Hasan Ali Toptaş'ın dramı ve postmodern yazarın etik perişanlığı
Geçtiğimiz günlerde, popüler bir romancıyla ilgili, onu sevsin sevmesin, yapıtlarını beğensin beğenmesin herkesi 'şaşırtan' bir olay yaşandı. Çok sayıda kadına taciz skandalının merkezine oturan Hasan Ali Toptaş'ın düştüğü durum, bir çok bakımdan düşündürücü ve öğreticidir.
Kuşkusuz böylesi ahlaki, onur kırıcı bir olay karşısında ilk akla gelen, yazarın ideolojisi, estetik/sanatsal anlayışı ve yapıtları ile bireysel yaşamı, kişiliği ve davranışları arasında nasıl bir ilişki olduğudur. Suçlamalar karşısında hayli samimi görünen bir özeleştiri yapmış olsa da, bu, olayla ilgili eleştiri ve yorumların önemini ortadan kaldırmıyor. Nitekim, bir kaç gün sonra taciz suçlamalarını reddeden açıklamaları, tartışma eksenini, samimiyetin sıcak duyarlılığına dayanan ve okuyucunun vicdani yargısını etkilemeyi amaçlayan düzlemden, hukukun nesnel, soğuk ilkesel düzlemine kaydırdı. Üstelik en önemli haberleri bile iki günde eskiten ve unutturan günümüzün medyatik ishal çağında, edebiyat severlerin bile çoğu bu dramatik olayı unuttu gitti. Ama biz, yine de büyük yargıç ve öğretmen tarihe not düşmekten vazgeçmeyeceğiz. İşin ilginç yanı, yazarı, “Orhan Pamuk'tan sonra Türkiye'nin en büyük romancısı”, “Türkiye'nin Kafka'sı” olarak abartılı övgülerle yücelten, parlatan, kendi yayınevleri Everest ve İletişim Yayınları başta olmak üzere, büyük kitap dağıtım-satış holdingleri ve holding medyasının kapkaççı, vurguncu tüccara özgü, ikiyüzlü ve tutarsız tavrıdır. Toptaş'la bütün ilişkilerini kestikleri gibi kitaplarının satışını durdurdular, verdikleri ödülleri bile geri alma havasına girdiler ya da tam bir tüketici dalkavukluğuyla bunu ciddi bir haber olarak sundular. Ki, bütün bu yaptıklarıyla, emin olun, “reklamın iyisi kötüsü yoktur” mantığına uygun hareket ediyorlar ve arsızlığın, yüzsüzlüğün bataklığından kârlı çıkmaya çalışıyorlar. Ve o ana kadar “Türk romanında yepyeni bir soluk”, “kurgu ve dil ustalığında benzersiz”, “geleceğin büyük romancısı” gibi övgülere boğulan, göklere çıkrılan yazarın “sanatsal-edebi niteliği çok yüksek” eserleri birden, sanki yazarın kişisel suçlarından kitapları da sorumluymuş gibi, "suç aleti" mallar gibi piyasadan çekildi, toplatıldı. Buna bizzat, bulunduğum yerdeki bir D&R kitapçısına yazarın bir kitabını sorduğumda aldığım, “onun kitapları satıştan kaldırıldı” yanıtıyla tanık oldum. Bilebildiğim kadarıyla modern çağda dünyanın hiç bir yerinde çok daha ağır suçlar işlemiş yazarın işlediği kişisel suçlarından ötürü, herhangi bir yasaklama olmadığı halde, kitaplarını da sorumlu tutarcasına satıştan kaldırmak kimsenin aklına gelmemiştir herhalde. Bu tiksindirici manzara, Toptaş'ı en sert ve en cepheden eleştiren biri olarak beni bile ürküttü. Burada, yazarı istediği gibi kullanacağı bir alet olarak, onursuz, kişiliksiz bir yazın memuru olarak gören kapitalist düzenbazlığın ve ikiyüzlülüğün binlerce örneğinden birine tanık oluyoruz. Yazarı da yapıtını da tam bir ticari mal olarak gören paragöz piyasa baronlarının, çirkin ve riyakarca, sadece reklam amaçlı şişirip akıllarınca okuyucuya kakaladıkları kitaplardaki birazcık da olsa edebi ve sanatsal değere zerre kadar saygı duymadıklarını bir kez daha öğrenmiş oluyoruz. Şişirilmiş reklamlarla yüz binler satmanın bedeli ve anlamı bu olsa gerek! İşlerine gelince şişirilip parlatılırsın, ama en küçük bir tökezlemede yaka paça tutulup sokağa, çöplüğe atılırsın! TOPTAŞ'I YAŞADIĞI BU DRAMATİK SÜRECE GETİREN ETKENLER NELERDİR? Bu kadar “usta” ve “başarılı” bir yazarın bir değil yirmi kadına tacizle suçlanmasına yol açacak denli belirgin bir kabalık ve ruhsal dengesizliğin nedeni ne olabilir? Herhalde en genel açıklama, yazarlığı ile kişiliği arasında bir tutarsızlık, bir çatışma ya da kişiliğinde ciddi bir bölünme, parçalanma yaşandığını söyleyebiliriz. Çünkü, “o düzeyde, o çapta” bir yazarın, bu düzeyde bir çapsızlık ve bayağılık göstermesini başka türlü nasıl açıklayabiliriz? Yoksa eserleri de mi kişiliğiyle uyumlu, çapsız ve bayağı? İçinde yer aldığı, beslendiği neoliberal-postmodern kültür ve sanat anlayışına bakalım: Her ne kadar neoliberal-postmodern edebiyat ve sanat kuramcıları, yapısalcılıktan devraldıkları, sanat eserini ve arkasındaki düşünceyi sanatçı-yazarın kişiliğinden, özel hayatından, yaşamından bağımsız bir varlık olarak göstermeye çalışsalar da, gerçeğin hiç de öyle olmadığı açıktır. Tam tersine, bütün soyut ve öznel kurgulamalara, masallaştırmalara, tarihin ve toplumun dışında “var olma”, kurgusal fanteziler üretme çabalarına karşın, hiç bir yapıt yaşamın, dolayısıyla ideolojilerin, dünya görüşlerinin dışında değildir. Olsa olsa yaşamın, gerçekliğin canlı, dinamik, gelişen boyutunda değil de, açık veya kapalı, çöken, çürüyen, çöplük ve bataklık boyutunda yer alabilir. Göktürk, Altan, Şafak ve Abdullah Şevki'nin ortak özelliği -ya da sabıkası-, sübyancılığı (pedofiliyi) doğal bir davranış olarak görüp meşrulaştırmanın, ahlaki alçalma ve çürümenin teorisini yapmalarıdır. Orhan Pamuk, yabancısı olduğu ya da tamamen yabancılaştığı ulusal kültüre yönelik saldırıları ve ulusal dilin, Türkçenin ırzına geçmesiyle ünlüdür. Emrah Serbes, bel altının, sınır tanımaz küfürbazlığın “sanatını” yapmasıyla popülerdir ve son yaptığı kaza ile ilgili ilk tepkisi de sorumlu bir aydın ve sanatçı tavrını yansıtmaktan uzaktır. Bütün bu örnekler bizi, insani ve kültürel bir çürüme içindeki kapitalist-emperyalist Batı'nın postmodern kültürüne ve sanat anlayışına götürüyor. Ve bu kültürün, Türkiye'nin toplumsal-kültürel prizmasında daha da katlanmış ve boyutlanmış olarak yansıyan, trajik-komik çürüme ve alçalma tablolarıyla tanıştırıyor. POSTMODERN YAZARLI YILLAR Toptaş'ın sanatı ile kişisel davranışları arasındaki, günlük toplumsal ilişkilerde pek görünmese de düşünsel ve ruhsal arka plandaki kopmaz bağı iyi anlayabilmek için kitaptan bir pasaj aktaracağım. Yani, postmodern yazar Hasan Ali Toptaş'la Denizlili Bekillili ortalama eğitimli köy kökenli yurttaş Hasan Ali Toptaş arasında bir kopukluk bir uyumsuzluk olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Başka bir anlatımla, 1980 ve 90'larda bir çok aydın ve yazar gibi küreselleşme projesine zihinsel olarak devşirilmiş bir “aydın” örneği... Ama bütün devşirilme ve ulusuna yabancılaşma süreçlerinin işleyişi ve mantığı gereği, dışı aşırı pişmiş-kavrulmuş, içi ise çiğ-kaba-ilkel kalmış bölünmüş, tutarsız bir kişilik. Yani özcesi, şöhret rüzgarı yukarılara üflerken özünden kopmuş kendini aşamamış, kendisi olamamış. Burada, Yapısalcılığın felsefi, teorik temelini attığı, postmodern sanat-edebiyat yapıtı ile yaratıcı özne olarak yazarın özel yaşamının birbirinden kopartılması olayın vurgulamak istedim özellikle. Postmodernizmin yapısalcı köklerine bu kadarlık değindikten sonra, söz konusu kopartılma ya da yabancılaştırma olayının ne anlama geldiğini, bu felsefi anlayışın etki alanındaki yazarın sanatsal üretim ve yaratım pratiğiyle, günlük, sıradan yaşam pratiği arasındaki yarılmayı açımlamaya ve çözümlemeye çalışalım. Ama öncelikle şunu tekrar vurgulayalım: Binlerce yıllık insanlığın uygarlaşma tarihi ve onunla koşut sanat ve edebiyat tarihinde nasıl üretilen yapıtlar, içeriği ve biçimiyle içinde üretildikleri toplumsal yaşama derin köklerle bağlıysa, aynı şekilde, yapıtı üreten sanatçının toplumsal-ruhsal dünyasıyla çok daha derin ve katmanlı bağlara sahiptirler. Bu, modern çağın sanat ve edebiyatında ilkesel ve tartışılmaz bir olgudur, temel bir ilkedir. Bütün diğer zihinsel disiplinlerden farklı olarak sanat eseri, yaratıcısının tamamen kendine özgü olan, duygu ve düşüncelerinin karmaşık bir sentezi ve dışavurumudur; yani ruhsal dünyasının karmaşık, çatışmalı bir yansımasıdır; öyle de olmak zorundadır. Başka türlü, sanatın bireyselliğinden, tekilliğinden ve özgünlüğünden söz edilebilir mi? POSTMODERNİZM ve 'ÖZNENİN SONU' İşte tam da burada, yukarıda vurgulamaya çalıştığımız gibi, “öznenin sonu” söylemiyle -aynı zamanda nitelikli sanatın da sonu demektir bu- yaratıcı özneyi paranteze alıp önemsizleştiren postmodernizm, çağdaş estetik ve sanat ilkelerinden temelden kopmaktadır. Bu kopuşun en yaygın teorileştirme biçimi, “kitzsch”leşme olarak tanımlanan, sıradan, bayağı günlük kullanım nesnelerinden oluşturulan “popüler sanat” ile nitelikli sanat ve edebiyat arasındaki ayrımın kaldırılmasıdır. Dolayısıyla, sanat-edebiyat üretim sürecindeki nitelik, özgünlük, deha, ustalık önemsizleşince, onu yaratan sanatçının ideallerini, yeteneklerini, bütün ruhsal dünyasının derinliklerini yansıtan çabası, çilesi de önemsizleşiyor. Dolayısıyla sanatçının kendi doğasının ilkel, geri, kaba arzu ve tepkileri terbiye edip dönüştürmesi ve yetkinleştirmesi de mümkün olmuyor. Böylece, nitelikli, sorumlu, öncü (avangart) özne misyonundan vazgeçen yazar, günlük yaşamında tamamen bireyci, önemsemediği toplumun kültürel, etik değerlerini takmayan, yanıltıcı bir “rahatlama” içinde kendini sıradan, bayağı davranışların ilken çekiciliğine teslim ediyor. Aynı yazar sanatsal üretim sürecinde ise, sanatın evrensel ideolojik-felsefi boyutunu yadsıdığı ya da önemsemediği için, yaratıcılık, deha, mükemmellik, yücelik idealleri ile alay ettiği için, sadece dil üzerinden sınırsız oyunlar ve kurgular geliştiren ustalığı ve maharetiyle, okuyucunun fantezi-eğlence arayışına hitap eden “şaşırtıcı” zekasıyla ancak teknik bir eleman konumundadır. Topluma, insanlığa karşı herhangi bir düşünsel, ahlaki ve sanatsal sorumluluk duymayan, “aslında her şey sanat” diyerek sanatı basit, sıradan bir olaya indirgeyen postmodern sanatçı, günlük yaşamda en bayağı, ahlak dışı “arzu”lara tutsak olabiliyor. Kaldı ki, özellikle cinsellik konusunda postmodernizmin, enseste, eşcinselliğe, pedofiliye (çocuk seviciliğe) kadar uzanan “özgürlükçülüğü” dillere destandır. Toptaşlar da, bu iklimin havasını soluyarak yazar oldular. Öte yandan, Batı'nın, iliklerine kadar, hücrelerine dek, toplum dışı ve toplum karşıtı, nihilist, hastalıklı bireyinin bütün benliğiyle benimsediği kendi çürümüşlüğünün has felsefesini ve tepkilerini oluşturan postmodern sanat ve edebiyatın, bizim gibi bir ülkede bunu benimseyen bir çok aydında doku uyuşmazlığı yaratması kaçınılmazdır. Kuşkusuz, Pamuk, Belge, Şafak, Altanlar gibi, bütün düşünsel ve ruhsal dünyalarıyla, yaşam biçimleriyle, toplumsal-siyasal tepkileriyle doğuştan “Avrupalı” olanları ayrı tutmak gerekir. Köylü Toptaş (bunu küçümseme anlamında söylemiyorum; ben köylülüğümle onur duyuyorum; bizi insana ve doğaya yabancılaşmadan, büyük uygarlık kirlenmesinden koruyacak genetik kökler oradadır), işte bu kültürel doku uyuşmazlığının odağındaki aydınlardan biridir ve “Avrupalı” olma trenini baştan kaçırmış bir kere. Toptaş'ta bu ikilemin yarattığı iç çatışma, postmodern düşünceyle hem neden hem de sonuç ilişkileriyle bağlantılıdır. Bu durum, yazarın büyük eserler vermeye tutkulu, dolayısıyla kendi iç dünyasını durmadan yenilemesine, devrimci bir dönüşümle kendini aşmasına yol açan yaratıcı özne olma ve daha büyük romanlar yazma isteğini köreltmektedir. Yazarın, ve aynı anlayıştaki bir çok benzerinin eserlerine baktığımızda büyük çoğunluğunun romandan çok uzun hikaye olması dikkat çekicidir. Özne olma sorumluluğu ve sanatın nitelikliliği yadsındığı için, büyük, derinlikli ve nitelikli yapıtlar üretmenin çileli kavrulmasından kaçan, imge ve dil oyunlarıyla kolay ve ucuz şaşırtıcılıkların, medyatik tuhaflıkların tercih edilmesi, postmodern sanat anlayışının bir sonucudur. Çünkü bu anlayış artzanmanlı ya da tarihsel-nedensel akışlı bir öykülemeyi, büyük karakterleri / kahramanlar yaratmayı yadsıyor; gerçekçi bir olaylar örgüsü yerine gerçekdışına ya da gerçekle gerçek dışının karışımına dayanan öznel bir kurguyu, zamanın ve gerçekliğin dışında, metafizik öznel bir dünyayı öne çıkarıyor vb... BİÇİM İÇERİK İLİŞKİSİNİN YADSINMASI Bilindiği gibi postmodernizmin en temel ilkesi, sanatta biçim ve içerik ilişkisinin, daha doğrusu biçimi içeriğin belirlediğinin yadsınmasıdır. Bu anlayışa göre sanat salt biçimsel-estetik olaydır. Örneğin edebiyat, dili ustaca kullanma ve fantastik kurgu oyunu ve hüneridir; Lyotard'ın postmodern deyişiyle edebiyat bir “dil oyunu” olduğu gibi, gerçeklik de “dil oyunundan ibarettir”. Bunu Toptaş, “benim için önemli olan biçim ve kurgudur”, “dil bir araç değil amaçtır” diyerek özetliyor. Toplumsal ve insani sorunlar, dil oyununun araçlarıdır, figüranlarıdır. Yani sanatın, toplumsal, insani gerçeklikle, sorunlarla, amaçlarla herhangi bir ilişkisi yoktur. Amacı sadece kendisidir. Bunun konumuzla ilgisi şudur: Sanat ve edebiyat eserinde özgünlük, yaratıcılık, deha deyince, sanatçının bütün benliğiyle, bütün