Aşkı tarihi sefaleti ve umudu barındıran öpücük / Coşkun Kartal
Anlatırken öyle bir haz yansıyordu ki yüzüne, o kıza ve o kızla karşılaştığı zamandaki gençliğine gülümsüyor sanıyordunuz
“Veda öpücüğü vermeyecek misin?” diye sormuş. Kız, yanaklarını hafif pembeleştiren masum bir gülümsemeyle usulca sokulmuş, dudaklarını uzatmış, bal rengi gözlerini bütün dünyayı içlerine hapsedercesine yummuş ve öpmüş bunu; utangaç, sokulgan, nemli, sevgi dolu, sıcacık... “Teşekkür ederim” demiş kıza, kendisini elini ayağını nereye koyacağını bilmez hale getiren, benliğini ‘Ren nehri kıyısındaki dağlarda kurulmuş görkemli şatoların üzerine’ uçuran birkaç saniyelik öpücüğün ardından: “Sana söz veriyorum, bu öpücüğü, nereye gidersem gideyim, aradan kaç yıl geçerse geçsin, hangi durumlarda olursam olayım, asla unutmayacağım!” Tam 50 yıl geçmişti aradan. Buna karşın hala gözleri parlayarak, yüreği kabararak, akıp giden zamanın boşunalığına hayıflanarak anlatıyordu o unutamadığı anın hazin öyküsünü. Neredeyse zorlayarak veda öpücüğü aldığı kız, açık kumral saçlı, bal rengi gözleri olan, yüzündeki çocukluk çillerinin masumiyeti ve duru bakışlarıyla doğrudan karşısındaki insanın yüreğiyle göz göze gelen bir kızmış. Göz göze geldiği yüreklerde acımadan öfkeye, sevecenlikten aşka kadar karmaşık, ifade edilmesi zor duygular uyandıran gizemli biri! Yoksul, umarsız, yetim! Olağan zamanların sıradan yerlerindeki akranları hala neyin ne olduğundan habersizken, ardı ardına gelen büyük yıkımların acısını yaşamış bir insan! Anlatırken öyle bir haz yansıyordu ki yüzüne, o kıza ve o kızla karşılaştığı zamandaki gençliğine gülümsüyor sanıyordunuz. Yüreğindeki hiç eksilmediği anlaşılan ürpertileri duyumsatıyordu insana; yeniden yaşıyordu o günleri, bir kez daha yaşıyordu… O günler, gerçekten yaşanmış mıydı, yoksa anlattıkları hayal edilip sonradan gerçekliğine inandığı olaylar mıydı, bilemiyorduk ama böylesine içten, duygularla yüklü bir öyküye inanmak başka umarımız olmadığını düşünüyorduk! En azından, anlattıklarının damaklarımızda bıraktığı taze meyve tadını kaçırmamak için, bize de gerilerde bıraktığımız benzer duyguları anımsattığı için ve böylesi bir aşk öyküsünün mutlaka doğru olmasını tüm içtenliğimizle dilediğimiz için. Yaşanamamış her aşk biraz hüzün taşıdığı için; bizim gibi duygu insanları hüzünlenmeyi –galiba- sevdikleri için. Anlattıklarında herkese, hepimize çıkarılması gereken dersler bulunduğu için. İnanmakla kalmıyor, gözümüzde canlandırmaya çalışıyorduk anlattığı sahneleri. Alegori! Oysa, bir şey anlatacağım deyip herkesi susturarak konuşmaya başladığında, kimilerimiz içinden “gene başladı ihtiyar geveze!” diye geçirmişti; çünkü çok konuşur, çoğu zaman anlatırken sıkıntıya sokardı insanı! Anlattığı olayın geçtiği mekan, Almanya. Yalnız bildiğimiz, hani ışıltılarına öykündüğümüz bugünün Almanyası değil, hatta bizim küçüklüğümüzdeki zamanların dünyasında olan da değil, daha eskilerin, çok öncelerin Almanyası! Birinci Dünya Savaşı sonrasının yenik, viran ülkesi! İlk tümcede yazdığım öpücük olayının geçtiği yer, işte orası! Büyük savaşın ve getirdiği ağır yenilginin halkı tam anlamıyla sefil ettiği ülke! Hitlerin ilk “zuhur ettiği”, çevresine üç-beş kopuk toplayıp Münih birahanelerinde hükümet darbesi tezgahladığı, bir yumurtanın 20 milyon marka falan satın alındığı, komünistlerin nümayişlerle işçi sınıfını ayaklandırıp Alman sanayi kentlerini birbirine kattığı, bu yüzden büyük cinayet ve baskılarla karşılaştığı, halkın kan ağladığı ve kendini “kurtaracak” birilerinin arayışı içinde soldan sağa savrulmakta olduğu o suçlu ülke. Söylediğine göre, nasıl olmuşsa olmuş, yolu düşmüş, 1920’li yılların ilk yarısının sonlarına doğru, uzun tren yolculuklarının ardından Almanya’ya gitmiş, epeyce kalmış. Almanya’ya gidiş amacı neymiş, orası biraz karışık görünüyordu. Gazeteci olarak görevli gittiğini söylüyordu, çok kısa bir süre önce kazanılan Kurtuluş Savaşı’ndaki katkıları nedeniyle “ödüllendirildiğini” belirtmeyi ihmal etmeden! Genç cumhuriyetin basını nasıl para bulup da onu durup dururken oralara gönderdiği ayrı konuydu ama gitmişti. Anlatırken söz ettiği küçük ayrıntılar, oraları gerçekten gördüğünü düşündürüyordu. Dil kursuna gittiğini, şimdilerde iyiden iyiye unuttuğu Almancasını birkaç aylık bu sıkı dil kursunda öğrendiğini söylüyordu. Orada, muhteşem olarak tanımladığı altyapıya sahip harap şehirler ile giderek daha acıkan ve yiyecek bulamayan insanların sefaletini görmüştü. Devlet büyükleriyle tanışmış gazeteci olarak, röportajlar yapmıştı. “O devlet büyükleri, belki insanlık tarihinin en aymaz insanlarıydı!” diye yorumluyordu görüşmelerini, “günlük olayların peşinde sele kapılmış dal parçaları gibi sürükleniyorlardı. Hitler diye birinden söz ediliyordu; çokları onu ciddiye alınmayan ve hiçbir şansı olmayan abuk-sabuk biri olarak görüyorlardı.” “Oysa” diyordu, “umudunu yitirmiş aç yığınlar öyle abuk sabuk insanların peşine takılırlar ki, şaşar kalırsınız bu nasıl, oldu diye! Hele bunlar bir de sermaye tarafından desteklenirlerse, giderek sermayeyi kendi siyasal hareketlerinin bünyesine katarlarsa!” “Birinci büyük savaşı kim anımsıyor ki bugün ya da anımsayan kaç kişi kaldı yaşayan! Getirdiği ağır yenilgi, halkı tam anlamıyla sefil etmiş Almanya’da, bu savaşta ölmeyen yetişkin erkeklerin çoğunun tek kalmış kollarıyla ya da tahta bacaklarıyla sokaklarda dolaştığı suçlu ülkede! Avusturyalı yeteneksiz ressamı, bir onbaşı eskisini bütün zamanların en büyük faşisti olarak üreten ve kısa süre sonra çıkartılacak çok daha kapsamlı bir savaşın baş katili olarak hazırlayan ülkede!” Anlatıyordu. İsyankar spartakistlerin lideri, hitabetiyle ünlü Rosa Luxemburg’un tutukluyken haşin dipçik darbeleriyle öldürülüp cesedinin nehre atılmasının ve hareketin öteki lideri Karl Liebneck’in başından kurşunlanmasının yalnızca 4-5 yıl sonrasına denk geliyordu anlattığı günler. Savaş sonrası kurulan ve Cumhurbaşkanlığını Friedrich Ebert adlı sosyal demokratın yaptığı Weimar Cumhuriyeti, ülkeyi düzelteceğim