Son Dakika



Sonbaharın bütün görkemiyle yaşandığı bir tenhalıkta telaştan uzak yürüyorum. Bakır çalığı yapraklar ayaklarımın altında çatırdayarak ufalanıyor… “Su serpin, serin edin” yazana geri dönüyor, rutubetten yer yer kabarmış gri taşına bakıyorum bir kez daha. Ve sırtını yasladığı, bir boydan diğer boya uzanan sıvası dökülmüş duvara.

Ve taşının üstünden duvarla birleşip havalanan kırmızı balonlara…

Evim, derin bir yarın üstüne kurulan mezarlığın hemen karşısında. Körfez göz alabildiğine uzanıyor penceremden… Kabristanla aynı manzaraya bakıyoruz. Büyük şehir kaçkınlarının suyunu, denizini, gelincik tarlalarını, zeytinliklerini, mandalina bahçelerini hırsızladığımız bu kasabanın mezarlıkları, bulundukları konuma bakmaksızın alçakgönüllü bir tavır içinde. Toprak testilerin ayak uçlarına dikildiği, kumtaşından, mozaikten, kimi de adi mermerden gösterişsiz hece taşlarının olduğu... Bir iki dışarlıklı kabiri, hatta daha da farklı ifade edeyim, görmemiş bir iki dışarlıklı olanını, metal yontu başlığından ya da siyah mermerinin şatafatından anlardınız zaten. Üstünde ağaçlar sallandıkça günahların döküleceğine inanılan, ölüsü gölgesinde yatsın diye fidelerle donatılan buralı kabirlerin sahipleri bu yeni moda zıpırlıklara, başına bir iğde dikmek yerine kafese alınarak korunan metal yontulara gülüp geçse de… Geçtiğimiz seneydi, berberde rastladığım birkaçı bana kabirlerin başına iğde fidesi dikmenin gereğinden söz ediyordu… Mezarlıkları ağaçlandırmanın kökünün Şamanizm’e dayandığını ve geleneğin asırlardır monoteizmle bir tür kafa bulduğu hakkında kurduğum çok bilmiş birkaç cümleye, dişlerin üstünde gezdirdiği dilini suratıma suratıma şaklatarak beni susturan köylü dayının şeddeli bir “tövbe estağfurullah” ı ile son vermiştim.

Mesaj alınmıştı!

İşte tam da o gün girdi hayatıma Darina. Rayına oturtmaya çalıştığım darmadağın hayatıma...

Geçen güzdü.

*

Gördüğüm rüyanın tamamını kendimi zorlasam da anımsayamıyorum. O adacığa varıp varmadığımı, rutubetli kesif kokunun belki de yatarken açık bıraktığım camdan içeri dolup dolmadığını bilmiyorum? 

Yine saç diplerime kadar terlemiş bir halde uyanmış, yastık kılıfından geldiğini anladığım keskin kokudan midem dönmüştü. Sabah mı akşam mı olduğunu toparlayamadığım bir alacalık? Çekili storların üstünde oyunlar yapan gölgeler iyice uzayıp yok olunca anlamıştım zamanı. Yavaşça doğruldum, votka şişesinin dibinde kalan son birkaç yudumu başıma diktim. Ağzımdan yastık kılıfına bulaşan kahverengi sıvıya takıldı gözüm. Kurumuş kana benziyordu. Ürktüm. Telaşla yataktan çıkıp, banyoya doğru koşacaktım ki zınk diye durdum! Yatağın dibinde, yerde, ayağa kalkmadıkça göremeyeceğim bir açıda boylu boyunca, neredeyse çıplak bir kadın yatıyordu. Tam da o sırada bir Arap bülbülünün şakıması duyuldu. Tüylerini kabarta kabarta açıp kapıyordur şimdi gagasını, diye, geçirdim aklımdan. Ayağımın dibinde yatan sarhoş mu, ölü mü olduğunu henüz bilmediğim kadının başıma büyük işler açacağı ihtimal varlığına rağmen saçmalamayı başarıyordum?

Yüzükoyun yatıyordu. Suratının açıkta kalan diğer yarısı, yataktan yere taşan çarşafın altına saklanmış, sırtını tamamen açıkta bırakan elbisesinin etekleri belinde toplanmıştı. “Sıçtın oğlum sen!” dedim kendi kendime ve bakışlarımı eteklerinden aşağıya indirdim. Çamaşırı üstündeydi. Yavaşça yanına eğildim. Dün gece yarısından sonra takıldığım bir partide tanıştığım kadındı bu. Darina. Sanırım adı buydu. Ressam olduğundan söz etmişti galiba. Kalçalarını vücudundan bağımsızmışçasına kıvırıp büktüğü, kollarıyla gövdesini sevdiği dansını... Taksideki alevli hallerini… Ha bir de meme uçlarının teninin beyazlığıyla tezat bir koyulukta olduğunu anımsadım… Oraları ne ara gördüğümü değil ama!

Bardakla falan uğraşmayıp şişeden içmeye devam etmiştik evdeki votkayı. İçinde küçük kızımın resminin olduğu çerçeveye uzun uzun baktığını bir de kadının… Çantasından rujunu çıkardığını… Anlamadığım bir dil konuştuğunu! Hatırladım.

*

Yattığı yerden görebildiği kadarıyla etrafında hiçbir şey yoktu. Bir ağaç olsun… Bir çalı ya da bir ev… Karla kaplı bir hiçliğin ortasına öylece bırakmışlardı onu. Terkedilmiş yaşlı bir köpek gibi öylece. Günlerden neydi, saat kaçtı? Elbet bir öncesi olmalıydı bu yerin… Aniden savrula savrula bir kar başladı. Çok üşüyordu.

“Darina, Darina…” O ıssızlıkta biri ismini sesleniyordu.

“Proşu… Proşu.” Donmak üzere olmalıydı ki kirpiklerini birbirinden ayırıp gözlerini açmak için epey bir çaba gerekti.

“Darina, adın buydu değil mi? Dur, kaldırıyorum seni. Kanepeye bir oturalım önce. Sonra da şu battaniyeyi al üstüne. Donmuşsun…” O an itibariyle hatırladı Darina. Yutturulmaya çalışılan zaferi… Göç yoluna düşen adımların çaresizliğini… Kimsesizliğinin bir nebze olsun dağılması için gri boyası yer yer kabarmış bir duvara ve duvarın dibinde yatan tanımadığı bir çocuğun mezar taşına çizdiği balonları…

“Dün gece iyi dağıtmışız!” Adamın, seyrelmeye yüz tutmuş sarı saçlarına ve içkinin etkisiyle sulanmış gözlerine baktı. Sesine takındığı neşeli tını sinirine dokunmuştu. Gözlerini kapatıp kalbinin gümbürtüsünü dinledi. Kulaklarındaki uğultuyu… Dudaklarının arasından bir inilti çıktı önce, baş ağrısı dayanılmazdı. Koluyla gözlerini perdeledi. Kuru kuru öğürdü.

“Al şu çöp kovasını kucağına…”

“Allah bela versin senin. Fuck you!” O güzel yüze çirkin bir maske gibi oturdu öfke!

“No no no! Nothing happened! Hiçbir şey olmadı.” dedi Salah. Kaskatı duruyordu koltukta kadın, dimdik! Dans etmiyorken minyonluğu iyice belli olmuştu. Omuz başları ve yüzü halen yazın bronzluğunda... Mutsuzluğun o umursamaz ifadesi yerleşmişti suratına.

“Üşüdü ben.” dedi yavaşça tarazlı bir ses. Güneş, tamamen çekilmeden odayı son bir dolandı. Alacalık yerini usulca inen karanlığa bıraktığında anlatmaya başladı Darina.

“Sahnenin hemen yanındaki bir köşeye yerleştik. Tiyatronun güvenli olduğunu söylemişlerdi. Evimiz harabeye dönmüş, kocam bize ulaşamayacak kadar uzakta, yollar kapalıydı. Çok arada birkaç dakikalığına telefon bağlantısı kurabiliyorduk ancak. Elektrik kesintileri artarak sürmeye devam ettiğine göre yakında o da zorlaşacaktı anlaşılan.

Binanın terasına, bir boydan diğer boya kocaman kırmızı balonlar çizmiştik ben ve bir diğer sokak ressamı. Üç dilde ‘İçeride Çocuklar Var’ yazmıştık bir de.

Bir sürü yeni insan aldılar içeri bir gece. Silahlı insanlar. Milislermiş. Duyulursa sonumuz olurdu…

Bir ara bize düşen yemekten ayırdıklarım ve bir kap su ile kapının önüne çıkmıştım. Sahipsiz kalıp sokaklara düşen hayvanlar için elimizden bundan fazlası gelmiyordu. Birden kulağımın dibinde korkunç bir patlama yankılandı. Kırılan camların şangırtısını çığlıklar izledi. Hayatta kaldığımı kavramam zaman almıştı. Ve halen duyabildiğimi... Patlamayla birlikte binanın girişine doğru uçan bir adam görmüştüm. Yüzü, bir tek yüzü açıkta kalmış, vücudu, kırık camlardan bir tümseğin altında kaybolmuştu. Hayatta olup olmadığı ile ilgilenmedim bile. Binaya girişteki moloz yığınını aşmaya, içeriye ulaşmaya çabalıyordum. Ayaklarımın altında ufalanıp hareket eden zemin… Zemin çöküyordu…

Gözümü açtığımda nereye yol aldığını bilmediğim bir ambulansın içinde, balık istifi gibi yan yana yatırılmış diğerleri ile beraberdim. Yerden kazanmak için yuvalarından çıkarılmış sedyenin bağlantı yerleri kalçama, bacaklarıma batıyordu. Yanımdaki kadına, ‘Çocuklar nerede?’ diyebildim. ‘Patlamadan sonra bütün çocuklar sustu. Hepsi sustu.’ diye ağlamaya başladı kadın…”

Hiç kesmeden dinlemişti Salah. Uzunca bir süre tek bir laf etmeden yan yana oturdular. “Söylediklerinden tek bir kelime dahi anlamasam da” dedi adam, “Balonları kimin çizdiğini biliyorum artık.” Kızının resminin durduğu çerçevenin duvarla birleştiği yerdeki kırmızı balonu uyandığı an fark etmişti.

Rujla çizilmiş olan…

Ş. Didem Keremoğlu
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)