içtenliğiyle, kin, öfke, düşmanlık, dostluk, iyilik, erdem, soyluluk, sıradanlık, korkaklık, yiğitlik vb eğilimleri bir biçimde yapıtına yansıması demektir. Bunu daha felsefi düzeyde şöyle ifade edebiliriz: Yazmak, yazarın her şeyden önce ruhsal ve duyusal özyapısını, öz bilincini dışa vurduğu bir eylem ve/veya etkinliktir. Kısacası gerçek yazar, yapıtlarıyla organik bir bütünlük içindedir; tıpkı bir annenin çocuğuyla olan derin ruhsal ilişkisi gibi; ki çocuğunu, sevmese de, dövse de, terk etse de bu böyledir. Bu yaratım sürecinde ikiyüzlülük, çifte kişilik, art niyet, samimiyetsizlik, hile, sökmez, kendini ele verir. Çünkü hiç bir teori, yazarı, toplumsal bir ürün, nesne olan eserini yaratırken, ideolojik değerleriyle, bilinçli ya da bilinçdışı, topluma karşı ahlaki-insani sorumluluk duygularıyla bağ kurmaktan alıkoyamaz. En toplum karşıtı duygu ve düşünceler bile, örneğin şimdilerde popüler olan Nietzschecilik ve Nihilizm biçiminde, yine de toplumsal-ahlaki bir içerik taşır; ya ahlak dışılık ya da ahlakilik biçiminde. Ya çürüyen, asalaklaşmış ve mafyalaşmış emperyalist sistemin ahlakı, yani ahlak dışılığı, ya da yeni bir toplumsal ve insani dünya öneren emekçi sınıfların ahlakı olacaktır bu. HASAN ALİ TOPTAŞ'IN DRAMI Hasan Ali Toptaş'ın, dramı, bütün çelişki, tutarsızlık ve açmazlarıyla işte burada düğümlenip sarmalanıyor. İnsan kişiliğinin oluşumunu ve gelişimini toplumsal üretim ve yaratım sürecinden koparan, sanatı biçim ve dil oyunlarıyla bir fantezi ve eğlence aracına indirgeyen bir anlayışla yetkin yapıtlar üretilemediği gibi, gelişmiş, yüksek karakterli, sorumlu, saygın aydın-sanatçı kişilikler de ortaya çıkmaz. Çünkü, insan üretim içinde kendi iç hesaplaşmasını yaşayarak kendini yeniler ve olgunlaşır, yetkinleşir. Oysa Toptaş'ın içinde yer aldığı sanat üretiminde bu içsel dönüşüm süreci yaşanmıyor; ya da tıpkı kurgularında yarattığı kahraman olmayan kahramanlarında olduğu gibi kesikli, parçalı, bölünmüş, çok kimlikli karakterlerin birbirine girdiği belirsiz, anlamsız bir süreçtir yaşanan. Dolayısıyla, üretirken, yaratırken kendini de yeniden yaratma, kendini aşma vb içsel dönüşüm ve yükselme, yetkinleşme ve insan olmanın en ileri erdemleriyle buluşamıyor yazar. Çünkü, neoliberal - postmodern sanat ve edebiyat anlayışında, sanat eseri nasıl toplumsal-insani bir amaç ve içerik taşımıyorsa, yazar da toplumsal ve dolayısıyla etik/ahlaki bir sorumluluk duymuyor. Oysa her sanat ve edebiyat yapıtı, topluma, insanlığa karşı bir sorumluluk taşır; yani etik/ahlaki bir öz taşımayan sanat sanat değildir. En az onun kadar önemli olan, sanatçı da yapıtlarıyla bütünleşmiş olarak topluma/ulusun karşı ahlaki bir sorumluluk ve öncülük görevi taşır. Hasan Ali Toptaş'ın şöhret basamaklarını hızla tırmandığı 1990 ve 2000'lerde, küreselci neoliberalizmin büyülü “özgürlük” kavalının ayartmasıyla (devrimci, ülkü veya İslamcı) ideallerinden ipini koparıp bayağılaşma ve sıradanlaşanların yükseliş devriydi. Başta cinsellik olmak üzere “bastırılmış” ilkel hazlarının gecikmiş tatmininin derdine düşen, toplumsal ve devrimci yüce değerlerden yüzgeri etmiş entel özentilerin dibe vurmuş bireyciliğinin altın çağıydı. Neoliberal postmodern kültür ve sanat