Son Dakika



7 Mayıs 2014 Çarşamba günü AÜ Rektörlüğü salonunda 14. Uluslararası Ankara Öykü Günleri’nin ilk gününde Erciyes Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sevinç Üçgül’ün yönettiği “Azerbaycan’da Öykü Edebiyatı” açık oturumunda (panel) heyecan verici konular konuşulmuştu.

Konuşmacılar aslında matematikçi ama aynı zamanda yazar ve Bakü’de Hazar Üniversitesi’nin rektörü Hamlet İsayev, Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar (Rızayev), Türk dünyası yazarlarıyla ve dilleriyle yakın ilişkide olduğunu öğrendiğim çevirmen İmdat Avşar’dı.

Pervin Nuraliyeva
 

“AZERBAYCAN’DA ÖYKÜ EDEBİYATI”

Yazar Özcan Karabulut’un özveriyle yarattığı ve inatla sürdürdüğü “Ankara Öykü Günleri”nin böyle bir toplantı düzenlemesi önemli bir olaydı. Ancak bir avuç öyküsever dışında bırakalım basını, rektörün açılış konuşması yapmasına karşın Türk dili ve edebiyatı bölümü öğrencileri gelmemişti, bırakalım öğrencileri hocaları bile gelmemişti. (Türkiye’de ne yazık ki manzara bu ve bu cahillik başka bir yazı konusu.)

Oturumda, Azerbaycan Türkçesi edebiyatıyla Anadolu Türkçesi edebiyatının birbirini tanıması ve nasıl ilişki kurması gerektiğinin tartışılması için bir fırsat vardı. İlk konuşmacı Prof. Dr. İsayev,  Çehov öykücülüğünü, romanla öykü ayırımını, Çehov’un hep roman yazmak istediğini ama beceremediğini anlattı.

Anar Rızayev önemli bir yazar olmasının yanında aynı zamanda Türk Dünyası Yazarlar Birliği Başkanı. Bir “Türk dünyası” “Dil Kurumu” kurulması, Türkçe’nin tek bir “ağız”da karar verip Türkçe konuşan ülkelerde yayınlanan bir kitabın 150 milyonluk okur kesimine anında ulaşabilmesinin sağlanması, İspanyol edebiyatının dünyadaki gücünün biraz da bundan ileri geldiği gibi yorumlara sıcak bakmadı.

Azerbaycanlı yazarların kendi dilinde Türkiye’deki yazarların kendi dilinde var gücüyle edebiyat yapmasını ama Türk dünyası yazarları ve politikacılarının yazışma ve ilişkilerinde günlük konuşma dili olarak Anadolu Türkçesinin kullanılması gerektiği konusunda hemfikir olduğunu belirtti.

AZERBAYCAN EDEBİYATINI NE KADAR TANIYORUZ?

Azerbaycan’ı ne kadar tanıyoruz? Emperyalizmin dört bir yanımızda bizzat ülkeler yıkıp, memleketler parçaladığı, halklar arasında eski kavgaların körüklenip yabancılaşmanın yaşandığı bu günlerde durum “can pazarı”na dönüşmeden hepimiz kendimize bu soruyu sormalıyız; soyut bir “Ortadoğu halkları” dayanışması bu durumu kurtarmaz.

Birbirimizi tanımak zorundayız.  Birkaç on yıl içinde, her an, İran, Rusya ve AB-ABD emperyalizminin dolaplarıyla hepimiz küçük kent devletçiklerinde kimliksiz kişiliksiz ve düşman içinde yaşıyor hale gelebiliriz.

Türk dünyası federasyonu düşüncesine kadar uzanacak beyin fırtınası eğer gerçekleşirse düşünce olarak bile emperyalist barbarlık için en önemli caydırıcı güç olarak görülüyor benim için.

Ancak edebiyatın “akademik” çevrelerinden, böyle stratejik düşünen bir politik tavır beklemek işin doğasına aykırı. Yine de Atatürk’ün de müthiş bir öngörüyle yıllar önce işaret ettiği bu büyük federasyonun altyapısının ancak edebiyatla kurulabileceğine inanıyorum.

“BİR ERMENİ GENCİN HATIRA DEFTERİ”

Azerbaycan emperyalist güçler tarafından bölünmüş ülkeler kategorisinde Kore, Latin Amerika, Balkan ülkeleri örneklerine eklenecek en acıklı durumda olan bir ülke.

Önce 1800’lerin başlarında Rusya ve İran tarafından “Güney” ve “Kuzey” olarak ikiye bölünmüş. Neredeyse iki yüz yıldır birbirlerine hasretler.

Ama daha da önemlisi, -ikinci acıklı durum- Anadolu Türkleriyle olan ayrılma. Çünkü Azerbaycanlı diye bir halk yok. Bu ismi onlara işgalciler vermiş. Onlar “Azeri değilem, Türkem!” diyorlar.

Bu durum(lar) karşısındaki buz gibi aymazlığımız, Ömer Seyfettin’in Balkan Harbi’nden hemen sonra 1913 yılında  “Ashab-ı Kehfimiz” (Bir Ermeni Gencinin Hatıra Defteri) adıyla yazdığı -bugünlerde mutlaka okunması gereken- çok ilginç romanındaki bir sahneyi anımsattı bana.