derken, eksikleri ve zaaflarıyla Nazizmin yüzyıllar boyu belleklerden silinmeyecek kanlı iktidarına giden yolun taşlarını kendi elleriyle döşemişti. Bunlar öyküsüne girişte yaptığı genel değerlendirmeydi yalnızca. O döneme dair öyle şeyler yaşamıştı ki, bunları ancak Türkiye’ye mektupla ya da telgrafla yolladığı haberlerde anlatma olanağı bulmuş; çok da güzel haberler yapmıştı. Ama bir tek hatırayı kendine saklamış ve sonraları, o kıza söz verdiği gibi, hep içinde buruk bir tatla anmıştı. İşte bu kendisi için her şeyden önce gelen öpücüktü sakladığı hatıra; yumuşak, soluk, ürkek, ıslak, sıcak. Dediğine göre, yalnızca birkaç saniye süren öpücük, içinde aşkı ve tarihi barındırıyordu; tıpkı sefaleti ve umudu da barındırdığı gibi. Bu öpücük, saatler süren bir tren yolculuğunun kız için sona erdiği istasyonda verilmişti, kızın indiği yerde. Tren yolculuğunun öyküsünü, masal gibi anlatıyordu. Masallarda zaman ve mekan sorgulanmaz! Döküntü tramvayların geçtiği parke taşı döşeli geniş yolları, sıvaları dökülmüş dört dairenin bir tek tuvaleti ortak kullandığı büyük apartmanları, insan ruhunu sürekli baskı altında tutmak istercesine ikide bir çan dinleten kiliseleri ve kömür isinden kararmış istasyonlarıyla birbirine benziyormuş bütün kentler. Bakkal dükkanlarının, manavların, kasapların, sigara ve içki satılan yerlerin, çiçekçilerin vitrinleri ve rafları satacak mal ve satın alacak paralı insanlar bulunmadığı için neredeyse bomboş duruyormuş. Hayat pahalılığı ile işsizliğin aç bıraktığı kalın kaba kumaştan pantolon, eski püskü soluk mintanların üzerine geçirilmiş kolları yamalı ceket, yana yıkılmış kasket giyen adamlar varmış. Yerleri süpüren yamalı etekler giyen, kirden yapış yapış olmuş sarı saçlarının üstünden omuzlarına düşürülmüş yeldirmeli kadınlar, çektikleri acılar yüzlerine nakşedilmiş halde, hayalet gibi dolaşıyormuş sokaklarda. Gülmelerin neredeyse unutulduğu kasvetli günlerin bu birbirine kopya edilmişçesine benzeyen şehirlerinin birinden ötekine gidiyormuş trenle; niye gittiği de meçhul!Masallar sorgulanmaz! Trene, ön cephesi büyük bir meydana bakan, içindeki tahta banklarda halini yukarıda anlatmaya çalıştığı insanların uyukladığı istasyondan gece yarısı binmiş: “Gece trenlerinin yolcuları, genellikle ertesi günü kazanmayı, gündüz yolculuğunda manzara seyretmeye yeğ tutanlardan ve gittikleri kentte kalacak yeri yoksa fazladan bir gece otel parası ödemek istemeyenlerden oluşur!” Tren hareket ettiğinde, küçük tahta bavulunu üst rafa koyarak oturduğu kahverengiye boyanmış tahta sıralı kompartmanda tek başınaymış. Hüzünlü uzun ıslıklar çalarak sarsıntılarla geceyi yarıp ilerleyen trenin penceresinden, iki saat boyunca zaman zaman hayatın varlığını kanıtlayan uzak ışıkların zedelediği yıldızsız karanlığı seyretmiş, Seyrederken de düşünmüş. Gelmişi, geçmişi, geleceği, özlediği ülkesini, yakınlarını, uzaktan görüp aşık olduğu ve onunla mutlu olma hayalleri kurduğu kızı düşünmüş.Yarın ne olacağını,bugün ne olduğunu,falanı filanı.Yalnızca bir ara bilet kontrolü için uğrayıp,elindeki mukavvadan küçük bileti gözlerini kendisinden kaçırarak zımbalayan bira şişesi suratlı çekingen kondüktörün dışında kimsenin uğramadığı kompartmanın sahibi gibi hissetmiş kendisini. İnsanları sindirilmiş bir ülkeyi ele geçiren işgal gücü gibi duyumsamış! Düşünmüş ki, işgal edilmiş ülkelerin insanları yok hükmündedir; eğer işgalcilere karşı “hayır burası sana değil bana ait” diyerek direnmezlerse! “İşgalci,bu boş kompartmandaki gibi gelir,ayağını istediği gibi uzatır ve oturur! Ona hizmet edenler de bira şişesi suratlı kondüktör gibi gözlerini kaçırarak yüzünü buruşturur ancak!” diyordu,”İşgalciye yaranıp kendine çıkar sağlamak isteyenler de yok hükmündedir, çünkü hem kendi insanlarının gözünde ölüdürler hem de işgalcinin gözünde sadece şu boş kompartmandaki tahta bavulu koymaya yarayan raftan fazla bir değerleri olmaz!” Bunları kendine düşündürerek ilerleyen tren, iki saat sonra bir başka kentin istasyonuna varmış. Kompartmanın camından biraz yeni bir yer görmenin merakı, biraz da her yerde benzer şeyleri görmenin alışkınlığıyla perondaki insanlara bakarken, küçük odasının kapısı açılmış ve içeriye bir genç kız girmiş. Birkaç saat sonra dudaklarında unutulmaz tadını duyacağı o öpücüğün sahibi. “İnsan, daha önce görmediği biriyle karşılaştığında onunla daha sonra neler yaşayacağını nereden bilebilir?” diye anlattı. Sonradan aralarındaki sohbet koyulaştığında babasını Birinci Dünya savaşında Fransa cephesinde yitirdiğini açıklayacak olan kız, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bal rengi gözlü, uzun dalgalı kumral saçlıymış. Eski ama temiz giysilerini kendisine müthiş yakıştırıyor, dudaklarının kıyıları, her an dünyanın en tatlı gülümsemesiyle kıvrılmaya hazır gibi duruyormuş. Tavırları sevgi dolu bakışlarıyla “insicam içinde” olan kız, tatlı sesiyle iyi akşamlar dedikten sonra, yerlerin boş olup olmadığını sormuş. Olumlu yanıt alınca da küçük tahta bavulunu rafa yerleştirip, camın kıyısına, bizimkinin tam karşısına trenin gidiş yönüne arkasını vererek oturmuş ve konuşmadan dışarıyı seyretmeye başlamış. Tren hareket ettikten sonra da bir süre konuşmamışlar. Yalnızca, doğrudan birbirlerinin yüzlerine karşı değil de camdan çapraz olarak yansıyan görüntülerine arada bir kaçamak bakışlar atıyorlarmış. Bir ara bakışları karşılaşmış ve karşılıklı olarak söyleyecek şeyi bulunmayan insanların utangaçlığı ile birbirlerine gülümsemişler. Yaşanamayacak büyük bir aşkın tohumları atılmış bu gülümseyişlerle! Bir süre daha geçtikten sonra bizimki, laf açmak için fırsat arayanların saçmalığı ile “Bu tren de çok yavaş gidiyor” demiş. Kız “evet” diye yanıtladıktan sonra susmaya ve dışarıyı seyretmeye devam etmiş.”Neyse ki benim acelem yok!” demiş bizimki; kız da “benim de yok” demiş. Doğru mu yalan mı bilmem ama güya bizimki bu sefer “gözlerinize bakıyorum bir süredir, çok güzeller” deyivermiş. Kız, gençliğinin ve 19 yaş tazeliğinin dışarıya yansıttığı utangaç bir kıkırdamayla “Öyle mi düşünüyorsunuz? Çok teşekkür ederim!” diye yanıtlamış. Muhabbet böyle başlamış! Kızla, sabahın ilk aydınlığı görülene kadar saatlerce konuşmuşlar. Birçok ortak konu bulduklarını söyledi. En başta da doğal olarak savaş ve yarattığı sıkıntılar geliyormuş. Kendisi kırık-dökük ifadelerle izlediği savaşlarda yaşadıklarını, kıza hava atmak için biraz da abartarak anlatmış. Yunan işgalini, Kurtuluş Savaşını. Birinci dünya savaşında Almanların Türkleri nasıl belaya sürüklediğini, Liman von Sanders paşayı, düşmanın en sonunda İzmir’den denize dökülüşünü… Hatta ve hatta düşmanın asla yenilemeyeceğine inanıp onunla işbirliği yaparak geçici güçler elde eden hainlerden bile söz etmiş. Kız dikkatle ve etkilenmiş görünerek dinliyormuş, Sonra da kız anlatmış. Bölük-pörçük anımsamalarla yedi kardeşiyle birlikte babasız büyümelerinden söz etmiş; annesinin ekmek parası için temizlikçilikten başlayıp fahişeliğe doğru gelişen hüzünlü öyküsünü asla yalan olamayacak bir ifadeyle dile getirmiş. Kız, bir başka kente taşınmış olan ama bağlantıyı koparmadıkları eski komşularının vasıtasıyla bulduğu yatılı çocuk bakıcılığı için oraya gidiyormuş. Biraz ürküyormuş yeni, bilmediği çevreye gitmekten, ama bunu yapmak zorundaymış. “19-20 yaşındaki yoksul büyümüş kızlar, ceplerine konulmuş üç-beş kuruş harçlık ve birkaç parça çamaşır sığdırabildikleri küçük tahta bavullarıyla bilmedikleri bir yere, bilmedikleri insanlara hizmet etmeye gidiyorlarsa, ürküntü, sıkıntı hatta korku içlerinden eksik olmaz” diye konuşuyordu,“dünya tarafından elleri kolları bağlanarak kuşatılmış, savunmasız vaziyettedirler ve sığınmaya hazır haldedirler. Dostça bir bakış, güven veren bir gülümseme korkularını azaltır ve yüce gördükleri gönüllere sığınmakta gecikmezler.” Zaman su gibi akmış kızla konuşurken. Bulundukları kompartmana başka yolcular binmiş, sonra kimi inip yerlerini yenilerine bırakmışlar, kimisi konuşmaya devam eden bizimkilerle hiç ilgilenmemiş gibi görünürken,bazıları da garipseyen kaçamak bakışlar fırlatmışlar ama umurlarında olmamış kahramanlarımızın. Öyle ki, bir yaz sabahı da olsa insanın ürpertici bir serinliği iliklerinde duyduğu kasvetli istasyona gelmeselermiş, ara istasyonlarda bulundukları kompartmana gelip-gidenlerin garipseyen, hatta bir yabancıyla böylesine sıcak konuştuğu için kızı ayıplayan bakışlarına aldırmadan daha saatlerce, günlerce konuşabilirlermiş. Çünkü, genç adamla genç kız arasında birbirlerine anlatacakları şeyler oluşmuş. Garipseyen bakışlarla kimi doğrudan, kimi farkettirmeden kendilerini süzen Almanlar, üzerinden yoksulluk akan, kirli dağınık saçlara, buz mavisi bakışlara sahip, çileli yüzlü insanlarmış. Kadınlar daha bir değişik, daha yalvarıcı ve bir yabancıdan birşeyler uman bakışlara sahipmiş “-Özellikle erkeklerin,sanki yabancı olduğumu anladıklarında bana düşmanca baktıklarını hissetmiştim” diyor, ”hele bir Alman kızıyla konuştuğuma iyiden iyiye bozulan bir halleri vardı...” Ama kimse bir şey söylememiş, hatta kompartmana geldiklerinde “iyi akşamlar”, inerken “iyi yolculuklar” demeyi hiçbiri ihmal etmemiş. Bizimki, söylediğine göre, ta o zaman, bu garip bakışlı çileli yüzlü insanların “gayrıtabii” birşeyler yapacaklarını, kendilerine bir aidiyet arayışında olduklarını ve bir noktada patlamanın geleceğini hissetmiş. Çünkü –kendi yorumuna göre- aidiyet iktidardan pay alma özleminden kaynaklanırmış ve ezik-sindirilmiş-bitap bu insanlar, başkalarının mücadele edip kazanacağını düşündükleri o olası iktidardan pay almak için yanıp tutuşuyorlarmış . ”İktidarın yakınlaştığı hissedilirse bu iktidarı kovalayanların çevresi dünyanın her yerinde bir anda inanılmaz derecede kalabalıklaşır” diyordu anlattıklarına bir saplama yaparak, ”Bu kalabalıklar, sonradan başlarına iyi ya da kötü şeyler geleceğini pek düşünmeden kör gözüm parmağına atlarlar kendilerine aidiyet sağlayacak kişilerin maceralarına.” Tren köylerden, kasabalardan, kentlerden geçmiş. Bu yerler, yıpranmış soluk kahverengi çan kuleleri olan kiliseler ve pek çoğunun sıvaları dökülmüş, pencere pervazlarının boyaları eskimiş tuğla evleriyle birer kasvet abidesi gibiymiş. Parke taşlı cadde ve sokaklarda, gece olduğu için tek-tük, yapacak işi olmadığı belli olmayan kasketlerini yana yıkmış adamlar, çöpleri karıştırıp yiyecek birşeyler arayanlar, dilenen yaşlı kadınlar ve müşteri beklediği belli olan fahişeler dolaşıyormuş. Kız, kendi kentinde yaşanan sefaleti anlatmış uzun uzun. Aşk, bu anlatmaların yarattığı acıma duygusu, yakınlık, sahiplenme arzusu ile birlikte gelmiş oturmuş yüreğine. Giderek, ağustos sıcağında derin mavi bir göle dalıvermenin getirdiği serinlikle yürek volkanında fıkır fıkır kaynayan lavların sıcaklığını birlikte hissetmeye başlamış. Kızın ineceği istasyona geldiklerinde, tahta valizini aşağı indirmesine yardım etmiş. Sonra, peronda öylece dikilip birbirlerine bakmışlar. Kıza “veda öpücüğü verecek misin?” demiş. Kız, uzanıp dudağından yumuşacık, nemli ve sıcacık öpmüş.. O öpücüğü ve kızı asla unutmayacağına dair söz vermiş ve unutamamış. “Alles gute” demiş kıza, yani her şey gönlünce olsun der gibi bir şey… “Alles gute,mach’s gut” demiş kız bal rengi gözlerindeki hüzünle gülümseyerek… Trene binmiş yeniden, ağzındaki bal tadının esrikliği içinde. Kompartmana gelmiş, yerine oturmuş. Bir süredir birlikte yolculuk ettikleri iki Alman köylüsünün devam eden sohbetleri çalınmış kulağına… “Hitler” diyormuş biri ötekine,” Hitler kurtaracak bizi!” Fazla ciddiye almamış o an bu sözleri, çünkü hala başı dönüyormuş öpücükten. Sonraları ise düşünmüş ve öyle çok merak etmiş ki, o sıcak öpücüğü veren kızın, sonradan “Hitlersjugend”in yani Hitler gençliğinin bir mensubu olup olmadığını. Bal rengi gözlerine, tüm gülümseme ve yumuşaklığı yitirerek, dünyaya hınç ve öfke saçan korkutucu bakışların yerleşip yerleşmediğini… Ve de o korkunç ikinci savaşta müttefik uçakları bulunduğu kenti bombalarken, suçlu ülkesinin cezasını ödercesine can verip vermediğini... Coşkun Kartal Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR