Son Dakika



Victor Hugo 26 Şubat 1802 de Fransa'da, Besançon'da doğdu. Babası bir generaldi ama genç Hugo, çabucak edebiyata merak sardırdı. Pek büyük emelleri vardı. Devrinin en tanınmış yazarını kendine örnek seçmişti:

«Ya Chatesubriand olacağım, ya da hiç,» diyordu. 1819 da bir edebi mükâfat kazandı. Daha sonra kardeşleriyle edebi bir dergi kurdu. Bu dergi 1821 martına kadar çıktı. Genç Hugo, 1821 de annesini kaybetti. Babası General Hugo, az sonra yeniden evlendi.

1822, Hugo'nun edebi mesleğe olduğu kadar, hayata da atıldığı yıldır. O yılın haziranında ilk şiir kitabı olan «Odes et Ballades»ı yayınladı. Aynı yılın ekim ayındada, çocukluk arkadaşı olan Adâle Foucher ile evlendi. 1823 ile 1827 arasında Victor Hugo yeni şiir kitapları ile «Bug Jargala» adlı ilk romanını, «Cromwell» adlı dramını yazdı. Bu dramdaki önsözünde Hugo, Romantizm cereyanının şefi ve nazariyecisi olarak ortaya çıkıyordu.

Yine bu yıllarda, Hugo'nun ilk çocukları olan Lopoldiné, Charles ve François-Victor dünyaya geldiler ve yazara «Lögion d'Monneur» nişanının şövalye rütbesi tevcih edildi. Babası General Hugo da o sıralarda öldü. 1829’dan itibaren, «Les Orientales» adlı şiir kitabının ve «Bir Mahkümun Son Günleri» adlı romanının yayınlanmasiyle, yazarın zaten gelişmekte olan ünü daha da arttı.

Notre-Dame des Champs sokağındaki evi, Romantiklerin toplantı yeri haline geldi. Yalnız, tiyatro alanında henüz belirli bir başarı elde etmiş değildi: Çünkü «Cromwel» adlı piyesinin oynanmasına, sahne tekniği bakımından, imkân yoktu. 1829 da yazdığı «Marion Delorme» adlı piyesin oynanmasına ise, sansür izin vermemişti. Fakat 1830 yılında Comedie Française sahnesinde oynanan «Hernani» piyesi hakiki bir zafer kazandı.

Hugo'nun ünü iyiden iyiye yerleşti ve romantiklerin klâsikler üzerinde kazandıkları galibiyet, elle tutulur hale geldi. Nitekim 1830, Romantizm cereyanının başlangıç tarihi sayılır. 1830-1843 arasında Hugo, yazı hayatının en verimli devresine girdi. Edebi nevilerin her türlüsünü deniyordu. 1831 de ilk büyük romanı olan «Notre-Dame'ın Kamburu»nu yayınladı. Romantizm cereyanının en gösterişli eserlerinden biri olan bu roman, Ortaçağı parlak bir şekilde diriltiyordu. Aynı zamanda bu, Kader'e ithaf olunmuş acıklı bir şiir mahiyetindeydi.

Victor Hugo, 1849. Çizgi: Jean-Baptiste Lafosse

Victor Hugo 1832 de yazdığı «Kıral Eğleniyor» adlı piyesiyle halk yığınlarının da hayranlığını kazandı, Tiyatro piyesleri arasında, «Hernani» ile birlikte, şaheser olan «Ruy Blas»ı da 1838’de yazdı.

Hugo bütün bu yıllar boyunca durmadan yeni edebi eserler verirken, hayatında da kederlerle sevinçler, tıpkı ışıklarla gölgeler gibi, birbirine karışıyordu: Bu arada yazarın eşi Mme Adele Hugo, eleştirmeci Sainte-Beuve'ün metresi olmuştu ama, 1833’ten itibaren de Hugo, Juliette Drouet ile tanışıp sevişti. Bu kadın, genç bir tiyatro aktrisiydi. Hugo'ya ölümüne kadar gösterdiği engin, derin sevgi şair için bir teselli, bir güven kaynağı oldu.

Hugo çok sonra, 26 Şubat 1874’te Juliette Drouet'ye yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:

«26 Şubat 1802 de hayata doğdum; 16 Şubat 1833 te de aşka doğdum. Annem beni dünyaya getirdi, sense beni yarattın!..»

Victor Hugo'ya çağdaşları arasında ön sırayı almak imkânını sağlıyan bu 13-14 yıllık verimli fakat çetin devre edebi alanda bir başarısızlık, bir de aile felâketiyle sona erdi: 1843 te Comddie Française'de oynattığı «Les Burgraves» adlı piyes, seyircilerin ıslıklarıyla karşılandı. O yılın temmuzunda sevgilisi Juliette Drouet ile Pyrénées bölgesine bir gezi yapmıştı. 9 Eylül’de gazetelerden, kızı Leopoldine'in ölüm haberini öğrendi. Bu felâket üzerine yazar, 1845’de politika hayatına atılarak kendini avutmağa çalıştı. 1841-1851 arasında yeni şiirler yazdı, bu arada bir de büyük bir romanın başlangıcını yazmağa devam etti ki bu, sonradan «Sefiller» adını aldı.

Beri yandan Hugo, politika hayatına daha yakından katılmağa başlamıştı. Meclis kürsüsünde sık sık söz alıp konuşuyordu. Siyasi alanda oynamak istediği rolü, «Gülen Adama» adlı romanında şöyle anlatıyor:

«Halk, bir sessizliktir. Ben bu sessizliğin yılmaz avukatı olacağım: Dilsizler için konuşacağım. Tıkaçı çıkarılmış kanlı bir ağız olacağım. Herşeyi, herşeyi söyliyeceğim. Yüce bir iş olacak bu.»

Hugo 1848 de yine Meclis'e seçildi ve «Evènement» adlı bir gazete çıkararak Louis Napoleon Bonaparte'ın cumhurbaşkanlığına adaylığını desteklemeğe başladı. Fakat 17 Temmuz 1851 de onun diktatörlük tasarıları aleyhinde şiddetli bir söylev verdi. Louis Bonaparte'ın yaptığı hükümet darbesini önlemek için çok uğraştı ama nafile.

Bu işi başaramayınca Belçika'ya kaçmak zorunda kaldı. Az sonra da Louis Napoleon, Victor Hugo'nun memleketten sürülmesi hakkındaki kararnameyi imzaladı. Bunun üzerine Victor Hugo için 1851 yılı Aralık ayında başlıyan sürgün hayatı, tâ 1870 yılı Eylülüne kadar sürdü. Sırasiyle Brüksel, Jersey ve Guernesey'de oturdu. Buradan da ancak 1870 te ayrıldı. Sürgünde geçen bu yirmi yıl, yazara yalnızlık içinde çalışmak imkânını verdi ve dehasının en yüksek, en verimli devresi oldu.

«Sürgün, bir çeşit uzun uykusuzluk gibidir,» diyordu ama hayatından memnundu. O sıralarda yazdığı bir mektupta şunları söylüyordu: «Doğrusu şu ki, sürgünü seviyorum. Kabul edecek misafir yok, yapılacak ziyaret yok. Yalnız olmaktan mutluyum. Sakin sakin kitap okuyorum, Hayaller kuruyorum. Çalışıyorum. Vahşi bir hayat sürüyorum âdeta...»

Evinde, Fransa kıyılarına bakan geniş pencereli bir oda vardı. Orada oturup bütün gün çalışıyordu. Karısıyla çocukları da yanındaydılar. Fakat sık sık Fransa'ya gidip kalıyorlardı. Sevgilisi Juliette Drouet ise Hugo'nun evine yakın bir yerde oturuyordu. Bir an bile onun yanından ayrılmadı. Hugo, koyu bir cumhuriyetçi olmuştu artık. Boyuna memleketinde yeni kurulan ikinci imparatorluğun aleyhinde bulunuyordu.

Napoleon 1859 da Hugo'yu affetmek istedi ama yazar, bu lütfu kabul etmedi. Bunun üzerine ünü, bütün dünyaya yayıldı. Hayatının ve eserlerinin en yüksek devresi bu yıllara rastlar. Hugo 1861 de Belçika'ya kısa bir yolculuk yaptı. «Sefiller» adlı romanını tamamladı. Roman ertesi yıl, yani 1862 de yayınlandı. 1868 de de yazarın eşi Adâle Hugo Brüksel'de öldü.

Napolegon'un devrilişi üzerine Hugo, 5 Eylül 1870 te Paris'e döndü. Toplanan Milli Meclis'e seçildi. Fakat oturum sırasında hemen istifasını verdi. Yeni rejimin tuttuğu yön bakımından hayal kırıklığına uğramıştı.

Hattâ 1872 de, vaktiyle sürgünde iken kalmış olduğu Guernesey'e giderek orada bir yıl kadar oturdu. Politika hayatına gittikçe daha az karışmağa başladı. Yine yazı yazmağa devam ediyordu ama bu, eski yılların temposu ile olmuyordu. 1870-1885 yılları arasında yayınladığı eserlerin çoğuna, zaten sürgünde iken başlamıştı. Oğullarından Charles 1871 de, François-Victor da 1873 te ölünce, Hugo bütün sevgisini torunlarına verdi. Onlar için şefkatli bir büyükbaba oldu.

Yine 1870-1885 yılları arasında Hugo, sürgündeyken ektiği tohumları biçiyordu. Ünü gittikçe büyümekteydi. Yaslara, aile felâketlerine, sadık sevgilisi Juliette Drouet ile sık sık yaptığı kıskançlık kavgalarına rağmen, hayatı muhteşem bir şekilde sona erdi. Bütün Fransız milleti için Hugo, bir sembol halindeydi. Verdiği söylevler derin yankılar uyandırıyor; şerefine birbiri ardınca gösteriler, toplantılar tertipleniyordu.

26 Şubat 1880 de «Hernani» adlı piyesinin ilk oynanışının 50 nci yıldönümü dolayısiyle büyük bir şölen verildi.

27 Şubat 1881 de bütün Paris, yazarın sekseninci doğum yıldönümünü parlak bir şekilde kutladı.

11 Mayıs 1883 te sevgilisi Juliette Drouet öldü. Birkaç hafta sonra da Hugo, vasiyetnamesini yazmak üzere hazırlıklara girişti.

Tanrı'ya inandığını belirtmekle beraber, kendisi için dini tören yapılmasını istemiyordu . 15 Mayıs 1885 cuma günü akciğer «congestiona» una tutuldu, 22 Mayısta öldü.

1 Haziranda hükümet, onun için büyük bir cenaze töreni tertipledi. Hugo'nun tabutu Paris'te, Etoile Meydanındaki Zafer Takı'nda teşhir edildi, sonra da Fransız milletinin büyük ölülerinin ebedi uykularını uyudukları Pantheon'a nakledildi.

Çağının en sevilen sanatçısı olan Victor Hugo zamanımızın da en beğenilen, en çok okunan yazarlarından biridir. Kazandığı ün, büyük ediplerin ötedenberi kazanmalar, âdet olan ünün sınırlarını pek çok aşmıştır.

Fakat kendisini şiddetle tenkid edenler de eksik olmadı. Nitekim, Andre Gide'in, «en büyük Fransız şairi kimdir?» konusunda yapılan bir edebi soruşturmaya verdiği cevap, bu bakımdan mânalıdır. Gide bu soruya: «Ne Yazık ki Hugo'dur» diye cevap vermişti...

Fakat şu da var ki, Hugo'nun çok çeşitli olan eserleri, bütün bir yüzyılın «sesli yankısı» olmakla kalmamıştır. Bu eserler daha çok uzun zaman, herhangi bir kuşağın zevkini okşayacak çaptadır.

NOTRE DAME'ın KAMBURU’NUN ÖZETİ

«Notre-Dame'ın Kamburu» İçin «Romantizm cereyanının en gösterişli eseri» demiştik. Bir şaheseri özetlemek çetin iştir. Fakat yine de bu çok içli, çok hareketli ve heyecanlı romanın bir özetini vermeğe çalışalım:

Romanın dekoru, Paris'teki muazzam Notre-Dame kilisesidir. Romanın kadın kahramanı Esmeralda, genç ve güzel bir çingene kızıdır. Hayatını kazanmak için sokaklarda dans eder, fala bakar. «Caliv» adında bir de küçük, sevimli keçisi vardır ki, hanımının yanından hiç ayrılmaz. Notre-Dame kilisesinin başrahibi Claude Frollo bilgili, ağırbaşlı, sofu bir adamdır ama, ten arzularının pençesinde kıvranmaktadır. Esmeralda'ya ilk görüşte âşık olur. Yine Notre-Dame kilisesinin çancısı olan Ouasimodo kambur, eciş-bücüş bir adamdır. Üstelik sağır ve dilsizdir, bir gözü de kördür. Fakat pehlivan gibi kuvvetlidir. Vaktiyle anası onu kilise kapısına bırakmış, başrahip Claude Frollo da çocuğu evlât edinip büyütmüştür. Bu yüzden Gvasimodo, babalığı Claude Frollo'ya sadık bir köpek gibi bağlıdır. Çancı da kamburluğuna, eciş-bücüşlüğüne bakmadan Esmeralda'ya âşık olur.

O sırada başrahip Frollo, evlâtlığı Guvasimodo'ya, bütün serserilerin toplu halde yaşadıkları «yasak mahalle» olan «Haşarat Yatağı» na gidip Esmeralda'yı kaçırmak ödevini verir. Quasimodo efendisinin verdiği bu emri yerine getirerek Esmeralda'yı kaçırdığı sırada, kıralın okçu askerlerinin kumandanı olan yüzbaşı Phoebus de Châteavpers yetişir, genç kızı korkunç kamburun elinden kurtarır. Esmeralda bu yakışıklı subaya çıldırasıya vurulur ama yüzbaşı için bu iş, herhangi bir gönül macerasından farksızdır. Derken Esmeralda bir gece yüzbaşı De Châteaupers'le buluşur. Genç subay tam kıza sahip olacağı sırada, peşlerini takibetmiş olan başrahip Claude Frollo çıka gelir, hançerini yüzbaşıya saplıyarak kaçıp gider. Bunun üzerine Esmeralda, yüzbaşıyı öldürmüş olmakla suçlanır. Başrahip: «Benim olursan seni ölümden kurtarırım» der ama kız razı olmaz; sonunda idama mahkum olur.

Tam asılacağı sırada, kilisenin çancısı Ouasimodo yetişip onu kurtarır, kilisede kendi kaldığı odaya götürüp saklar. Fakat Esmeralda, «Haşarat Yatağı»ndaki serseriler, dilenciler, hırsızlar tarafından da pek sevilmektedir. Bunlar genç kızı kurtarmak için muazzam bir kalabalık halinde kiliseyi kuşatarak hücuma geçerler. Quasimodo bu gözü dönmüş kalabalığın maksadını yanlış anlamıştır: Onları püskürtmek için üzerlerine koca koca taşlar atar, erimiş kurşun akıtır. Serseriler de kiliseyi ateşe verirler. Başrahip Claude Frollo bu kargaşalıktan faydalanarak Esmeralda'yı kaçırır. Fakat bu sefer de yüz bulamayınca kızı götürür, çingenelere karşı derin hınç beslemekte olan bir kadına teslim eder.

Bu kadının çocuğu vaktiyle çingeneler tarafından çalınıp kaçırılmıştır. Onun için da zavallı kadın dünyadan elini eteğini çekmiş, taş bir odada tek başına aç, susuz yaşamağa başlamıştır. Fakat, ilkin Esmeralda'yı çok fena karşılayan bahtsız kadın, sonunda bunun kendi öz kızı olduğunu anlar.

Beri yandan kıralın muhafızları, idama mahkum olduğu için asılması gereken Esmeralda'yı araştırmağa başlarlar. Taş odanın önüne gelerek kızı zorla oradan alıp götürürler.

 

Çok geçmeden başrahip Claude Frollo ile çancı Quasimodo, Notre-Dame kilisesinin çan kulelerinin tepesinden, kızcağızın ipe çekilip asılışını seyrederler. Sevdiği kızın böylece can verdiğini gören Quasimodo, çılgına döner; babalığı olan başrahibi kavradığı gibi aşağıya atar. Sonra kendisi de kalkıp gider, idam mahkumlarının mezarlığında Esmeralda'nın ölüsünü kolları arasına alarak can verir ve bu içli macera, böylece sona erer.

Bu çok hareketli konu, müzisyenlerin olduğu kadar sinemacıların da ilgisini çekmiştir. Romanın birkaç operası, sesli-sessiz birkaç filmi de yapılmıştır. Charles Laughton'la Anthony Quin'in ayrı filmlerde canlandırdıkları çancı Quasimodo tipi, sinema meraklılarının zihinlerinden uzun zaman silinmiyecektir.

Samih Tiryakioğlu
(Büyük Yazarlar ve Şaheserleri, Doğan Kardeş yayınları, İstanbul 1963. S. 74-82)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)