Aylaklar / Hikmet Temel Akarsu
Edebiyatımızın 21. Yüzyıla girişi çok parlak olmadı. Niceliksel bir patlama ve yayın türlerindeki artış göz alıcı olsa da post-modern çağ piyasacılığının bir yansıması olarak edebiyatın temel değerlerinden uzaklaşıldı. Bunun sonucunda 20. Yüzyılın çok önemli bazı yazarları aradan çeyrek yüzyıl geçm...
Bu yazının konusu son derecede uzun ve kapsamlı bir konu olan bu fenomenolojik yozlaşma ve vulgarizasyon değil. Bu yazının konusu, edebiyatımızdaki piyasalaşma, yüzeyselleşme, endüstrileşme ve nicelikteki balonlaşma sonucunda son derecede nitelikli ve 20. Yüzyıl boyunca Türk Edebiyatını etkilemiş, yönlendirmiş ve önemli akımlarla, büyük tartışmaların odağında olmuş bazı edebiyatçıların da unutulmak tozları arasına itelenmiş olmasından mütevellit gözlerden uzak kalmış bir romancının, mimarlık sosyolojisine dair ilginç ve bir o kadar da başarılı romanı Aylaklar’ı, münhasıran mimarlık entelijansiyasının gündemine taşımak... Sözünü ettiğimiz romancı demeyelim, yazar diyelim Melih Cevdet Anday. Romancı demiyoruz çünkü onun başat faaliyet alanı, şiir, tiyatro, felsefe ve deneme. 1915 doğumlu Melih Cevdet Anday Orhan Veli Kanık ve Oktay Rifat’la birlikte şiirdeki “Garip” akımını başlatan şahsiyet olarak tanınıyor. Modern cumhuriyetin ilk dönem ideologları olan Falih Rıfkı Atay, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin gibi yazarlardan sonra gelen aydınlanmacı- sosyalist kuşağın başat temsilcilerinden. Eserlerinin önemlice bir bölümü şiir ve deneme. Sahne sanatlarına da büyük emek vermiş bir yazar. Uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinde köşe yazmış. Bu yazılarından oluşan denemeleri kitaplaşmış. Az sayıda roman yazmış. Ama güzel yazmış. Biz bu yazımızda onun romanları arasında 1965 tarihli olan ve Osmanlı’dan miras konak hayatının çöküş, dağılış ve hitama erişini ustalıkla anlatan eseri Aylaklar’ı ele almak dileğindeyiz. Aylaklar romanı Osmanlı’dan modern Cumhuriyet’e geçiş dönemindeki inkırazı ele alırken Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak’ı ya da Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü’nden ziyade Memduh Şevket Esendal’ın Ayaşlı ve Kiracıları gibi kompartımanlar halinde konuya yaklaşmaktadır. Roman, farklı karakterler ve farklı ilişki türlerini bir eski zaman konağında birlikte yaşarken resmederek Osmanlı’dan miras büyük aile yaşantısını ve akabinde onun çözülüşünü anlatmaktadır. Bir Osmanlı paşasının vefatının ardından geride kalan aile bakiyesinin yerleşik olduğu Göztepe’deki bir konağı ve geniş aile fertlerinin yanı sıra aşçılar, hizmetkârlar, uzak akrabalar, gelinler, sığınmacı müflis hısımlar ve hayatta hiçbir baltaya sap olamamış bazı yakınlarla birlikte eski devranları sürdürmeye çalışmasını anlatıyor. Şükrü Paşa ölmüş, Osmanlı çökmüş, Devlet-i Aliyye dağılmış, yeni bir devran kurulmuştur. Fakat kaynağı bilinmeyen bir yerden gelen paralarla aynı saltanat sürdürülmeye çalışılmakta, evde kazanlar kaynamakta, şaşaalı düğünler, davetler yapılmakta, aileye rampa etmiş muhtelif türde asalaklar ve yancılar beslenmekte, sanki eski varsıl günler devam ediyormuş gibi büyük hülyalar sürdürülmektedir. Aile fertleri yeni gelen zamanları anlamamakta, kabullenmemekte ve her biri başka bir şekilde aylak bir yaşamı sürdürebilmek için asgari müşterek koşullarına ilişmeden, mevcut sorunları yüzdürerek ya da halı altına süpürüp görünmez kılarak beyhude yere gün geçirmektedir. İşbu beyhude günlerde konak içindeki uzak akraba ve yakınlar arasında geçen aşk ve şehvet serüvenleri, entrika ve tasarılar, özlem ve tutkular da eski zaman terbiyesi usul-ü dairesinde girift bir şekilde verilmektedir. Çıkar için yapılan evlilikler, mutsuz erkekler ve kadınlar, evden kaçmayı düşlese de buna cesaret edemeyen âşıklar, aile içi yasak ilişkiler, dışarıda süren hayatın azgın dalgaları arasına çıkarak özgür ve bağımsız bir hayat kurmaya girişmektense bu korunaklı konakta gün geçirmeyi, zaman öldürmeyi, ömür tüketmeyi tercih eden modern cumhuriyetin yeni “rate”leri, eski görkemli günlerin hatırası ile vakit geçiren ihtiyarlar, devranı döndürmek için borç ve ipotek kovalayıp bunu aile fertlerine sezdirmeyen paşa hatunları ve asaletten asalaklığa evrilmiş bir ailenin hüzünlü dağılışı… Aylaklar işte bunları anlatmakta ve “asaletmaap” Türk ailesinin 20. Yüzyıl içindeki evrimini başarılı kısa sekansların birleşmesi ile ustaca verebilmektedir. Romanın ikinci yarısında ailenin aslî varisi avukat Muammer’in hatıra defteri olarak neşredilen bölümde ise roman iyice yükselmekte ve bu çöküşe ve konağın elden gidip haczedilmesine bütün sorunsalları ile vakıf genç avukatın gerçekçilikle varoluşçuluk arasında gidip gelen, savrulup duran ruh yapısı ile eser gerçek ve güçlü bir edebi yapıt vasfına erişmektedir. Aylaklar güçlü filozofik göndermeleri, yetkin sosyolojik betimlemeleri, inkırazı anlatırken gösterdiği bilge ayrıntıcılık, bir devrin dönüşümün anlatırken gösterdiği üstün maharete ve yapıtını kurarken gösterdiği felsefi derinliğe rağmen bizim edebi manada akıl baliğ olduğumuz dönemlerde bir Aylak Adam , bir Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bir Tutunamayanlar hatta ve hatta bir Kiralık Konak ya da Ayaşlı ve Kiracıları kadar övülmemiştir. Bunun nedeni açıktır. Çünkü 80’li yıllardan itibaren baş gösteren “Yeni Osmanlıcılık” ve “Yeni Sağ” politikaların benimsediği yazarların tam tersi tezlerle ortaya çıkmıştır Melih Cevdet Anday. Burada kim haklıydı, kimin eseri daha yetkindi, kim daha önemliydi tartışmasına taraf olmak gereksizdir. Kuşkusuz bu yazarların ve eserlerin hepsi de değerlidir ve önemlidir. Ama hepsinin de başka başka tezleri savunduğu ve gündeme taşıdığı barizdir. Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendisinden bile ünlü eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ne göre Cumhuriyetin bütün kurumları birer yapıntı, birer parodi, birer pretend’den (…mış gibi) ibaretti. Ahmet Hamdi Tanpınar Türkiye Cumhuriyeti’ni, Hint aslılı İngiliz nobelist Naipaul’un gözleriyle görürdü. O yüzden 80 sonrası dönemin güdümlü akademyası tarafından ihtirasla övülmüştür. Buna mukabil Melih Cevdet Anday’ın Aylaklar romanına göre Osmanlı bakiyesi şahsiyetlerin her biri birer asalak, “rate” ve maslahatsız olduğu gibi Osmanlı’nın inkırazı da boşuna değildi; çünkü asilzade palavralarıyla ve hamasetle su alarak yoluna devam etmeye çabalayan bir koca gemi enkazından başka bir şey değildi Osmanlı. Bu nedenden dolayı Melih Cevdet Anday, modernitenin henüz yürürlükte olduğu yıllarda itibarlı bir cumhuriyet ideologu olarak muteber mevkilere gelmişken, 80’lerden sonra unutulmaya ve itibarsızlaştırmaya terk edilmişti. Modern cumhuriyet yıllarında tutkulu bir Batılılaşma taraftarı olan, bilimselliğe inanan, antikite ve Yunan mitolojisi ile Anadolu kültürünü bağdaştırmayı şiar edinmiş, aydınlanmacı ve sekter bir şahsiyet olan Melih Cevdet Anday, tezleri uğruna kalem savaşları ve ihtiraslı mücadelelere girişir yedi düvelle davalık olurken, çokça zamanını köyündeki çiftliğinde geçirmiş ve sadece iki buçuk tane eser vermiş Yusuf Atılgan’ın, bir nevi eksistansiyalist Camus parodisi olan Aylak Adam'ı onun Aylaklar'ından çok daha fazla övülmüş adeta fetiş haline getirilmiştir. Oğuz Atay’ın küçük burjuva aydını bunalımlarına hiç girmiyorum bile. Çünkü Melih Cevdet Anday bir volantirist ve jakobendi; oysa saydığım “son tahlilde yeni sağ”(?!) yazarların hemen hepsi ya pesimist ya da nihilistti. Görüldüğü gibi Türk edebiyatında neyin neden yıldızlaşıp neyin neden gölgelere itidiğini anlamak zor değil. Her şey dönemsel politik angajmanlara bağlı olarak destekleniyor ya da köstekleniyor. Bunun dışına çıkarak özgür ve özgün değerlendirme yapabilen, nesnel ve bağımsız yargılara varabilen nitelikli eleştirmen de akademisyen pek az. Her şey bir siyasal angajmanın ardı sıra yürüyor. O yüzden de Melih Cevdet Anday gibi önemli yazarlar kolaylıkla göz ardı edilebiliyor. Bize göre Melih Cevdet Anday’ın Cumhuriyet’in ikinci kuşak yazarları arasında bu denli ön plana çıkması da bu güdümlü uygulamaların ürünüydü; bugün bu şekilde bir kenara bırakılması da öyle. Yazarlar, siyasal dönem rüzgârlarından azade bir şekilde eserleri ile değerlendirilmelidirler. Bu şekilde bakacak olursak sadece Aylaklar bile bir başına başarılı, varsıl ve derinlikli bir romandır. Varoluşçuluk felsefesine dair katkısı mukallitlikten mürekkep değildir. Bize özel derunî yaralardan söz eden güçlü bir inkıraz romanıdır. Aylaklar romanında mimarlık sanatına dair somut izdüşümler bulmak kabil değildir. Şu konak şöyleydi, şurası böyleydi, ahşap cumbaları vardı, Osmanlı tarzı konaktı, giyotin pencereleri vardı, çatı kiremitler şöyleydi, sofa, salon, hayat böyleydi, mahremiyet şu şekilde sağlanırdı gibi mimari tanımlar uzun uzadıya yer almaz. Sadece kısa tümcelerle ve sade bir Türkçe ile kaleme alınmış metin arasına sızmış diyaloglardan bazı mimari ayrıntıları ve yaşam stillerini çıkarsamaya muvaffak oluruz. Mimar ve okurların daha çok dönüşen ve evrimleşen Türk aile yaşantısına getirdiği betimler ve sosyolojik analizler bağlamında bu romanı irdelemesi gerekmektedir. Romanda, 20. Yüzyıl boyunca, bizlerin de yaşam alanlarımız olan, önceleri Osmanlı paşaları; bilahare ise genç Cumhuriyet’in imtiyazlı zenginleri tarafından sayfiye olarak kullanılan, Bağdat Caddesi’ndeki, Çiftehavuzlar’daki, Göztepe ve Suadiye’deki o güzelim, nazende, narin, ahşap ve cumbalı Osmanlı tarzı konaklarının gümbür gümbür alaşağı edilip yerlerine beton apartmanlar yapılışının tarihsel-sosyal-sosyolojik hikâyesini tüm mufassalı ile görürüz. Yani Aylaklar romanı bize tarihimizde kilometretaşı sayılabilecek bir mimari ve sosyolojik transformasyona dair “insanlık durumları”nı yansıtan önemli bir dönem romanıdır. İhmal edilmiştir. Hak ettiği değer verilmemiştir. Hikmet Temel Akarsu
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR