Türkiye’yi gazeteciler yönetiyor. Bu inanç bende iyice yerleşti. Bir düşünün, sabah kalktığınızda kimlerin düşüncesiyle yönlendiriliyorsunuz. Hepimiz bir gazeteyi okuyoruz. Akşama televizyonun karşısına geçtiğimizde kimi görüyoruz? Bir program kapmış ve ona sıkı sıkıya sarılmış gazeteciyi ve yine onun gazetecilikten öte, siyasal iktidarın ve patronunun çıkarlarının gölgesinde bin türlü dengeyi gözeterek konuk ettiği yine diğer “gazeteci!”leri. 

Nöbetleşe ekrana çıkan cemaat profesörlerini saymazsak bilim adamları, ressamlar, hatta siyasetçiler bile birer konu mankeni olarak konuk ediliyorlar.

Her konuyu gazeteciler biliyor, gazeteciler tartışıyor.

*

Bu ülkede çok önemli yazar ve şairler var. Ama edebiyat toplumumuzun gündeminden nicedir ötelenmiş durumda. Edebiyat “ortamı”nın kendisi de bunu kabullenmiş görünüyor ne yazık ki.

“Edebiyatını ortadan kaldırın o ülkeyi de ortadan kaldırırsınız” anlamında bir değerlendirme yapmıştı T. S. Eliot “Denemeler”inde.

Bu ülkede 80’li, 90’lı yıllarda ekonomi, siyaset, kültür, tarih hakkında bile tartışmalar hep edebiyat üzerinden yapılırdı.  Şimdi o da yok. Yazar örgütleri birkaç şey söylemeye çalışsalar bile kendileri inanmadığı için kimse de inanmıyor.

(“Şiir, taşıdığı duygu ve düşünce yükünü okurla paylaşmaya yöneliktir. Bu da onun anlamlı olduğunu gösterir. “  Metin Altıok, Şiirin İlk Atlası, s. 15. Kırmızı Yayınları, İst. 2006)

*

İlk öykü kitabım Akademi Kitabevi Öykü Birincilik Ödülü’nü alıp Cem Yayınevi’nce yayınlanınca büyük umutlara kapılmıştım. Sonra edebiyat ortamını tanımaya başladım ve umutlarım yavaş yavaş sönmeye başladı. Yeni kitap yayınlamak istemedim. Bunca yazar olmayanın kitapları arasında ben de onlardan biri olmaktan ve arada kaynamaktan korkuyordum açıkçası.

Sonra durumu tek başıma kurtarmaya çalıştım. Edebiyat dergisi çıkarmaya karar verdim. Edebiyat Dostları çevresiyle ilişki kurdum.

Edebiyat ve Eleştiri dergisini, ömrümün en güzel yıllarını vererek 18 yıl aralıksız 100 sayı çıkardım. Olmadı, edebiyat yıllığı hazırlamaya çalıştım ve yayınladım. Yedi yayınlanmış kitap ve yüzleri geçen sayısını bilmediğim ciddi yazı yazdım.

Nezihe Meriç’i kaybettiğimiz gün televizyonlarda hiç ses çıkmayınca bu mücadelemi televizyonlarda sürdürmem gerektiğini düşündüm. Halk TV’nin kapısını çaldım; “Gerçek Edebiyat” programını kesintisiz 70 hafta yaptım.

Ama -doğal olarak- çökmekte olan bu devi kurtaramadım!

Çünkü edebiyatımızın üzerine abanmış güçler çok büyük güçlerdi. Onun kafasını bulandırmaya (koparmaya) karar vermişlerdi. Gidin bir kitapçıya, tüm edebiyat dergileri ya tarikat gölgesinde dincileşmişler ya da “çokkültürlülük” müptelası olmuşlar, başkalarının edebiyatını, başkalarının kültürünü canlandırmaya çalışıyorlar; “kozmopolit-ik”leşmişler, bu ülkeye yabancılaşmışlar. Ya da şairler ve yazarlar meleklerin cinsiyetini tartışma türünde bir aymazlık içinde kişisel tartışmalar içindeler.

(“Şiirin birimi yoktur. Çünkü şiirin kendisi bir birimdir. İnsanın ve dünyanın, yani sonsuzun birimidir şiir.” Metin Altıok, s.18)

*

Şimdi vatan hainliğinden Almanya’nın kucağında yaşayan bir zamanların gazeteciler kralı Can Dündar, Kars’ta 2011’de Mehmet Aksoy’un yaptığı “İnsanlık Anıtı”nın yıkılmasına karar verilmesini, Metin Altıok’un “Yıkıcılar Geldiler” şiiriyle protesto etmeye çalışan bir yazı yazmıştı. Yalnızca odatv dikkat çekti Can Dündar’ın şiire bu yaklaşımında bir “sorun” olduğuna.

Ne yazık ki edebiyat dünyamızın, -yukarıda belirttiğim nedenlerle- bu durum için bir şeyler söyleyecek ne eleştirel bir ideolojisi, ne de takati vardı.

(“Şiir bir dildir. Ama günlük dilden farklı yoğunlaştırılmış bir dildir.”  Metin Altıok, s. 34)

ŞİİR BÜTÜNDÜR

Bir şiiri yorumlamak, şiirden herkesin başka çağrışımlarla başka şeyler duyması elbette tartışılabilir.

Ama bir şiirden parçalar alıp, şair bu şiiri bu dizeler için yazmıştır, demek asla tartışılamaz. Şiir bir bina gibi bütündür. Nasıl bir binadan bir katı çıkardığınızda o bina çökerse şiirden parçalar çıkarırsanız şiiri çökertirsiniz.

(“Şair nesnel gerçekliği bozar, değiştirir, hatta ona ters düşer. Olmayacak şeyleri oldurur, görünmeyeni görünür kılar, duyulmayanı duyurur.”  Metin Altıok, s. 19)

ŞAİRE SAYGI

Metin Altıok, 1600 yılında Engizisyon kararıyla diri diri yakılarak öldürülen Bruno’dan 393 yıl sonra, 2 Temmuz günü Sivas’ta yakıldı, 9 Temmuz 1993 günü aramızdan ayrıldı.

Yanmış bedeniyle sonsuz acılar içinde kıvranarak 7 gün ölüme karşı direnmişti.

1979 yılında Kendinin Avcısı adlı kitabını yazarken de sonsuz acılar içindeydi.

Acıların kraliçesi olan aşk acısıydı bu. “Yıkıcılar Geldiler” şiiri bu acının şiiriydi! “Aşk da Çevreye Uyar”“Sonludur Aşk da”, “Kiracıyım Bir Acıya”, “Ona Günü Bana Usul Geceyi” adlı şiirlerini de bu zamanda yazdı.

(Şaire bu şiiri yazdıran nedenlere saygı, şaire saygı ve edebiyata saygı için “Yıkıcılar Geldiler” adlı, Poe şiirini aratmayan mükemmellikte bu ayrılık şiirini eksiksiz olarak okumak isteyenler yazımın sonunda okuyabilirler. )*

 (“Şairin amacı toplumu kendisine benzetmektir!” Metin Altıok, s. 56)

İNSANLIK ANITI

“İnsanlık Anıtı” heykeline saldırı, Bruno’ya ve Metin Altıok’a yapılanlar kadar ağır ve çağımızın en utanç verici saldırısıydı. Bu saldırının yalnızca politik değil  -aksi, anıtı yalnızca bir beton gibi görmek olurdu!-  Türkiye’nin tüm ilerici kazanımlarına, değerlerine, yaşamış olduğu devrimlere, dinsel bağnazlığın diktatörlüğünün ideolojik saldırısı olduğunu kavramak gerek.

GAZETECİ VE EDEBİYAT

Can Dündar gazetecilerin edebiyata bakışıyla olaya bakmasaydı, bu saldırının ancak tutarlı bir ideolojik saldırıyla püskürtülebileceğini anlardı. Bu netlik olmayınca da beton ve kepçe karışımı bir yazıyla bu büyük olayın altından kalkamıyoruz ne yazık ki. (Adama geçmiş olsun derler.)

Edebiyat eserini okumak, anlamak, yorumlamak bir eğitim gerektirir. Can Dündar iyi bir okur ve “net” bir insan olsaydı ideolojik nedenlerle bir heykelin balyozla yıkılışını bir aşk acısını anlatan naif şiirle açıklamaya çalışmazdı. (Hatta ciddi olarak edebiyata yakın olsaydı Metin Altıok’un İpek ve Kılabtan adlı kitabındaki şiiri köşesine taşımayı düşünürdü.)    

* YIKICILAR GELDİLER

Ve evin yüzü burkuldu,

Bir kıpırtı vardı şakaklarında.

Yıkıcılar geldiler, çatıdan başladılar;

Kiremitleri topladılar birer birer.

Tahtaları söktüler, kanırtıp çivileri

Ellerinde keserler.

 

Anımsar mısın denize karşı oturmuştuk.

İkimiz de arkamızı dönmek istememiştik kıyıya.

Susmuştuk uzun bir hesaplaşmayla.

İki sevgili vardı yan masada;

Umurlarında bile değildi deniz,

Alınları birbirine değecekti az daha.

 

Yıkıcılar geldiler,

Çıkardılar kapı ve pencerelerin pervazlarını.

Kör gözleri ve açılmış ağzıyla

Kaldı temelleri üzerinde umarsız ev.

Sıra balyozlardaydı artık,

Çelik iskeletini evin ortaya çıkarmak için.

 

Benim göğüs kafesimde bir iskete,

İskeletimin bekçisi, içten bağlı kemiklerime.

Sıçrayıp duruyordu ordan oraya,

Duyuyordum kıpırtısını içimde.

Bir bulut geçiyordu senin gözlerinden.

Oturuyorduk; ben kızgın çölüm, sen yıldızsız göğünle.

 

Yıkıcılar geldiler;

Düştü gürültüyle yüzü köhne evin,

Göründü bazı odaları ve iç duvarları.

Ayrı renklerle boyanmış sofası, isli mutfağı.

Bir kesit kalmıştı geriye şimdi o evden

Eski bir yaşantıyı simgeleyen.

 

Çıkıp yürümüştük kıyı boyu

Benim sıvası dökük yüzüm, senin çocuk gözlerinle.

Oysa sen yürümeyi sevmezsin.

Nasıl da değişmişti görünüşü

Yıllardır görmediğimiz kentin!

Yürümüştük anısıyla eski cumbalı evlerin.

 

Yıkıcılar geldiler, yıktılar bütün duvarları.

Yalnız temel kaldı geriye ve birkaç tuğla kırığı.

İş araçlarında artık,

Bir canavar ağzıyla deşmek için toprağı.

Ve temizleyecekler kazılan yerde

Bizden kalan balçığı.

(Toplu Şiirler, Metin Altıok, s. 105)

*

Yazımızın başına dönersek: Tanrı edebiyatımızı gazetecilerden korusun!

Ahmet Yıldız
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)