İlk Avrupa Seyahatinin Lisenin Kuruluşuna Etkisi

Sultan Abdülaziz, 21 Haziran 1867’de III. Napolyon’un sanayi fuarına daveti üzerine kalabalık bir heyetle vapurla İstanbul’dan Fransa’ya hareket etti.

28 Haziran’da Napoli’ye, bir gün sonra da Toulon’a vardı. Osmanlı heyeti, burada büyük bir coşkuyla ve top atışlarıyla karşılandı.

Buradan Marsilya’ya hareket eden heyet 30 Haziran’da Paris’e ulaştı. Bizzat İmparator tarafından karşılandı. Sultan, Paris’te sergi, balo, opera, tiyatro gibi birçok davete katıldı.

Sultan, Paris’teyken İstanbul’daki baskıdan kaçan Ali Suavi, Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi önemli simalar da oradaydı. Ancak Fransa Hükümeti, sultan gelmeden Paris’ten ayrılmalarını istedi. Onlar da Londra’ya geçtiler.

Paris’teki fuarı 6 milyondan fazla kişi ziyaret etmişti. Bu fuardaki Osmanlı pavyonu/bölümü en büyük bölümlerin başında geliyordu. Sanayi ve icat ürünü az da olsa birçok ürün madalya kazanmıştı.

Başta hafif sanayi ürünleri olmak üzere tarım, dokuma, el sanatları ve güzel sanatlar ürünleri sergileniyordu. Şeker Ahmet Paşa ve Osman Hamdi’nin yağlı boya tabloları da bu sergide yerini aldı.

Kilim ve dokumalar hayli ilgi çekti. Aslında Abdülmecid döneminde Osmanlı, Avrupa’da iki fuara daha katılmıştı. Tecrübesi vardı, yabancı değildi. Sultan Abdülaziz de fuar meselesine önem veren biriydi. Kendi döneminde (1863) İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’nda bir fuar açılmasını sağlamıştı.

Buradan 12 Temmuz’da İngiltere’ye varan heyet kraliçe tarafından karşılandı. Sultan, Avrupalı devletlere jest olarak seyahatinden hemen önce yabancılara mülk edinme hakkı sağlayan Safer Kanunu’nu çıkartmıştı.

Bundan dolayı ilgi üzerindeydi. Sultan’ın İngiltere’de onuruna verilen yemekte kendi bestesi çalınmıştı. Ertesi gün İngiliz gazetelerinde manşet olmuştu. Belli ki böyle bir sultan beklemiyorlardı. Sultan’ın Batılı tarzda Valse Davet adlı eseri başta olmak üzere 4 adet piyano eserinin bulunduğu bilinmektedir.

Sultan, Londra’da çeşitli temaslarda bulundu. Özellikle İngiliz donanmasına hayran kaldı. Çeşitli siparişler verdi. Heyet, 23 Temmuz’da aktarma yapıp trenle Belçika’ya geçti. Sultan burada da kral tarafından karşılandı.

Ardından Prusya’ya geçti. Kral I. Wilhelm tarafından karşılanan Sultan, Prusya ordusunun disiplini ve silahları karşısında çok etkilendi.

Osmanlı Heyeti buradan Viyana’ya hareket etti. Sultan, Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Jozef tarafından karşılandı. Buradan nehir yoluyla İstanbul’a dönüş başladı. Budin’de mola verildi.

Bu ziyareti biraz ayrıntılı anlatıyorum; çünkü Sultan burada Galatasaray Lisesi’nin tarihinde yeri olan Gül Baba Türbesi’ni ziyaret ediyor.

Hatta halk, Bektaşi oldukları için Sultan’ın pek ilgi göstermemesinden yakınıyor. Buradan 6 Ağustos’ta Varna’ya varılıyor. Buradan da 7 Ağustos’ta ülkeye dönülüyor. Ziyaret yaklaşık 48 gün sürüyor.

Osmanlı heyeti, Fransa’nın ulaşmış olduğu medeniyet seviyesinden çok etkilenmiştir. Hatta, bizimkiler Avrupa’nın her yerinden getirilip sergilenen icatlar karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişledir.

Çünkü Avrupa buharlı makineye geçmişti ve artık her şeyini fabrikalarda üretiyordu. Başlı başına bir imalat sektörü oluşmuştu. Tabii, ham madde ihtiyacı açığa çıkınca bizim gibi ülkeler açık pazar haline gelerek çok büyük yara almıştır.

Biz de Avrupa’dan bu konuda geri kalmamaya çalıştık elbette. Modern imalat tezgâhları ve buharlı makine siparişleri verdik. Verdik ama bu büyük makinelerin sığacağı imalathaneler ve fabrikalar bile yoktu. Öncelikle onları inşa etmek gerekecekti. İşte bu süreçte çok vakit kaybettik.

Yine Osmanlı vergi sisteminin üretene öncelik vermemesi, girişime gerekli yatırımın yapılmaması, Avrupa baskısıyla ithalat politikalarının ısrarla sürdürülmesi, teşebbüs işinin tamamen özel sektörden beklenilmesi, kalifiye eleman ve ustanın yetiştirilememesi süreci baltalayan diğer etkenlerdir.

III. Selim ile başlayan modern fabrika kurma ve makine tedarik girişimleri II. Mahmut döneminde fes imalatı ile ciddiyete bürünmüştü.  Sultan Abdülmecid devrinde özellikle silah sanayi üzerinde geliştirme planlarına önem verildi.

Buharlı makineler getirildi ve demir döküm fabrikaları kuruldu; fakat bazıları yabancı fabrikalarla rekabet edemedi. Bu fabrikalarda cephane malzemesinden tutun da toptan tüfeğe kadar birçok önemli silah üretildi. Savaş zamanlarında gemi tamir ve bakımları buralarda yapıldı. Yine bu fabrikalarda başta sarayların ihtiyaçlarını karşılamak üzere çeşitli endüstri ürünleri üretildi. Zeytinburnu ve Yalı Köşkü Fabrikaları ilk akla gelen örneklerdir.

Yine ülkenin çeşitli illerinde kurulan çini, cam, tuğla, kiremit, porselen, kâğıt, tütün, deri, iplik, kumaş ve halı fabrikaları da üretime canlılık getirmiştir. Elektrik üreten gazhaneler hizmete girmiştir. Zamanla ihtiyaç oldukça yenileri eklenen bu fabrikalarda küçük ölçekte de olsa kendi buharlı makinelerimizi de üretmeye başladık. Bu girişimler maalesef büyüyemedi. Eksik olan eğitimdi. Bu amaçla da sanayi mekteplerinin sayıları arttırıldı.

İkinci Meşrutiyet’ten sonra sanayi gücü olmadan rekabetin mümkün olamayacağı bir kez daha görüldü. Teşvik kanunu çıkarıldı. 1913’lere gelindiğinde muhtemelen savaş öncesi sanayi istatistiği oluşturmak için ilk defa sanayi sayımı yapıldı.

1915 sayımlarında ülkede 300 civarında (282) üretim tesisi bulunmaktaydı. Bunların da hepsi üretimde değildi. Sadece 194 işletme faal durumdaydı. Üretimin neredeyse % 90’ı tarıma dayalı olduğu görülmüştü. Sanayi tesisi ve üretiminde devlet ağırlıktaydı. Sadece Batı illerinde fabrikalar yoğundu. O da ordu ve saray için üretiyordu. Toplam işçi sayısı 15 bin bile değildi. Bu çalışan sayısı 1927 sayımında 256 binlere geldi. İşletme sayısı ise 65 binlere çıktı. Tarım sanayinin ağırlığı %40’lara düşmüştü. Maden sanayi artmıştı. Nüfus 13 milyonlara çıkmıştı. Sayımlarda istenen sonuçlar çıkmayınca Sanayi Kongresi toplandı ve sonunda Devletçilik formülü bulundu.

Vahdettin Engin, 1868’den 1923’e Mekteb-i Sultani kitabında Mekteb-i Sultani’nin kurulma amacının Avrupa’dan geri kalındığının gerçek anlamda kabul edilmesi ve bu geri kalınmışlığın öncelikle Batı tarzında bir eğitim kurumuyla telafi girişimi olduğunu söylüyor. Engin, Sultan Abdülaziz’in Avrupa’da gördüklerinden sonra eğitimin geliştirilmesinin önemi anlayıp Batılı tarzda bir okulun açılmasını hızlandırdığını belirtiyor.

11 Ekim 1867 tarihli La Presse adlı Fransız gazetesinde Galata’da Fransız müfredatına uygun ve Fransızca konuşulacak bir okulun açılacağı haberi kamuoyuna duyurulmuş. Bunun üzerine 12 Aralık 1867 tarihinde Sadrazam Ali Paşa tarafından Sultan Abdülaziz’e Galata’da istenilen şartlara uygun bir idadi mektebin kurulmasına ilişkin bir tezkere geçilmiş.

Mektebe öğretmenlerin Fransa’dan getirtilmesi kararlaştırılmış. En uygun binanın da Beyoğlu’ndaki Galata Sarayı binası olduğu belirtilmiş. Binada bulunan Mekteb-i Tıbbiye-i Askeri’nin başka bir binaya taşınması kararlaştırılmış.

Bunun üzerine padişahın iradesiyle ödenek ayrılarak tıbbiye öğrencilerinin başka bir binaya taşınması sağlanmış. Binanın yeniden düzenlenmesi için de 550.240 kuruş ödenek ayrılmış.

Sadrazam Ali Paşa, Hariciye Nazırı Fuad Paşa ve Fransız Sefiri M. Bourre İstanbul’da bir toplantı yapmışlar. Fransa Eğitim Bakanı tarafından mektebe müdür ve öğretmen getirilmesi konusunda mukavele yapılmış.

Bu gelişmelerden sonra okul, Mekteb-i Sultani adıyla 15 Nisan 1868’de Sultan Abdülaziz’in imzaladığı tezkere ile resmen kurulmuş. Tezkerede lisenin kuruluş amaçları da belirtilmiş. Avrupa’nın en büyük mektepleri derecesinde ve her türlü devlet hizmetinde istihdam edilmek üzere mükemmel surette yabancı dil bilen öğrenciler yetiştirilmesi öncelikli amaç olarak benimsenmiş.

Bu okulda Müslüman ve gayrimüslim öğrenciler bir arada okumuşlardır. Bu açıdan da Vahdettin Engin, burada Osmanlı milleti yaratma amacının da olduğunu belirtiyor.

Eğitim 1 Eylül’de başlamıştır. Okulun kendisine mahsus bir forması vardır. Bünyesinde doktoru ve dişçisi; yıllık eğitim ücreti vardır. Durumu olmayanların ücretini devlet karşılayacaktır. Temel eğitim dili olacak olan Fransızcanın yanında Türkçe, Arapça, Farsça ve Latince gibi diller okutulacaktır. Okulda Fransızca ve Türkçe eğitim bölümleri yer alacaktır. İki kısmın derslerinde başarı zorunludur. Günde 5 saat ders verilecektir.

Derler birer saattir. Muhasebe, fizik, kimya, tarih, coğrafya, astronomi, matematik, resim, yazı, jimnastik gibi dersler okutulacaktır. Fen dersleri Fransızca okutulurken sosyal bilimlere ait dersler Türkçe okutulacaktır. Okuldan mezun olunduğunda diploma verilecek ve isterse devlet görevinde çalışabilecek. Dilerse yükseköğrenime devam edilebilecektir. Diplomalar Fransız liseleri ile eşdeğerdir. Okul yatılı ve yemeklidir.

Buraya kadar her şey normal; dikkatle görülmesi gereken yer ise öğrencilerin dini görevlerini yapmalarının zorunlu olmasıdır. Her öğrenci kendi dinine göre hafta sonu tatilini seçebilecektir. Müslüman öğrenciler okulun camisine, diğer mensuplar da kendi mabetlerine gönderilecektir. Diğer önemli bir nokta ise Müslüman öğrencilere Kur’an kıraati ve ezberinin de dahil olduğu din derslerinin okutulmasıdır.

Bugün Galatasaray Lisesi hakkında ileri geri konuşanlar bu önemli noktayı iyi okumaları gerekir. Galatasaray Lisesi dinsiz, yabancı, güdümlü bir okul değildir. Bu toprakların mayası vardır bünyesinde. Vahdettin Engin’in bu konudaki çalışmalarını titizlikle okumaları gerekir.

Okula Müslümanlar haricinde çok sayıda Ermeni, Katolik, Rum, Musevi, Sırp ve Bulgar öğrenci kayıt yaptırmıştır. Toplam kayıt sayısı 400’ü buldu. Çoğunluğu gayrimüslimlerden oluştu. Müslüman öğrenci sayısı 130’larda kaldı.

Buna rağmen diğer din mensuplarının bağlı bulundukları cemaatler rahatsız oldular. Papa ve Patrik, çocukların gönderilmemesini istedi. Rumlar ve Museviler öğrencilerini göndermek istemediler ama aileler onlara kulak asmadı.

Yunanistan ile Rusya kendi dillerinde eğitim veren bir okul istedi. Bizden de homurtular çıkmaya başladı. Yeni Osmanlılar tenkide başladılar. Özellikle Ali Suavi, Namık Kemal ve Ziya Paşa. Yabancı öğretmenlerden ders almayı zararlı görüyorlardı. Fransa etkisi rahatsızlık veriyordu.

Oysa Fransa’nın etkisi düşünüldüğü gibi olmadı. Okul samimi niyetlerle kurulmuştu. Onlar, Dr. Alfred Levistal’i kurucu müdür olarak gönderirken bizden de İsmail Bey kurucu müdür olarak görevlendirildi. İdare, öğretmen ve müfredat konusunda destek alındı ama bütün inisiyatif bizdeydi. Maaşları da biz veriyorduk. Ders öğretimine karışan ya da yönlendiren yoktu.

Okul için bütçeden büyük meblağlar ayrılmıştı. Dönemin dış basınında böyle uluslararası bir lisenin burada sürdürülebilmesinin mümkün olmadığı savunuluyordu. İç basın ise böyle bir okulun varlığı için hükümete destek veriyordu. Bu konuda geri kaldığımızın farkındaydı herkes. Buradan yabancı lisan bilen memur, iş insanı ve devlet adamı yetişecekti. 

Okula direktör/müdür olarak Fransa’dan gönderilen Ernest De Salve atandı. 47 öğretmen ve 341 öğrenci ile 1 Eylül 1868’de eğitime başlandı. Bunlardan sadece 147’si müslümandı. Zamanla öğrenci sayı artarak yılsonu itibarıyla 530’u buldu. İkinci yıl öğretmen sayısı 52, öğrenci sayısı ise 610 oldu. Diğer yıl öğrenci sayısı 640 oldu.

Öğrenciler seçmeli olarak İngilizce, Almanca, İtalyanca Ermenice ve Rumca gibi dersleri alabileceklerdi. Yine seçmeli olarak piyano ve keman derslerini takip edebileceklerdi. Okulda jimnastik/spor dersleri önemli görülmekteydi ve mecburi tutulmuştu. Bunun yanında atletizm, yüzme ve kürek dersleri de vardı.

Müsabakalarda başarılı olanlara kuzulu pilav verilirmiş. Galatasaray’ın geleneksel pilav günü buradan geliyormuş. İşte böylesine bir ortamda henüz öğrenci olan Ali Sami, 1905 yılında okulun adı olan Galatasaray adıyla Türkiye’nin ilk futbol kulübünü kurdu.

Pazar günleri halka açık konferanslar da yapılmaya başlandı. 1871 yılında ilk mezunlar verildi. Sekiz öğrenci diplomasını aldı. Bunlar zaten girişte seviyesi yüksek öğrencilerdi. İlk mezuniyet anısına büyük bir tören düzenlendi. Maarif Nazırı Safvet Paşa da katıldı.

Aydın Akyüz
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)