dalgası bu yozlaşma ve çürümenin altına kendi sahte cennetinin halılarını serdi. Hele biraz şöhret olmuş, egon da yeterince şişirilmişse değme keyfine! Artık hiç bir kadın sana karşı koyamazdı!.. Hödükleşmiş entel tipler, “özgürlük hemen şimdi”yi dillerine dolarken, aslında, nasıl devrimci yüce idealleri terk ettilerse, aşk, sevgi, saygı ve dostluk gibi yüce değerleri de bir kenara atarak, “cinsellik hemen şimdi” diyorlardı. İşte köklerinden kopan Hasan Ali Toptaş'ın, sahte cennetin göklerinde uçarken birden yere çakılışının ve belki de ilk kez gerçek yaşama uyanışının 30 yıllık hazin öyküsü buradadır! Ne demişler: Yüksek uçan alçak konar. Ve ırmağın denize doğru koşması kaynağına bağlılığındandır. Mehmet Ulusoy
Elbette gerçek yazarsan, yapıtlarında sanatsal, edebi bir cevher varsa, çöplükten bir inci olarak da çıkarsın. Yazarlık bir uzun yürüyüştür; ve tarih, ucuz ve kolay şöhretlere insanlık dersini mutlaka verir.
Belli bir sanat-edebiyat anlayışının iddialı, ya da öyle gösterilen bir temsilcisi olarak Toptaş'ın öznesi olduğu olay/lar ve çağrıştırdıkları, değinmek istediğimiz konu açısından oldukça ideal bir örnektir. Gündeme gelen söz konusu olay bağlamında, sanatçı-yazarın kişiliği ile eserine yansıyan sanat anlayışı arasında derin bağlar olduğunu, dolayısıyla yaşananların bir bakıma hiç de sürpriz olmadığını görmek gerekiyor. Çünkü, postmodern kuramcıların aksine, en ideal postmodern yapıtlar dahil, hiç bir yapıt yazarın ruhsal, düşünsel, duygusal dünyasından bağımsız değildir.
Söz konusu ilişkiyi daha geniş bir ideolojik-kültürel örnekleme bağlamında şunu da eklemeliyim: Olayı duyduğum anda zihnimdeki bazı benzer olgular ve kişiler hemen yan yana dizildi; bir sistem ve bir kavram oluştu. Gülay Göktürk, Ahmet Altan, Ayşe Kulin, Elif Şafak, Abdullah Şevki, Orhan Pamuk, Emrah Serbes... Hepsinin ortak paydası, neoliberal-postmodernizm cephesinden aydınlanma ideallerini, toplumsal gerçekçi çağdaş estetik ve etik/ahlaki ilkeleri yadsımaktır ya da önemsizleştirmek, ciddiye almamaktır.
Son kırk yılın kültür-sanat piyasasına egemen sanat-edebiyat eleştirmenleri ve araştırmacıların belirttiği gibi Hasan Ali Toptaş, 80 sonrası postmodern edebiyat akımının, günümüze kadar ürün vermeye devam eden, Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar gibi önde gelen yazarlardan biridir. 2018'de yayımlanan Çürümenin Estetiği: Yeni Ortaçağın Kültürel Biçimi ve Postmodernizm adlı kitabımda Hasan Ali Toptaş'ın içinde olduğu sanat anlayışını, özellikle postmodernizm bağlamında ana hatlarıyla ele alıp incelemiştim.
“Yapısalcılık gerçek nesneyi paranteze alırken insan öznesini de paranteze almıştır. Yapıt ne bir nesneye gönderme yapar ne de birey öznenin [ruhsal-düşünsel] dışavurumudur; bu yolların ikisi de kapatılmıştır. Geriye sadece kurallar sistemi kalmıştır. Böylece birey özne, yazarın, sanatçının kendisi, tamamen tasfiye edilmiş ve somut kişilerle, dolayısıyla toplumla ilgisi olmayan bir yapının işlevine indirgenmiştir. Özetle yapısalcılık, Batı toplumlarında postmodernist çözülüş ve çöküş teorileri için güçlü bir tür düşünsel fidelik rolü oynamıştır.” (1)
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR