Son Dakika



O günkü öğle yemeğinde iki tavuk budu, pirinç pilavı, cacık var. Adam butlara elini sürmüyor, ekmeği bolca yiyerek cacıkla pilavı kaşıklıyor. Gözü yanında oturan arkadaşına takılıyor. Yalnız ikisi kalmışlar yemekhanede. O da budun birini yememiş. Konuşacak bir şeyler aranıyor, bulamıyorlar. Aklına su içmek geliyor, bardağı elinde evirip çevirdikten sonra ağır ağır doldurup içiyor. Pencereden dışarıya bakıyor sonra. Öksürüyor, ellerini başının arkasına yastık yapıp geriye yaslanıyor. Olmuyor, kalkıp gitmiyor arkadaşı. “Sürahiyi bana da uzatır mısın?” deyip o da bir bardak su içiyor. Arkadaşı kalkana kadar beklemeye kararlı. Az sonra istediği oluyor. Pes ediyor arkadaşı. Kalkmadan önce, “Bu günkü tavuk benim de hoşuma gitmedi birader” diyor. “Budun birini ancak yiyebildim. Çöpe atsam, günah, kıyamıyorum. Bak, istersen al bunu da bir şeye koyup eve götür, çor çocuk yer. Ben götürürdüm ya, benimkiler köydeler.”

Çatlamış nar gibi gülümsüyor adam. Gözlerini gönül borcuyla yumup açarak, “Sağol” diyor yavaşça. “Sen götür istersen. Dolapta bir şey olmaz. Çocuklar gelince yerler.”

Arkadaşı yenilgiyi sindirebilen birinin olgunluğuyla, “Yok yok” diyor, “daha tüm bir tavuk öylece duruyor dolapta. Götür, afiyetle yesin çocuklar.”

*

Bir ihbarı değerlendiren polisler sokağın giriş çıkışını tutmuşlar. İhbar edilen evin çevresi kuşatılmış. Evde barınan devrimci militanlara teslim ol çağrısı yapılıyor. Aralanan perdelerin ardında puslu camlara yapışmış kaygılı iri gözler sokağın karanlığında olup bitenleri görmeye çalışıyor.

*
Çocuk babasına gönül borcuyla bakıyor. Adamın gülümsemesi mor bir asma filizi. Kadının yüzü sıcak somun. Sofrayı hazırlıyor. Sofrada üç tavuk budu. Kişi başına bir but düşüyor; yanında bulgur pilavı, iki baş soğan, su teresi. Su teresini seviyor kadın; kanalın kıyısından toplamış. Çocuk, sulu boya kutusunu gösteriyor babasına; okulun kapısındaki şansçıdan çekmiş. Yaptığı resmi gösteriyor sonra.

“Neden gökyüzünü griye boyadın?” diyor adam.

“Hava kapalıymış” diyor çocuk. “Az sonra yağmur yağacakmış.”

“Ama burada uçurtma uçuran bir çocuk var” 

“Piknikteymişler ya o gün. Hava bozmuş sonra.”

“Üstelik ateş de yakmışlar.” 

“Yazık, az sonra sönecek” diyor çocuk. “Tavuk da çiğ kalacak.”

“Tavuk mu bu?” diyor adam.

“Tavuk.” 

“Tavuktan çok tavşana benziyor ama.”

“Tavşan da olabilir.”

“Bu kim?”

“Hangisi?”

“Ağacın altındaki.”

“Çocuğun ninesi.”

“Baba nerede peki? Şu mu?”

“O.”

“Babayı çocuğa benzetmişsin. Anne yok mu?”

“Var. Su doldurmaya gitmiş.”

“Budunu soğutma da ye.”

“Sen yemiyor musun?”

“Fabrikada yedim ben.”

Sesler duyuyor adam. “Sen de duyuyor musun?” diyor kadına. “Necmiye’nin kocasıdır,” diyor kadın. “İçip içip kayınbabasının kapısına dayanmıştır yine.”

“İki çocuktan sonra yazık” diyor adam. “Kadının yerinde olsam dönerdim evime. Öyle her gün içen biri değil ki adamcağız. İşten çıkarılınca bunalıma girdi. İyi günler ne çabuk unutuluyor.”

“Anneni arasana bir” diyor kadın. “Gücenmiş kadıncağız uzun süredir aramıyorsun diye.”

“Maaşı da almadık daha” diyor adam.

“Yarın anneler günüymüş” diyor çocuk. “Öğretmen söyledi bugün.”

“Yaa,” diyor adam iç geçirerek, “üstelik de anneler günüymüş.”

“Benim armağanım hazır” diyor çocuk. Başını pencereden uzatıp odadan yansıyan ışığın aydınlattığı mini bahçeye bakıyor. Annesinin oraya diktiği şu gül ağacını her sabah kalkıp suluyor. Kırmızısı ay ışığıyla ağaran üç tomurcuk gülü hayranlıkla izliyor. Başını gökyüzüne kaldırıp bir bulut yumağının dolunayın doğru yürüdüğünü görüyor. Bulut yumağı ayın yarısını içine alıp diğer yarısını turuncuya boyuyor. “Bulutu kaldırmalı ayın üstünden” diyor çocuk.

“Otur da yemeğini doğru dürüst ye, kalkıp kalkıp oturma sofranın başına” diyor adam.

Çocukla kadının butları yiyişini keyifle izliyor. Çocuk budun üstündeki son et parçasını da ısırıp yedikten sonra bulutsuz bir gökyüzü boyamak için kalkıyor.

“Ay da olacak mı gökyüzünde?” diyor adam.

“Olacak” diyor çocuk. “Gökyüzünün tam ortasında hem de.”

“Biliyor musun, pırıl pırıl bir gecede kaçırmıştım anneni. Ay ışığından başka taşıtımız yoktu.”

“Ay ışığına mı bindirip kaçırdın annemi!” diyor çocuk coşkuyla.

Gülüyor adam. “Evet” diyor, “ay ışığına bindirip kaçırdım.”

Kadın, “Hiç değilse telefonla arayıp bir hal hatır sorsaydın” diyor adama. “Gönlü hoş olurdu ihtiyarcığın.”

“Doğru. Hiç değilse bunu yapayım” diyor adam. “Belki biraz azar işiteceğim ama olsun.”
*
Teslim olun çağrılarına yanıt gelmiyor evden. O ev değilse şu evdir. Belki ikisi de hücre evidir. İyisi mi işi sağlama alıp ikisini de basmalı. Destekli atış durumuna geçip sessizce sokuluyorlar kapılara. Parmaklar tetikte sıçramaya hazır. Atış poligonundaki gibi aynen. Hedef asla şaşmamalı. Çat kapı! “Kıpırdama! Ellerini başının üzerine koy ve duvara dön!" 
*
Hayır, hayır. Bu uyarı sözlerinin hiçbirini söylemediler. Kapıyı açar açmaz çektiler tetiği. Tam şakağından yedi kurşunu babam. Oysa elindeki tabanca değil, telefondu. Telefonun öbür ucundaki ses ninemindi. Boşlukta sallanan telefondan, “Oğlum!” sözcüğü çıkmıştı yalnızca. Hiç unutamıyorum o sahneyi. Babam, anneme armağan edeceğim üç tomurcuk gülden birini takmıştı sanki şakağına. Gülümsüyor gibiydi. Gül usul usul kanıyordu.

Babamın, hayatı fabrikayla evi arasında geçen kendi halinde bir işçi olduğunu kanıtlamak için çırpınıp durdu annem. Gazeteler yazdılar sonra. Televizyona çıkardılar annemle beni. Polisler özür dileyip bir yanlışlık olduğunu söyledilerse de kapı kapı dolaşıp adalet aramaktan yılmadı annem. Davadan vazgeçmesi için aldığı tehditlerden korkmayıp üstüne üstüne gitti olayın. Susması için dayalı döşeli bir ev almak istediler bize. Kiradan kurtulur, rahat edermişiz. Duvardaki çivide asılı siyah beyaz düğün fotoğraflarını indirip teklifi yapan polise gösterdi annem. Gülümsedi. Yüzü, terk edilmiş bir coğrafya gibiydi; gülümsemesi yüzüne yayıldı, genişledi, taştı. Asma filizinin yeşile çaldığı mor bir gülümsemeydi. Korktu adam. Giderken dönüp dönüp ardına bakıyordu. Evi basan polisler açığa alındılar sonra. Adaletin huzuruna çıkıp aklanmaları için gerekliydi bu.

Kaçıncı gidişimizdi mahkemeye, bilmiyorum. On yaşımdaydım o zaman. Adliye koridorunda gördüm babamı vuran polisi. İki meslektaşıyla birlikte duruşmayı beklerken sigarasını somurur gibi içiyordu. Karısıyla oğlu da gelmişlerdi mahkemeye. Oğlu benim yaşıtımdı. Karısı düşünceliydi. Çocuğun sol gözü balon gibi şişmişti. Yanına gidip gözüne ne olduğunu sordum. “Arı soktu” dedi. Halep işi bilyelerim vardı renk renk. Yarısını ona verdim, koridorda oynadık. Annesi gözünü bizden kaçırıyordu.

Sanık avukatları o gece havanın kapalı olduğunu, müvekkillerini karanlığın yanılttığını söylüyorlardı. Mahkeme heyeti rasathaneden ayın o geceki durumunu ve aydınlatma düzeyini belirleyecek bir rapor istemeyi kararlaştırmıştı. Rapor rasathaneden gelene kadar duruşma ileri bir tarihe ertelendi. Ayın bilirkişiliğine başvurulacaktı demek.

Yalancı tanık yaptılar ay’ı sonra. Olay gecesi aydınlatma düzeyi çok düşükmüş, üstünü bir bulut kapatmış, bütün suç o bulutunmuş.

Polisler serbest bırakıldılar. Utandığından mıdır nedir, o duruşma gününün gecesi insan yüzüne çıkamadı ay. Babamın ne alıp veremediği vardı onunla? Annemi ona bindirip kaçırmış, onun bilirkişi seçilmesine neden olan bir gecede öldürülmüştü.

Keşke griye boyamasaydım gökyüzünü.

Zafer Doruk

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)