Son Dakika



Cemil Kavukçu’nun on kısa öyküden oluşan yeni kitabı Aynadaki Zaman okurla buluştu.

Sir Arthur Conan Doyle’dan bir alıntıyla açılır kitap: “Bence hayatın alışılmış, olağan akışı dışındaki her şey anlatılmaya değer.”

Bu sözün çağrışımları öyküleri okudukça daha iyi yankı bulur okurda. Cemil Kavukçu, gene denizlerden, gemilerden ve martılardan çıkıyor yola.

Ama onlara bambaşka ve alışılmadık bir yerden bakıyor. Biraz daha sivrilmiş sanki kaleminin ucu, daha çok acıtıyor. Sonra yalnız kadınların ve çocukların dünyasına incelikle giriyor.

Aileye bakıyor, hakkaniyetli ve iyi ayarlanmış bir mesafeden. Neden bahsederse etsin, onca öykü bir yerlerinden birbirlerine teğetleniyor ve bütünde hep aynı ünlemi imliyor: Zaman acıtır! 

Zaman bir oyuk gibidir çoğun. Söylenmemiş sözlerle söylenmiş olanların, birbirine tuhaf bir şekilde benzeyen pişmanlıklarıyla dolup taşar yaşadıkça. Yavaş yavaş.

İnsan ne kadar yaşamasa da artık, bir zaman yaşadıklarının ağrısından kaçamaz. Böyle böyle birikir o yıldırıcı tortu.

Kemiklerin, eklemlerin, duyguların paslanması, hep yaşamanın acı suyuyla. Anlama ve anlatma çabasıyla. 

YA HEP YA HİÇ

Peki martıları nasıl bilirsiniz? Ya denizi? Meltemli, ıtır kokan romantizmi bir yana koyup çıplak gözlerle bakmayı denersek o deniz, korkulan ormanı olabilir mi bir çocukluğun? Yaralı bir tutkuyla sarılı olduğundan vazgeçilemeyen, ama içten içe hep korkulan o orman. (“…Denizi gördüğümde sekiz yaşındaydım,” diyorum. Çocukluğumun bütün bilincini taşıyan o yaşta, hem kırılgan hem de alabildiğine coşkuyla doluyken neler hissettiğimi merak ediyorsun, değil mi? Merak etmiyorsun da ben mi öyle anlıyorum; tamam, yine de söylemek istiyorum, korktum. Evet, korktum. Ama deniz beni büyülemişti.”) 

Kendine ait kılmadığı her şeyden olduğu gibi, insanlardan da nefret edebilir mi deniz? Martıları da ajanı gibi kullanır belki, gözlerini oydurur onlara itinayla boğduğu adamların. “Her şey mümkün”ün tekinsizliğinde yeni denizler ve yeni martılar doğurabilir muhayyileniz. Öyküler bunun içindir biraz da, işaret etmeden kaçamak bir bakışın ucunda göstermek için bazı şeyleri. (“…Orada çok tuhaf şeyler olur. Gemiciler, gördüklerini, yaşadıklarını, tanık olduklarını aralarında bile konuşmazlar. Tanıdıkça korkup çekinirler ondan. Çünkü, kendisinden olmayan her canlıya, her nesneye düşmandır deniz. Ya hep ya hiç, der fısıltıyla. Martılar hariç!”) 

Denizde ya da karada, yeni adlar, yeni anlamlardan önce doğar bazen. Ad anlamdan büyüktür, adından sonra var olur anlam ya da. Anlamı yüceltmek yerine, duyunun ve duygunun çapaklarını alıp, kenarlarını törpüleyerek iyice sivriltmek, varla yok arasındaki zaten ürkek olan o çizgiyi koca bir silgiyle daha da belirsizleştirmek… Sözcükler arasında alınan o kısa nefeslere, sözü tam doğuracakken kıvrımını değiştiren ağız denen o kara kuyuya, gözün ucundan yere düşen o tedirgin bakışa yoğunlaşmaktır belki de aslolan. Sözün büyüsüne kapılmadan, çıplağından yeni bir dil yaratabilmektir. (“…“Okkadi,” demiştim, “muhteşem olan sensin.” “Canııım,” demiştin. Sana ilk kez Okkadi dediğimde şaşırmış, “O ne?” demiştin. Bir anlamı yoktu, şifrelenmiş sözcükleri açıklayıp senin bendeki karşılığın olduğunu söylediğimde, boynuma sarılmıştın. Sen artık Okkadi’ydin. Sonra, karşılıklı olarak buna benzer birçok sözcük uydurmuştuk.”) 

Başkalarının rüyaları, başkalarının korkuları ya da değişimlerinden doğar bazı öyküler. Yaş almakla yaşlanmak arasındaki fark gibi korkunçtur bazen bunları gözlemlemek. İnsanın içiyle dışı-sözüyle suskusu, geceyle gündüz gibi farklı ve bir o kadar muhtaçsa birbirine, daha insafsız olunmalıdır sıradan görünen anların öyküye doğru yol alan kazısında. ( “…“Anladın mı? İnkâr ediyorum.” “Anladım,” dedim. Sandalyesinde geriye yaslandı. Ellerini ensesinde kenetleyip gözlerime baktı. “Anlamadın ama neyse.” “Bunda anlaşılmayacak ne var ki?” “Çok şey var. Ben sana iki kısa rüya metni getirdim. Onları okuyup değerlendirmeni istiyorum.” Buluşmamızın nedeni anlaşılmıştı. “Merak ettim,” dedim. Bir yandan da gerçek duygularımı sesimden, yüz ifademden okumasından korktum.”) 

Hep iç içedir o öyküler ve kimsenin öyküsü tek başına değildir; hep başkalarının teğetinde, gölgesinde, nefesindedir. Aile denen tanıdık yabancılarsa mevzubahis, daha da karışır sınırlar ve sınıflar birbirine. Hatırlayışlarında bir yaşlı kadının örneğin, zaman acımasızdır. Silgisinde hoyrattır, elini korkak alıştırmaz. (“Anne, mutfakta kim var?” “Baban, oğlum.” “Babam öleli on sekiz yıl oluyor anne!” Bir süre susmuştu. “Doğru ya,” demişti, “baban öldü. Arada böyle karıştırıyorum işte oğlum.” Bunu Sedat’a söylediğimde, “Olabilir abi,” demişti, “Belki de babamız o anda mutfaktaydı.””) 

Ah o komşular, 

eş-dost ve akrabalar… 

Peki onca ölümün ardından, zamanın elinde oyuncak yaşlı bir kadın “anne” diye ağlarsa ne yapılabilir? Aradan geçen altmış yıla ve onca unutuşa rağmen annesinin anısını incir ağacı ve şimşirlerin kokusuyla birleştirip sakladıysa hafızasının iyice boşalmış bahçesinde, zaman utanır mı? Birazcık da olsa! (“Durup dururken ‘Anne,’ dedim geçenlerde. Ben, altmış altı yaşında, torun sahibi kadın. Sesli sesli ‘anne’ dememiştim yıllardır. Onu duydum. Çok yakınımdaydı. Seslendim ona. Sonra da düşündüm, bana annemi hatırlatan ne? Buldum: incir ağacı ve şimşirler. Şakire Abla’nın evinin kokusu. Avludaki incir ağacını hatırladım, sonra da avludaki çiçekliği çevreleyen şimşirleri...”) 

Ah o komşular, eş-dost ve akrabalar… Her zaman gizli bir yerde ince telaşlarını hazırda bekleten, istim üstünde acı avcıları: “Neme lazım, ne zaman gerekeceği belli olmaz.” En çok onlar için yaşarız ve onlar için ölürüz zaten. İnce ince parlatırlar ikinci el kederlerini. Kendi öykülerini çoğaltırlar arsızca acılardan beslenerek. En çok, bir çocuğun karşısında gölge gibi korku olurlar. Zamanın karşısında böyle tutunduklarını sanırlar. (“Cemile’nin kalbi gümbür gümbür atıyordu. Hacinsa’dan korkuyordu… En çok da, yüzünde donup kalan alaycı gülüşünden ve mavi gözlerinden korkuyordu Cemile. Bakışları bakış değil, zehirli birer oktu.”) 

Öyküler anlatılır, zamanın oyuğunda. Zamanın silgisinde. Aynasında. Sadece erkeklerin öyküleri değil, kadınların ve çocukların da. Yaşlı kadının artık tek gerçeği olmuş çocukluğunda, denizden korkan bir çocuğun denize sevdasında, herkesin sevdiği denizin herkese beslediği, pek bilinmeyen düşmanlığında… 

Martılar, olmayan omuzlara gelir konarlar sonra. Yorgun kanatlarını birkaç kez kıpırdatıp oyacak yeni gözler ararlar. Tüylerinin ucuyla, özenle parlattıkları yeni sözcükler koyarlar sonra oydukları o gözlere. Yaşlı kadın ‘anne’ diye ağlamaktadır hâlâ. Pencereden incir ağacı ve şimşirlerin kokusu gelsin diye dua etmektedir. Komşusu bu hüzünden gizli bir sevinç doğurur, dudağının kenarına koyar. Artık çocuk olmayan çocuk kıyıda dikilir, uzun uzun artık deniz olmayan denize bakar. Bir zaman olduğu insanı düşünerek zamanı anlamaya çalışır. Herkes kendi martısını, kendi denizini, kendi sızısını beklemektedir kıyısında bir şeylerin. Ve zaman her unutuşta kendini bir kez daha doğurur. 

Sonrası, öyküye durur.

Renk değiştirmiş karların kürenmediği, yer yer buzlanmış kaldırımda dikkatli adımlarla yürüyoruz. Uzak gözlüğü takmamakta inat ettiğinden gözlerini kısmış, sağ elinde hiçbir işe yaramayan bastonu, sol elinde ise, yine hiçbir işe yaramadığını ve içinin gereksiz şeylerle dolu olduğunu düşündüğüm çantası. Bir gün bile eksik etmemişti yanından o çantayı ama bir gün bile açıp içinden bir şey çıkarmamıştı. Kimliği ile bütünleştirmeye çalıştığı, sembolik olmaya zorladığı –bir dönem kaşkol ve kaskete böyle bir işlev yüklenmemiş miydi– çantasıyla beynini elinde taşıyordu. Bunu bir kez –herhalde sarhoş olmalıydım, çünkü başka türlü ona böyle bir eleştiri getirmezdim– söylediğimde tepki almıştım. Bana kırılmış, uzun süre arayıp sormamış, mağrur kırgınlığının biletini bana kesmişti. Şimdi ise, zoraki uzlaştığı eski bir düşmanıymışım gibi yürüyor benimle. Bu benmerkezci davranışlarıyla çevresi öyle boşaldı ki, bunun bile farkında değil. Onun için üzülüyorum. 

Düşmesinden korkuyorum. Koluna girip destek olmayı aklımdan geçirsem de buna asla yeltenmem. Tersler, çünkü bu bile onun için bir onur sorunudur artık. Adımlarını öyle dikkatli atıyor ki, bir balenin yavaşlatılmış provasının az sonra kovulacak kötü oyuncu adayına benziyor. Düşüp bir yerini incitmesi değil derdi, çünkü bedeniyle küs. Gülünç duruma düşmekten çekiniyor. 

Beyninin yönettiği bir oyuncu, hatta bir figüran olarak görüyor bedenini. Eski eşinin zorlamasıyla yaptırdığı bir sağlık taramasında ortaya çıkan olumsuz sonucu bir aldatma, bir ihanet olarak algılamıştı. Beyninin oyuncağı bu zavallı biçim nasıl yapardı bunu ona? Kanser de neyin nesiydi? Ondan habersiz bir ur, onun bedeninde nasıl büyüyebilirdi? Bir gece, eskiden çok sık gittiğimiz, artık adımımızı bile atmadığımız meyhanede, viraneye tünemiş baykuş gibi oturduğu sandalyesinde durup dururken Timur Selçuk’un “İnme” şarkısını sormuştu. Sol kaşı yine kalkmıştı ve kavgaya hazırdı. Bilmiyorum, demiştim. Kavgacı bakışı alaycı, küçümseyen bir ifadeye dönüşmüş, dinle, demişti ve gözlerini kapayıp şu bölümünü mırıldanmıştı şarkının: “Asla sana ne dil uzatır ne de el kaldırırım / gözümü kan bürümüş diye benden çekinme/ nasıl düşerse bir ağaca yıldırım / beni baştan aşağı çarpar o lahza inme.” Yine o top namlusu gibi bakışlar gözlerime hedeflenmişti. Hayır, soru sormuyor ve yanıtını beklemiyordu. Bu kalleşliğe boyun eğmemek için her türlü tıbbi müdahaleyi reddetmişti, bunu söylemek istiyordu. O lahza inmişti inme ve bedenine küsmüştü. 

Yalçın Tosun

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)