Son Dakika




Puszta Kırlarında

İki saatlik yolculuğun ardından Tisza Gölü'nü küçük bir köprüden geçip Puszta Ovası'na girdik. 

Budapeşte gerilerde kaldı. Kümülüslerin altında gülümseyen Macar ovalarında kaybolmanın şiirsel bir tadı var. Geçmiş yüzyıllarda bir çölü andıran görüntüsünden dolayı bu ovalara Macarlar, 'Puszta' (step, çölleşmiş alan) demişler. Fakat zaman içinde imparatorluk savaşlarının ağır yıkımları halkın bir bölümünü bu verimsiz topraklara göçe zorlamış. Savaşların bitkin düşürdüğü bu yoksul insanlar, güvenlikli diye Puszta topraklarını yurt edinmişler. Kuraklığın kol gezdiği bu yeni yurtlarında Macar köylülerin imdadına yine Tuna yetişmiş.  ''Çalışkan köylüler, suya hasret ovalarını suyla kucaklaştırmışlar.''  Ve bir süre sonra Puszta topraklarında artık pirinç bile yetişir olmuş...

Csontváry Kosztka Tivadar - Puszta üstünde Fırtına  (1903)

Uzun yılların emeğiyle verimlileştirdikleri topraklarını önüne katıp götüren azgın Puszta rüzgarlarını dizginlemeye gelmiş sıra. Ak saçlı bilge çiftçiler buna da bir çare bulmuşlar: Uzun boyu, güçlü dallarıyla rüzgara siper olan, geniş kök saçaklarıyla topraklarını sımsıkı kavrayıp diremini rüzgarlara kaptırmayan akasya ağaçları... Ve ziyaretine gelen yabancı konuklarını beyaz çiçekleriyle karşılayan ulu akasyalar Puszta'nın en kadim dostları...

Coğrafya kitaplarında bu geniş ovalar artık bozkır olarak değil, 'Alföld' (Ekili tarla) diye anılıyor. Puszta'nın geniş sazlıkları ise, leylek sürülerinin ve kayıt altına alınmış beş yüz Avrupalı kuş türünün tamamına yakınının mekanı olmuş. Bütün ova yaz boyunca onların neşeli cıvıltılarıyla çınlıyor...

Bu toprakların simgesi sayılan uzun boynuzlu gri ineklerin, cins Puszta atlarının ve koyun sürülerinin her köşede yan yana huzur içinde otlayışları, onları izleyenlerde iyimser duygular uyandırıyor...

Laslo'nun Çiftliğinde  cocukları ile...

Ünlü Puszta atlarının çobanlığını yapanlara Çikoş (Csikós) deniliyor. Onların gösteri binişleri dünyaca ünlü. Yerel giysili, zayıf çikoşların birbirine dizginlenmiş dörtnala koşturan atların sırtında dimdik duruşları, o iri kıyım atları gür sesleriyle kumanda edişleri izleyenleri şaşkına çeviriyor. Gösteri sonunda çikoşlar, elleriyle yetiştirdikleri bu güzel atlarını bir komutla yere diz çöktürüyorlar ve izleyenleri atlarla birlikte gururla selamlıyorlar. Gururları salt hünerli biniciliklerinden kaynaklanmıyor elbet.  ''Orta Çağ'da bütün Avrupa'yı nal sesleriyle tir tir titreten Hun imparatoru Attila'nın torunlarıyız biz.'' dedikleri bakışlarından hemen okunuyor...

Çiçek yüklü akasya dallarını daha doyasıya koklamadan, sarımsı toprağına çıplak ayağımla henüz basmadan hemen sevdim Puszta'yı... Çünkü Puszta toprakları, çocukluğumun coğrafyası Kapadokya'ya (Güzel Atlar Ülkesi), Puszta'nın dost canlı insanları da, toprak damlı evlerini konuklarına gönülden açan bizim köylülerimize çok benziyorlar...

 

Ovanın Güleç Yüzü: Hortobay (Hortobágy)

Hortobay küçük bir Puszta kasabası. İki bin kişinin yaşadığı bu küçük kasaba ün'de Puszta'yla yarışıyor. Çünkü bu kasabanın adıyla anılan 82 bin dönümlük ünlü Hortobay Ulusal Parkı'nın (Hortobágyi Nemzeti Park) içinde. Bölgenin haritasına bakınca, bu güzel doğal parkın tek sahibi sanki Hortobay'mış gibi görünüyor. Dünyanın her köşesinden bu doğal parkı izlemeye gelen gezginler genelde bu kasabanın otellerinde konaklıyorlar. Hortobay'ın, Ulusal Park dışında bir diğer gururu da Dokuz Kemerli Hortobay Köprüsü (Kilenclyukú híd Hortobágy). Hortobay Çayı üzerine 14.yy'da yapılan ilk tahta köprü sel sularında sık sık yıkılınca, 1823 yılında, dayanıklı bir taş köprü yapma kararı almış dönemin yöneticileri. Çünkü bu köprü, Budapeşte ile Debrecen gibi iki önemli ticaret kentini bağlıyor. Dokuz Kemerli Köprü aynı zamanda Macaristan'ın en eski ve en uzun taş köprüsü. Görünümü de hemen Mimar Sinan'ın o yıkılmaz taş köprülerini çağrıştırıyor.  O günün koşullarında kırk bin iri tuğla kullanılarak altı yılda tamamlanabilmiş köprü. Köprünün mimarı Ferenç Pavolni. Köprünün yanıbaşında 1699 yılında gümrük binası olarak inşa edilmiş, fakat daha sonraları gelip geçen tacirlerin konakladığı bir han'a çevrilmiş ünlü bir yapı var: Hortobay Çarda (Hortobágyi Csárda). Hortobay Çarda'nın karşısındaki geniş meralıkta bir de Çoban Müzesi (Hortobágy Pásztormúzeum) kurulmuş. Puszta çobanlarının tunç yontularıyla ve o yöreye has su kuyularıyla bezeli bu açık hava müzesinde sazdan yapılmış küçük kulübeler de sıralanıyor. Saz kulübelerde yöresel giysili çoban figürleri, onların günlük yaşamlarından kesitler, üretimde kullandıkları araç gereçler sergileniyor...

Laslo'nun Çiftliğinde

Çarda'nın (Csárda) anlamı, içkili, müzikli doyumevi (taverna). Macar müzisyenlerin coşkulu ezgileri ve ünlü balık çorbasından, lezzetli gulaşlardan yükselen kokular, Çarda'nın anlamını zaten daha bahçe kapısında gelen konuklarına hemen duyumsatıyor...

Hortobay Çarda'nın önemli bir diğer özelliği ise, adının bütün Macaristan'da, duvarında portresini taşıdığı yiğit bir şair oğlunun adıyla birlikte anılıyor olması. Bu büyük şair, 1823 yılında Kişköröş'te doğan Macarların ulusal şairi Petöfi Şandor. Gezici tiyatrolarda bir süre oyunculuk yapan Petöfi, henüz yirmili yaşlarında Lajoş Koşut (Lajos Kossuth) ve Józef Bem gibi Macar halkını Habsburg Hanedanlığı'nın tutsaklığından kurtarmaya, toplumsal adaleti ve eşitliği sağlamaya ant içmiş büyük komutanların yanında yeralır. Macarlar, ona duydukları sevgiden ve güvenden dolayı şair Petöfi'ye, 'Kitaplı Asker' lakabını takmışlar. Petöfi, Habsburg Monarşisine karşı açtıkları Ulusal Bağımsızlık Savaşını halkına anlatmak, onları bu savaşın zaferine inandırmak ve gönüllü asker toplamak için Puszta'nın dikenli yollarına yaya düşmüş bir yurtsever şair. Ve bu ovaların toprak yollarından her geçişinde Hortobay Çarda'da konaklamış. Uzun kış gecelerinde, bu han'ın çatısındaki küçük bir odada, yurduna, halkına ve çok sevdiği biricik Julia'sına mum ışığında şiirler yazmış...

Hortobay Çarda

Petöfi'nin ünlü 'Ulusal Şarkı' (Nemzeti Dal) şiirinin ilk dizeleri, o dönemde halkına aşıladığı kurtuluş coşkusunun çığlığı gibidir:

''Talpra magyar, hí a haza!
 Itt az idõ, most vagy soha!
 Rabok legyünk vagy szabadok?
 Ez a kérdés, válasszatok!

 /.../ Talpra magyar, hí a haza !
Itt az idõ, most

"Ayağa kalk Macar, yurttur seni çağıran!
Vakit geldi, ya şimdi, ya hiç bir zaman!

Özgür mü olalım, yoksa esir?
Soru bu, seçmemiz gerekir! ''  *
                                      

Petöfi'nin yaya geçtiği bu toprak yollarda, yurdumun yurtsever şairlerinin adlarını ve şiirlerini Petöfi'nin adıyla ve şiirleriyle birlikte anmak Puszta'ya girer girmez düştü aklıma...

Ayçiçekleriyle Bezeli Kasaba : Nádudvar

Hortobay Çarda'ya yakın bir yerde konaklamak istedik. Fakat, etraftaki bütün oteller yöre yaşamından yalıtılmış, soğuk turist otelleriydi. Oysa biz Puszta'ya, bu ovadan bir parça olmak, insanlarıyla tanışmak, akasyaların, akçakavakların, salkım söğütlerin rüzgarda kırlara yayılan hışırtılarını dinlemek, gökyüzünde durmadan yer değiştiren apak bulutları, sararmış otlara usulca inen rengarenk ova kuşlarını seyretmek ve Petöfi'nin yorgun ayak izlerini taşıyan patikalarda yürümek için geldik... Arabamı ovanın içlerine sürdüm. Yaklaşık 30 km sonra ana yoldan köy yollarına saptım. Ötelerde, saz çatılı evleriyle bize el eden bir kasaba gördüm. Yol boyunca uzanan ayçiçek tarlaları mı, yoksa adının albenisi mi çekti bilemiyorum; direksiyonu Nádudvar'a çevirdim...

Çikoşlar

Kendi halinde bir bozkır kasabasına geldik. Kasaba sessiz, insanlar dingin. Herkes işinde gücünde. Ortalıkta boş oturan, boş bakınan hiç aylak insan yok. En yaşlıları bile, ya bahçelerinde bağrışan kazlarına, tavuklarına yem veriyor, ya evlerinin önünü dinlene dinlene süpürüyorlar...

Yol kenarındaki tarlalardan taze biçilmiş ot kokuları doldu arabamıza. Etraftaki otlaklardan bakınan atlar, iri boynuzlu Puszta inekleri, koyunlar hallerinden çok memnun görünüyorlar. Çocukluğuna kır kokuları sinmiş her insanın hemen ısınacağı bir kasaba Nádudvar. Birkaç kaplıcası dışında fazla bir şeyi yok. Fakat, turizm geliri yüksek Hortobay Milli Parkı'na komşu olduğundan, ürünleri elde kalmıyormuş. Yani yoksul bir kasaba değil...

Arka koltukta dikkatle otlaklardaki atları izleyen küçük oğlum, günlerdir bizimle ses çıkarmadan sabırla bir çok şairin izini sürdü Budapeşte'de. Ve şimdi Puszta'da birkaç gün de Petöfi'nin izlerini sürecek. Budapeşte'nin yaz sıcağı altındaki uzun ve yorucu yürüyüşlerimizde çok bunaldığı ve hafif mızırdandığı anlar olmuştu. Onu yeniden canlandırmak için, Puszta'da at bindirme sözü vermiştim ona. Alman disiplininde büyüyen çocuklar, 'şark usulü söz verme'yi pek bilmezler. Yani sonradan bahane uydurup verilen söz'den kaytarma yolları kapalıdır. Verilen söz kesinkes tutulacak ya da verilmeyecek!..

Nádudvar kasabası ona verdiğim sözü tutmaya çok elverişli. Ne yana baksak ayçiçek tarlalarından artan alanlarda otlayan at kümeleri var. Ahşap çitlerin ardındaki geniş çiftliklerde başı kasklı binicilik öğrencilerin dörtnala koşan atlardan yükselen çığlıkları duyuluyor. Dikiz aynasında oğlumla göz göze geldik. Kaşlarıyla atları gösterip gülümsedi. Ben de, gözlerimle ''Tamam, aklımda!'' dedim...

Hegedüs László'nun fırçasından Petöfinin ölümü

Kişvaroşi Pansiyon

Önce kalacak yer aradık kasabada. Hortobágy Utca. 2 numaralı adreste, sivri çatılı, şirin bir pansiyon gördük. Adı: Kisvarôsi Panziô (Kişvaroşi Pansiyon). Tam düşlediğimiz gibi. Bahçeli küçük bir ev. Bahçesinde su kuyusu bile var. Kasabalılarla iç içe. Hemen ziline bastım. Pansiyonda kimse yok. Bitişik evden bir kadın, eliyle 'durun, bekleyin!' işareti yaptı. Etrafındaki çocuklardan birine seslendi. Çocuğu, hemen arka sokalara koşturdu. Biraz sonra çocuk, yaşlı bir kadınla birlikte önümüzdeydi. Yaşlı kadınla selamlaştık:

- 'Szia!'...

Fakat, Macarca selamlaşmanın arkasını getiremedik. Anlaşamıyoruz, ortak dil yok. Başka dillerde her söylediğimize iki kez 'İgen' (Evet, tamam!) diyor, gülüyor...

Ben başladım Türkçe konuşmaya. Nasıl olsa Macarca dışındaki bütün diller onun için aynı. Ha Türkçe, ha Almanca, ha İngilizce... Ne diye elin dilini kullanayım Türkçe varken!..

Hem Macarcada yüzlerce (binlerce mi demeliyim?) Türkçe sözcük var, belki söylediklerimden birkaç kelime tutar, anlaşıveririz!..

-         Kaç forint oda?

-         İgen, igen!..

-         Kahvaltınız var mı?

-         İgen, igen!

-         O zaman al bizden de bir 'İgen!' sevimli Teyzem!..

-         Gülüyoruz...

Baktık böyle anlaşamayacağız. İçeri davet etti bizi. Pansiyona girdik. Hemen telefonla birisini aradı, kısaca konuştu ve bana uzattı telefonun almacını. Aradığı kızıymış. Adı Rozsi. Almancası çok iyi. Öğretmenmiş. Debrecen'de yaşıyormuş. Ben soruyorum: Gecesi kaç Forint pansiyonun? Kahvaltı var mı? vs. Sonra telefonu yeniden annesine uzatıyorum, kızı söylediklerimi annesine çeviriyor, yanıtı almak için telefon tekrar bende...

Puszta. Kuyuda Su sırası bekleyen Kadınlar

Rozsi dedi ki: ''Annemler pansiyonumuza biraz uzakta oturuyorlar. Aslında pansiyonumuz bu aralar kapalı. Annem tesadüfen yakınlardaymış bugün. Ve komşu kadın onu çağırtmış sizin için. Babam bu aralar çok hasta; annem de tek başına işlere yetişemiyor. Pansiyonumuzu çok beğendiğinizi söyledim anneme. Annem de sizi başka bir yere yollamak istemiyor. Anahtarı size bırakıp gidecek. Başka konuk yok zaten pansiyonda. Evinizdeymiş gibi rahat edin! Annemin söylediği bu. Telefon numaramı da not edin lütfen. Bir sorun olursa hemen beni arayın. Ben annemi haberdar ederim. Annem Yabancı dil bilmiyor. Bu yüzden, 'Onları biraz yordum, kusura bakmasınlar!' diyor. Unutmadan, annemin adı Katalin! İyi yürekli bir kadındır, ona güvenebilirsiniz. Size iyi bir dinlence diliyorum Puszta'mızda!..''

- Köszönöm! (Teşekkürler!)...

On dakika bile sürmedi. Pasiyonun anahtarı elimizde, arabamız avludaki park yerindeydi. Katalin Teyze odaları gösterdi. Kahvaltı yok. Ama yakında bir pastane var. Orada kahvaltı edeceğiz. Dilediğimiz gün ayrı bir odaya geçip temiz yataklarda yatacağız. Çünkü, nevresimleri değişmeye bile gelemeyecek teyzemiz. Sadece giderlen  vedalaşmak ve ücreti ödemek için buluşacağız onunla. Onu kızı aracılığıyla haber edeceğiz...

Szia, szia!.. diye diye şimdilik vedalaştık. Pansiyon işi de tamam! Sıra at çiftliğinde...

Laslo Baba'nın Bir Çiftliği Var

Hemen etrafı dolaşmaya çıktık. Karşılaştığım herkese at çiftliği soruyoruz. Üç dört sokak arkada, uçsuz tarlaların başladığı yerde bir çiftlik tarif ettiler. Laslo'nun (László) çiftliğiymiş...

Binicilik hocası Laslo'nun bu huzur dolu çiftliği, 'Ali Baba'nın Bir Çiftliği Var' şarkısındaki gibi tıpkı: At, eşek, inek, koyun, keçi, kedi, köpek, tavuk, horoz...

Köşede eski bir traktör. Arkada dedesinden kalma tarihi araç gereçler... Bir çardağın altında özenle dizilmiş çiftçi araç gereçleri derli toplu duruyor. Çiftliğim koca samanlığındaki bütün bölmeler ağzına kadar yem dolu. O geniş çiftlikte hem hayvanları, hem de Laslo ve ailesi yaşamlarından fazlasıyla hoşnutlar. Küme küme dolaşan hayvanların hiçbiri diğerine ilişmiyor. Sırası gelen kendi dilinde şarkısını söylüyor...

Alçakgönüllü bir mutluluğun o dingin havası çiftliğin heryerine sinmiş. Duygulanmamak elde değil...

Hortobagy Köprüsü

Böyle anlarda nedense hemen Gürcü şair Pridon Halvaşi'nin bir şiirini anımsarım... Ve bulunduğum yer uygunsa belleğimdeki o şiiri hemen mırıldanırım. Laslo'nun çiftliği bu şiirin tablosu gibiydi:

'' Çatıda yağmur

  Ocakta ateş

  Sepette muşmula

  Bakraçta kaymak     

  Dileğim budur benim:

  Evimiz ocağımız

  Hep böyle kalsın...'' **

Çiftlikteki hayvanlar, ''Keşke biz insanlar da böyle olabilsek.'' dedirten bir barış ve kardeşlik içindeler. Laslo'nun boy boy çocukları da, tıpkı o güzel hayvanları gibi sevimliler. Adları: Gabor (oğlu), Judit ve İmola(kızları). Dertlerini anlatacak kadar da olsa, karısı Almanca, Laslo İngilizce konuşuyor. Okulda öğrenmişler. Unutmamışlar. Macaristan'ın sosyalist yıllarında okula gittiklerinden eğitim ve kültürel altyapıları çok sağlam. Ayrıca iyi derecede Rusça da konuşuyorlarmış. En küçük kızları İmola çok sevimli. Onunla biraz el şakası yaptım; hemen yüz buldu. Omzuma binmek istedi. Kaldırıp oturttum omzuma. Omzuma oturur oturmaz, o küçük elleriyle hemen saçlarıma, kulaklarıma sımsıkı yapıştı. Bunu gören Laslo: ''Kızım iyi bir poni (Midilli atı) binicisidir, düşer diye hiç tasalanma, düşmez!'' dedi...

Ahşap çitlere sırtımızı dayanıp uzun uzun sohbet ettiğimizi gören Laslo'nun meraklı dostları, komşuları çiftliğe sökün ettiler. Bizi, ''Kasabamıza hoşgeldiniz!'' sözleriyle, sevgiyle selamladılar. Laslo ve karısı, hakkımızda öğrendiklerini hemen onlara aktardılar. Her cümlelerinde, ''Török'' (Türk) , ''Törökorzság'' (Türkiye) , Németország (Almanya) geçiyordu. Dilimizi andıran Macarcayı sanki anlıyormuşcasına, severek dinledik. Etrafımızda birden oluşan bu sevgi çemberini kim görse, yıllardır burada yaşadığımızı ve hepsiyle dost, akraba olduğumuzu düşünürdü mutlaka...

Bu güzel yarenliğin ortasında birden, Nazım Hikmet'in Budapeşte'de bir konukluğunda Macarlar hakkındaki sevgi dolu sözlerini anımsadım:

''Burada evimde gibiyim. Sanki kardeşlerimin, kuzenlerimin arasındayım...''

İmola hâlâ omzumda oturuyor. Yeri rahat, inmek istemiyor. Laslo ve karısı arada elleriyle ona işaret ediyor,  'İn artık İmola!' diyorlar. Kızıyorlar. Ama, İmola hiç oralı değil! Arada terleyen parmaklarını pijamaya benzeyen çiçekli pazen pantolonunda ya da saçlarımda hızla kuruluyor, yeniden yapışıyor kulaklarıma...

Laslo'ya ve karısına, oğluma Budapeşte'de verdiğim Puszta'da at bindirme sözümden bahsettim. Eğer bu sözümü tutamazsam, bu güzel Puszta gezimiz yara alır, dedim. Laslo biraz düşündükten sonra, ''Bugün ve önümüzdeki günler çok yoğun çiftliğimiz; çok binici öğrencim var sırada. Fakat, ta uzaklardan bizim kasabamıza kadar gelmiş ve bizim çiftliği arayıp bulmuşsunuz... Artık size nasıl 'hayır' diyeyim!..

Hem burada toplanan dostlarım da hoş karşılamazlar size olumsuz yanıt vermemi. İkindi üstü gelin, oğlunuz at binmeye başlasın.'' dedi...

''Bu iş de tamam!'' dedik ve pansiyonun yolunu tuttuk...

Almanya'da bu işler çok uzun sürer. Akla hayale gelmedik sıkıcı sorularla dolu formlar doldurulur, imzalatılır. Binicilerden kaza sigortaları sorulur, yoksa hemen bir kaza siğortası yaptırmaları istenir... Fakat, Puszta'da bir saat içinde koca pansiyonun anahtarları cebimizde, Laslo'nun besili Puszta atları da emrimizdeydi. Ve turp gibi kızarmış kulaklarım da omzumdan bir türlü inmek istemeyen yeni dostum İmola'nın küçücük avuçlarında...

İkindi Üstü

Laslo'nun çiftliğine yeniden geldik. Böyle gezilerde birden yeşeren sayısız dostluklar yaşadık daha önceleri. O yüzden böyle gezilerde yanımızda hep ufak armağanlar bulundurma gibi bir huy edindik...

Hortobay Çarda Petöfi anıtı

Çantamdaki yetmişlik özel gümrük rakısını hemen atları hazırlayan Laslo'ya gösterdim. Büyük çikolata paketini ise biniş bitiminde sunmak için çocuklara sakladık. ''Bu Török Raki Laslo!'' dedim. Laslo'nun yüzü gevşedi. Kalın gözlüğünün ardında daha bir irileşti çakır gözleri. Öğrencilerinden en kıdemli olanını çağırdı hemen. Hareketlerinden anladığım kadar, küçük binicilere bir süre göz kulak olma görevi verdi ona. Ve ardından çiftliğin öte ucundaki iki katlı, saz çatılı eski evinin yolunu tuttu. Biraz sonra, küçük cam bardakların ve meyve dolu tabakların dizili olduğu tepsiyle geri geldi. Karısı, kuzenleri, kafa dengi bir iki komşusu eşleriyle birlikte sökün ettiler sarmaşıklarla kaplı çardağın altına. Bellli ki, Laslo onları Török rakı şölenine davet etmişti. Rakıyı açtı, bardaklara eşit şekilde paylaştırdı. ''Su nerede Laslo, susuz ağır olur!'' dedim, duymazdan geldi. Yarısı dolu bardakları ellerimize tutuşturdu ve bardaklarımıza çın çın vurup şamata yapan dostlarının sesini bastıran bir sesle bağırdı: 

- ''Egészségedre! (Egeşşegedre!)''

Hepimiz bir ağızdan tekrarladık:

-''Egeşşegedre!''

Bir kez de Türkçe bağırdım: '' Şe-re-fe!''

Şen şakrak bir dikişte bitirdiler. Boğazı yananlar yüzlerini ekşite ekşite bardağı tepsiye ters koydular. İkinciyi istemediler. Fakat Laslo ikinci bardağını tam doldurdu. Dikti tepesine. ''Laslo, bu şişede durduğu gibi durmaz, dikkat et!'' dedim, ama yine dinlemedi. Üçüncü bardağı da susuz dikti tepesine... Biraz sonra da yanımızdan yalpalaya yalpalaya uzaklaştı. Baktık, dizginlerinden çeke çeke iki güzel at getiriyor. Belli ki, kurs öğrencilerini bindirmeye kıyamadığı özel atları bunlar. Oğlum şaşkınlıkla söylendi: ''Baba bunlar ne böyle! Apartman kadar, kim binecek bu atlara?..'' Haklı. Kim binecek!..

Benim köyde eşeğe, katıra binmişliğim vardı; ama ata hiç binmedim hayatımda. Oğlum ve karım da öyle...

Kimbilir, üç bardak susuz rakının coşkusuyla Laslo, ''Bu topraklarda iki asır hüküm sürmüş, Estergon'a, Egri'ye, Zigetvar Kalesi'ne at sırtında saldırmış, kılıç sallamış Töröklerin torunları bunlar; helâl olsun en iyi atlarım, varsın binsinler!..'' demiştir. ''Laslo her gördüğü sakallıyı dedesi sanıyor.'' dedim içimden.

Korktuğumuz başımıza geldi. İri kara gözleriyle nazlı nazlı bakınan o güzelim Puszta atlarını dikti önümüze. Bozuntuya vermedik, atların ipeksi gövdesini uzunca okşadık. Tutam tutam yonca yedirdik atlara...

Laslo eliyle ilerdeki midillileri gösterip, ''Okşamak ve ot ikram etmek için olanlar oradakiler! Bunlar başka sevgili Török dostlarım!'' dedi ve devam etti: ''Hadi, binin artık, galop yaptırın! İnlesin Puszta Ovası dedemiz Attila'nın öteki torunlarının nal sesleriyle!..''

''Nasıl olacak bu Laslo?'' dedik, ''Hayatımızda ilk kez ata bineceğiz!..''

İnanmadı. İnanamadı...

Söylediklerimizi şaka sandı. Atlara eyer vurmaya devam etti.  Oğlum yineledi: ''Mr. Laslo'' dedi, '' İnanın biz ilk kez bineceğiz ata, babam şaka yapmıyor.'' 

Laslo, kalın gözlüğünü düzeltti, dikkatle yüzümüze baktı. Şaşkınlığı susuz rakıdan da beter çarptı Laslo'yu. Kıpkırmızı oldu. Bir süre sonra suskunluğu gülmeye dönüştü. Binici öğrencilerinin ve çitin etrafında sohbete durmuş yeni dostlarımızın duyacağı şekilde ünledi çaresizliğimizi!..

Hepsi kahkahaya boğuldular. Yine içinde 'Török' geçen tümceler kurdular. Bu kez alaylı tümceler...

''Ne gülüyorsunuz, neler konuşuyorsunuz hakkımızda?''diye sormadık. Fakat, biz sormadan Laslo anlattı konuşulanları:

- ''Bakın kuzenim size ne diyor: 'Puszta atlarının sırtını böyle boş bırakmak, Almanya'da, o panzer Alman arabalarını sürememekten çok daha ayıptır, söyle Török konuklarımıza...''

Hemen kafalarımıza kask getirdi, atları da demir kazıklara bağladı. Atların kazığa bağladığı iplerini geniş bir daire oluşturacak kadar gevşetti. ''Hadi korkmayın binin şimdi! Dizginler bende. Bu güzelim atları çıkardım artık, hangara binilmeden geri götüremem; onlara hakaret olur bu...'' dedi. 

Oğlum midilli atının, biz de o iri kıyım atların üstünde acemi hareketlerle daire çizdik durduk yumuşak toprağın üstünde... Diğer binici öğrenciler de atlarına bindiler, birden on iki kişi olduk biniş alanında. O küçük çocukların at binişlerine, yüksek engellerden atlayışlarına hayran hayran baktık...

Laslo'nun çocukları gibi, öğrencileri de bize çok çabuk ısındılar. Adlarımızla seslenmeye başladılar. İmola'nın, sürekli akan burnuyla ponisinin sırtında, atın yelelerine yapışmış elleriyle turlayışı ve bunu bize gururla gösterişi, usuldan  çöken Puszta akşamın manzarası kadar güzeldi... Oğlu Gabor ve diğer kızı Judit zaten ustalaşmışlar binicilikte. Atın sırtında, yolda yürür gibi rahatlar. Oğluma nasıl at binmesi gerektiğini, atın ritmik hareketlerine vücuduyla nasıl uyum sağlayacağını vücut hareketleriyle göstere göstere bıkmadan anlatılar, onun ata binip inmesine üşenmeden yardım ettiler hep...

Üç günlük konukluğumuz boyunca her gün daha çok yakınlaştık hepsiyle...

 * 

Ayrılık günü geldiğinde, Judit, İmola ve Gabor'un bize sevgiyle sarılışı ve gözlerinden inen yaşlar hepimizi duygulandırdı. O duygulu anlar yaşanırken Laslo ve karısı hep uzaklara baktı. Biz de kendimizi ağlamamak için zor tuttuk. Puszta'daki konukluğumuzda, bu ve benzer sayısız güzel anılar ve dostluklar yaşadık. Her biri ayrı bir yazı konusu...

Laslo'nun çiftliğinde

Pansiyoncu teyzemizin kızı Rozsi'ye önceden telefon açmıştık. Katalin Teyzemiz kapıya geldi. Pansiyon ücretini ödedik. Elinde, Avanos'takilere benzeyen güzellikte küçük çanak, çömlekler var. Meğer Nádudvar çanak çömlekçilikte Avanosla yarışır bir kasabaymış. Fakat buradakiler kızıl çamurdan değil, rengi koyu çamurdan yapılıyormuş. Gündüzleri hep yeni yerler görme peşinde olduğumuzdan, yanıbaşımızda bu güzelliklerin yaratıldığı atölyeleri görememişiz. Hititler buralardan da mı geçmiş acaba?..

Petöfi Anıtı Önünde. Hortobay

Katalin Teyzemizden o küçük güzel armağanlarımızı aldık. Bizi bir anne sıcaklığıyla kucakladı. Uzaklaşana kadar da ardımızdan hüzünle el salladı...

Petöfi'nin Çarda'da Sarhoş Yazdığı Şiir: ''Hortobay'ın Ev Sahibi...''

Üç gündür, Petöfi'den anılar taşıyan Hortobay Çarda'nın konuğuyduk. Çarda'nın bahçesinde oturuyor, şiirlerle ve Macar müziğiyle soluklanıyorduk. Şimdi bu tarihi han'la vedalaşmak için buradayız. Hortobay Çayı kıyısında otlayan iri boynuzlu sığırlar ve Dokuz Kemerli Köprü'nün güzel manzarası,  Macarların ünlü ressamı Tivadar Çonvari'nin (Tivadar Kosztka Csontváry) Budapeşte Ulusal Galeri'de izlediğim ''Puszta Üzerinde Fırtına'' (Vihar a Nagy Hortobágyon) tablosundaki gibi. Önümdeki manzaranın o tablodakinden tek eksiği: Puszta'nın fırtına öncesi kararmış gökyüzü. Oysa, şimdi hava açık ve güneşli...

Hortobay Çarda'nın beyaz badanalı eski duvarında Petöfi'nin bronz bir anıtı var. Altında çelenkler ve karanfiller hiç eksilmiyor. Bağımsızlık savaşında en ön safta çarpışan Petöfi'nin, henüz 26 yaşındayken bazı şiirlerinde öngördüğü gibi yurduna fedâ ettiği kısa yaşamını düşündüm...

Ve her Macar'ın belleğinden okuduğu o unutulmaz dizeleri bir kez daha okudum portresi önünde:                          

                                   '' Özgürlük ve aşk

                                       Vazgeçemediğim iki şey .

                                       Aşkım için feda ederim canımı

                                       Özgürlüğüm içinse aşkımı.''

Hortobay Çarda'nın yöneticisi zarif bayan, tanıştığımız gün bize bir söz vermişti: ''Yoğun  saatlerimiz  dışında işletmemize uğrarsanız, size daha fazla vakşit eyırırım ve  Petöfi üzerine dilediğiniz kadar konuşabiliriz...'' Çünkü ona, Petöfi'nin bu eski han'daki konukluğuna ilişkin sorular sormuştum ilk geldiğimiz gün. Fakat, öğle vaktiydi ve bayan çok yoğundu. Durmadan masadan masaya koşuşturuyor, gelen yabancı müşterileriyle tek tek ilgileniyordu. Öte yandan Petöfi'ye ilişkin sorularımı tam yanıtlayamamanın da üzüntüsü içindeydi. Ona, üç gün daha Puszta'da kalacağımızı, buraya her gün uğrayacağımızı söylemiştim...

Her geldiğimizde, özellikle akşam saatlerinde konuklarını kapıda karşılayan yaşlı Macar müzisyenler, sık sık Petöfi'nin (bestelenmiş) lirik bir şiirini çalıp söylüyorlardı. Fakat bu şiir, bir yiğitlik, kahramanlık ya da yurt sevgisi üzerine yazılmış bir şiiri olamazdı Petöfi'nin! Çünkü, hem müziğin ezgisi hem de Çarda'nın Macar müşterilerinin şarkıya dans edercesine ellerini kollarını sallayarak eşlik etmelerinden bu hemen anlaşılabiliyordu. Yönetici bayan masamıza gelince bu şarkıya açıklık getirmesini isteyecektim.

Garson kız elindeki köpüklü Borsodi biralarını masamıza, şefinin sözlerini ileterek bıraktı: ''Bu işletmemizin size veda armağandır. Afiyet olsun!'' Belli ki bugün onur konuğuyduk Hortobay Çarda'nın.

Bir süre sonra Çarda tenhalaştı. Bayan elinde eski bir kitapla masamıza geldi; bizi saygıyla selamladı ve yanımıza oturdu. Her geldiğimizde çalınıp söylenen o Petöfi şiirini sordum ilkin. Müzisyenlere haber yolladı. Şarkı yeniden çalmaya başladı: ''Hortobágyi korcsmárosné angyalom!'' (Hortobay'ın Ev sahibi, benim güzel meleğim!)

Bayan, odasından getirdiği cildi eprimiş bir kitaptan bu şiirin özgün halini gösterdi ve şiiri ayrıntılarıyla açıkladı. Hatta, bizden önce bir Alman edebiyat öğretmeni de yıllar önce yine burada dinlediği bu şarkının (şiirin) anlamı hakkında yeterli yanıt alamayınca, bu şiirinin Almancasını aramış ve bulmuş. Ardından, Petöfi'nin başka şiirlerinin Almanca çevirilerinin de bulunduğu küçük bir kitapçığı Hortobay Çarda'ya armağan olarak yollamış. Bayan, getirdiği o kitapçığı da gösterdi bize. Kitapçıkta, Petöfi'nin Almancaya çevrilmiş şiirleri vardı. Kapağında, Poetische Werke, in 6 Baender.(Şiirsel Eserler, 6 Ciltte) Leipzig- 1910. yazıyordu. Dinlediğimiz bestelenmiş Petöfi şiiri, Almancaya, ''Hortobagyer Wirtin...'' adı altında çevrilmişti. Yalnız çevirmenin adı belirtilmemişti. 'Wirtin' kelimesi Almancada, ' bir meyhanenin ya da doyumevinin sahibesi olmasına rağmen işletmenin garsonluğunu da üstlenen kadın' anlamındaydı. Bu kelimenin Macarcada tam karşılığı vardı: Korcsmárosné.(Koçmaroşne) Fakat, bu kelimenin Türkçede tam karşılığı var mıydı? Belki, 'hancı' olarak çevrilebilirdi. Ama şiirde Petöfi, Korcsmárosné'ye gönül okşayıcı bir dille ve şakayla karışık bir erotizmle yaklaşıyordu. Dilimizdeki, 'hancı' sözcüğü hem feminin çağrışım yüklü değildi, hem de andığım şiirdeki erotik seslenişin ahengine 'hancı' kelimesi pek uymuyordu...

En güzeli, Petöfi'nin başını döndüren o 'Wirtin'e, 'Ev Sahibi' diye seslenmekti...

Şiirin öyküsü de şiir kadar güzeldi. Bunu da özetledi:

''Her ne kadar Macar Bağımsızlık Savaşı'nın ağır yükünü üstlenen bir 'kitaplı asker' de olsa, Petöfi'miz de sonuçta genç bir erkekti. Üstelik iyi bir tiyatrocu, yüce ruhlu bir şairdi... Bu han'a konaklamaya geldiği akşamlar, Puszta yollarında onlarca kilometre yol yürüdüğü için çok yorgun olurmuş. Yemeğini yer, şarabını içer, çatıdaki odasında geceleri mum ışığında kitap okurken ya da şiir yazarken uykuya dalarmış. Ertesi sabah erkenden kalkar, Budapeşte'ye ya da Debrecen'e doğru yola koyulurmuş. Tabii yaya olarak... Budapeşte'de ünlü Pilvaks kahvesinde devrimci dostlarıyla buluşmaları, yurtlarının özgürlüğü üzerine konuşmaları çok ünlüdür. Ressamların tablolarına yansımıştır bu buluşmalar. Debrecen'e gittiğinde ise, halk örgütlenmelerine etkili şiirleriyle ve konuşmalarıyla destek verir, Macar gençlerini yurtları için savaşmaya çağırırmış...

Yine 1842'nin Ekim akşamı Petöfi,  Çarda'mıza aç, susuz ve bitkin bir halde, fakat neşeyle gelmiş. Belki o günlerde, Macarların, Habsburg Hanedanlığı'na karşı verecekleri özgürlük savaşını kazanacaklarına olan inancı iyice pekişmiş olmalı. Hortobay Çarda'mızın o dönemdeki genç ve güzel sahibine, o akşam 20 yaşın verdiği taşkın duygularla, bu şiirle seslenmiş. İşte, bu şiirinde Petöfi'mizin çapkınlığı tüm çıplaklığıyla ortada! Ve bu şiiri yıllarca dilden dile dolaşmış bütün Hortobay köylerinde... Buraya gelen erkek konuklar, şaraplarını bu şiirsiz içmez olmuşlar. Ve bu şiiri de, tıpkı Petöfi'nin adı gibi bu tarihi mekanımız Hortobay Çarda ile özdeşleşmiş...

Şiiri, sonraki yıllarda bestelenmiş; burada her akşam çalınır söylenir olmuş.. Biz de elimizden geldiğince bu geleneği sürdürüyoruz hâlâ...''

Hortobay Çarda'dan ayrılmadan son dileğim Petöfi'nin yattığı odalardan birini görmekti. Bayan beni kırmadı. Çekmecesinden eski anahtarları getirdi ve çatı katının tarih kokan o küçük odalarını tek tek gösterdi bana.

O eski ahşap masalara ve yerdeki taş döşemelere kimbilir kaç kez mavi mürekkep damlamıştı Petöfi'nin  divitinden...

Csontváry Kosztka Tivadar - Puszta üstünde Fırtına  (1903)

Şiirin ilk dizesini, Petöfi portresi önünde onu selamlayan ve ona çocuklarıyla saygıyla çiçekler bırakan Macarları izlerken çevirmeye başladım. Sonra ikinci dize... Ardından ilk dörtlük... derken şiirin tamamını kabaca çevirdim Çarda'da. Çevirinin ince işçiliğini sonraya bıraktım.

Bu şiiri her okuduğumda, Hortobay Çarda'nın o eski masalarından birinde oturmuş, ona hizmet eden güzel kadına çapkınca bakan ve  'Hortobágyi korcsmárosné angyalom!' (Hortobayi Koşmaroşne Angyalom!) diye seslenen sarhoş Petöfi, masa arkadaşıymışım gibi tüm canlılığıyla gözlerimin önüne geliyor...

Hortobay'ın Ev Sahibi... *

Hortobay'ın güzel ev sahibi, meleğim!

Testiyle getir şarabı, bu akşam çok içeceğim!

Debrecen'le Hortobay arası çok uzak,

O uzun yolda ne kötüdür susamak.
 

Soğuk yel ıslığını çalıyor,

Ruhum gibi tüm vücudum donuyor.

Kaçırma bakışlarını, ev sahibi, çiçeğim!

Isıtsın gövdemi, sıcak maviş gözlerin.


Hey, ev sahibi! Bu şarap nereli?

Mayhoş elma gibi sanki, çok ekşi.

Durma, öp hemen dudaklarımı!

Ancak öyle gelir ağzımın eski tadı.


Kız güzel... Şarap ekşi... Öpücük tatlı...

Sarhoş oldum, atamam adımlarımı.

Tut beni, tatlı ev sahibi, gir koluma!

Acele et, yere düşmeden yakala!


Güvercinim, ne güzel göğüslerin!

Bırak başım yumuşacık dinlensin.

Han yatağı sert, gece rahat edemem,

Uzaktayım, evime de geri dönemem...

(Şandor Petöfi/ Ekim 1842/ Hortobay Çarda.)

                                                   

Şiirin Macarcası:

HORTOBÁGYI KOCSMÁROSNÉ...

Hortobágyi kocsmárosné, angyalom!
Tegyen ide egy üveg bort, hadd iszom;
Debrecentol Nagy-Hortobágy messze van,
Debrecentol Hortobágyig szomjaztam.

Szilaj nótát fütyörésznek a szelek,
Lelkem, testem majd megveszi a hideg:
Tekintsen rám, kocsmárosné violám!
Fölmelegszem kökényszeme sugarán.

Kocsmárosné, hej hol termett a bora?
Savanyú, mint az éretlen vadalma.
Csókolja meg az ajkamat szaporán,
Édes a csók, megédesul tole szám.

Szép menyecske... savanyú bor... édes csók...
Az én lábam idestova tántorog;
Öleljen meg, kocsmárosné édesem!
Ne várja, míg itt hosszában elesem.

Ej galambom, milyen puha a keble!
Hadd nyugodjam csak egy kicsit fölötte;
Úgyis kemény ágyam lesz az éjszaka,
Messze lakom, nem érek még ma haza.

(Hortobágy Csarda, Petofi Sándor 1842. Október)


*      Çeviri: Türkolog Edit Taşnadi. (Tasnádi Edit)

**    Çeviri:  Fakir Baykurt- A. Çetinkaya (Gürcüceden)

Not: Titizliğiyle ve çok okumasıyla ünlü sevgili Macar dostum ve meslektaşım (taksi sürücüsü) İmre Michael Oscko'yla, Frankfurt Havalimanı taksi durağındaki uzun bekleyişlerimizde, çeviriye son halini verdik. Dizelerin, Macarca, Almanca ve Türkçe anlamlarını defalarca karşılaştırdık. İmre'ye teşekkür borçluyum. (S.Ü)

 Fotoğraflar: Selçuk Ülger


Selçuk Ülger/ Frankfurt

Gerçekedebiyat.com 

 

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)