Kahramanımız Ermeni genç, bugün egemen ideoloji haline gelmiş olan “Türkiyelilik” ideolojisi gibi, milliyetlerin silindiği ütopik bir “Osmanlılık” görüşünü savunan “Osmanlı Kaynaşma Cemiyeti”nin üyesidir.

Bir gün “Cemiyet”e üye Hoca Bilal Efendi’nin, “İstanbul’da, Anadolu’da epey Acem vardır. Bunlar Osmanlılar’dan kız alır kız verirler…” diye konuşmasına Ermeni kahramanımız, “Zavallı Hoca Bilal Efendi… Azerbaycanlı Türk oğlu Türkler’e giyimlerine bakarak ‘Acem’ diyor!..” diye şaşkınlığını dile getirir.

Bugün, Hoca Bilal Efendilerin aymaz durumuna düşmek istemiyorsak özgürce ve cesurca düşünebilmeliyiz.

AZERBAYCAN ALFABESİ

Toplantıda tartışılan bir konu da bu birlikteliği sağlayacak en önemli araç olan alfabenin çeşitlilik göstermesi sorunuydu. Azerbaycan’ın yeniden Latin alfabesine geçmesine sevinirken, nüfus olarak büyüklüğün yanında bu alfabeyi kullanmada önemli edebiyat yapıtları yaratarak deneyim kazanmış Türkiye’nin alfabesiyle bir ilişki kurma kaygısı taşımamış olması üzücüydü.

İki kardeş halkı bu kez Latin alfabeyle birbirinden uzaklaştırmak gibi bir şeydi bu bence!

Bin yıllık Arapça alfabeden kurtulmayı Mirza Fetali Ahundov’un ve Neriman Nerimanov’un mücadelesiyle 1929’da kabul ettiler. Yeniden Latin harflerine geçtikleri 1991’den günümüze kadar ?, x, ve q harfleri bizim alfabemizden değişik harflerdir.

Bunlar basit üç harf gibi görünüyor ancak yazılı dilde anlaşmada sorun çıkaran harfler durumunda. Olmasaydı da olurdu. Bu harfleri savunmak Karadeniz bölgesinde, Doğu Anadolu’da, Ege’de vs. konuşulan her Türkçe için ayrı harfler kullanmaya karar vermek gibi bir şey.

Çevirmen İmdat Avşarın yerinde saptamaları gibi bu harfler yüzünden “Nitelikli çeviri konusunda sorun yaşıyoruz. Azerbaycan Türkçesinden çeviri yapılmasına zarar veriyor… Bu anlamda bu tür kararlarda resmi devlet kurumları değil edebiyatçılar ilişki kurmalıdır…”

Bu sorun, en kısa zamanda üç bölünmüş kardeşin bir şeyler istemesinin yaratacağı güç karşısında yıkılıp toz olur gider inancındayım.

Türk cumhuriyetlerindeki yazar ve şair dostlarımızla ilişki gibi önemli bir işi, Hikmet Kıvılcımlı ve Doğan Avcıoğlu’nun izinden giderek, her türlü dinsel/hamasi milliyetçi çıkar gruplarının elinde heba ettirmemek gerekir.

PERVİN NURALİYEVA’NIN ÖYKÜLERİ

Toplantı sonrasında Azerbaycanlı yazarlarla tanışma olanağı buldum. Pervin Nuraliyeva adlı genç bir yazar kitabını tutuşturdu elime. İmdat Avşar’ın çevirdiği ve Akçağ yayınlarının bu yıl yayınladığı öykü kitabı beni şaşırttı.

Çok iyi bir yazarla karşı karşıyaydım. Hareketli, dinamik öyküler, yetenekli bir insanın beş duyusunun inanılmaz gözlem gücünü yansıtıyordu. “Kar Yağacak”, “Samir İçin”, “Çaresiz Yalan” gibi 13 öykü müthiş bir iç dünyaya, değişik ama tanıdık mekanlara, sorunlara sürükledi beni.

Pervin gibi yetenekte yeni yazarlara ülkemizde ne yazık ki rastlanmıyor. Pervin Nuraliyeva üzerinde hepimizin durması, ilgilenmesi gerekiyor. Pervin Nuraliyeva'nın ise, ruhunu, sonsuz maceraların merkezine, daha özgür bir yazar olmasını sağlayacak enginliklere, biraz Jacak London, biraz Kipling ve biraz da Edgar Allen Poe'ya doğru salması gerekiyor.

Gerçekedebiyat.com’da yayınladığım Azerbaycan’ın önemli yazarlarından dostum Azad Karadereli (Azad Qaradereli!)’nin “Süt Gölü” adlı öyküsü büyük ilgi gördü. Okumayanlar mutlaka okusun.

Yetenek, sonradan hiç kimsenin kazanamayacağı, yazarlığın birinci ve olmazsa olmaz şartıdır.

Cinayet derecesinde acı şey de yeteneği yeteneksize boğdurmaktır!

Bir Azad dostun öykülerine, bir Pervin kardeşin öykülerine bakıyorum, bir de bizdeki “yeni” yazarlara bakıyorum: Okuru da eleştirmenleri de homurdatan eksikliği buldum galiba: Yeteneksizlik!

Ahmet Yıldız

(Aydınlık Kitap, 6 Haziran 2014)

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)