlar kahramanlık hikâyelerinden çok, kendi incinmişliklerini görmek istiyor. Yazarlar da bu duyguyu görmezden gelemez. Edebiyatın yeni dili, büyük iddialardan çok küçük yaraların, küçük suskunlukların dili olacak gibi geliyor bana.

Yeni projeleriniz neler?

Doğrusu şimdilik zihnim hâlâ “Yaralı Zarafet”in içinde dolaşıyor. Ama masamda bekleyen birkaç dosya var. Bir tanesi, müzik ve özel hayatın iç içe geçtiği uzun soluklu bir kültürel inceleme kitabı. Bir diğeri, daha çok bireysel deneyimler ve hatıralar üzerine kurulu denemeler. Bunun dışında, çeviri uğraşım hiç bitmiyor. Çevirdiğim her metin, bir anlamda yazdıklarıma da eşlik ediyor.

Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)