Arkadaşım Ayla / Necati Güngör
Necati Güngör'den çok güzel bir hayvan hikayesi daha. Hiç bir yerde yayınlanmamış bu hikaye, gittikçe soğuyan kalpler dünyasında büyük bir yazarın elinde doğayla ilişkilerde sıcacık sevinçler yaratıyor.
Kaç yaşındaydım ben? İlkokulu bitirmiş miydim? Tam olarak çıkaramıyorum yılını şimdi. Bütün aile bir aradaydık. Dedemin o, üç katlı evinde oturuyorduk: Dedem, babaannem, iki amcam ve biz. Hepimiz bir arada, tek ev gibiydik. Yalnızca insanlar değil, evimizin hayvanları da ailenin birer parçasıydı. Ayrımız gayrımız yoktu. Dedem bütün ailenin başınaydı; bizler onun sofrasında yiyip içiyor, onun kanatları altında yaşıyorduk. Küçük amcam henüz evlenmemişti, hayır… Ailenin benzin istasyonunu çalıştırıyordu. Kapkara bir yılan gibi kıvrıla büküle Ereğli yönünden gelip, Düzce’den geçip İzmit’e bağlanan asfalt yolunun üzerindeydi istasyon... Karadeniz’in kıyıcığında, önü deniz, arkası sık ormanlık olan bir noktada. Yine böyle bir hafta sonuydu, akşam karanlığı iyice çökmüştü, küçük amcam köpekleriyle birlikte avdan döndü. Köpekler eve dönmenin mutluluğundan mı bilinmez, yorgunluklarına aldırmadan amcamın çevresinde heyecanla dönüyorlardı. Amcamın kucağında büyükçe bir kutu vardı. Getirip o kutuyu babaannemle dedemin ayaklarının ucuna bıraktı. Babaannemle dedem, akşam yemeğinden sonra, içinde bütün yaşantımızın geçtiği geniş avluya bakan sundurmanın altındaki sedirde yan yana oturuyorlardı. Onlar orda oturup çaylarını, kahvelerini içerken, büyük amcamın ben yaştaki oğluyla avluda oyunlar oynardık. Küçük amcamın eve dönmesiyle oyunumuzu bırakıp onun yanına koştuk hemen. Amcam avdan her dönüşünde, bize masal gibi gelen, birbirinden ilginç hayvan hikâyeleri anlatırdı. Ormandaki hayvanlarla aralarında geçen serüvenler… Bu kez amcam hikâye kahramanlarını yanında getirmişti: Dedemin ayak ucuna bıraktığı kutuyu ters çevirdi. İki sevimli hayvan çıktı ortaya! Kedi büyüklüğünde, sevimli mi sevimli iki ayı yavrusuydu! Biz çocuklar bu canlı oyuncakları büyük bir sevinçle karşılarken, aile büyüklerimiz sevincimizi paylaşmadı; onlar kaygılıydı. Amcam, “Bu yavrulara en iyi siz bakarsınız,” demişti, ayıcıkları kutudan çıkarırken. Ardından, yavruların hikâyesini anlattı: “Ormanda yabandomuzu aradığımız sırada, bir arkadaşımız ayının saldırısına uğradı. Bunların anasının… Arkadaşımızı yaraladı. Yere yatırdı, rasgele ısırmaya başladı… Öfke doluydu! Baktık ki ayı, arkadaşımızı öldürecek, biz de ona ateş ettik… Anneleri ölünce bunlar korunmasız kaldı. Bu kez öksüz kalan yavruların durumuna acıdık. Alıp sevdik, yatıştırmaya, korkularını gidermeye çalıştık. Mataradan su içirdik biraz. Su içmeye bile çekiniyor, titriyorlardı! Çok korkmuştu zavallılar! Gittim, kamyonetin arkasındaki kutuyu aldım. Bunları içine koydum… Orada bırakamazdık. Bıraksak, kendi başlarına beslenemez, ancak çakallara yem olurlar…” Babaannem, “Evin içinde nasıl olacak?” diye usulca karşı çıktı. Ama dedem gün görmüş adamdı. Yüzünün ifadesi hiç değişmedi. Olumlu ya da olumsuz bir şey demedi. Yalnızca babaannemi yatıştırmak için olsa gerek; “Bakarız çaresine,” demekle yetindi. Küçük amcam ayıcıklara acımamış da, gerçekte biz çocukları sevindirmişti sanki… O akşamdan sonra evimizde iki çocuk daha vardı artık, bütün oyunlarımızın içinde… Henüz bebek oldukları için biberonlar süt veriyordu babaannem. Dedem onları, biz torunlarından ayırt ekmeksizin benimsemişti dersem yalan olmaz. Bu tüylü torunlarını sevmekle kalmıyor, onlara nasıl davranmamız gerektiğini söylüyor; zaman zaman da onların ormandan gelmiş hayvanlar olduğunu , yakınlıkta ölçüyü kaçırmamamızı öğütlüyordu. Ayıcıklar da sanki insanlarla yaşamanın eğitimini almışlar gibi beze ayak uydurmuşlardı. Dedem sesini yükseltince, kendileri için ayrılmış yer minderinin üstüne gidip birbirlerine sokularak yatıyorlardı. Başlangıçta ayıcıklara birer ad koymayı akıl edememiştik. Erkeğe oğlum; dişiye de kızım diyordu büyükler. Biz de büyüklerimiz gibi sesleniyorduk. İşte o, henüz ad konulmadığı günlerde, dedemin bir arkadaşı ziyaretimize geldi. Dedemle arkadaşı karşılıklı kahvelerini içerlerken, kalıplaşmış sözlerle hal hatır soruyorlardı birbirlerine. Arkadaşı, “Çoluk çocuk nasıl?” diye sorunca; dedem de, “Gördüğün gibi hepsi de iyi, çok şükür, ellerinden öperler!” diyerek ayıcıkları gösterdi. Sonra da ekledi: “Bizim evin Aydın’ı ve Ayla’sı da bunlar işte…” Dedemin arkadaşının iki torunu vardı, Aydın ve Ayla adlarında. Dedem onları kastetmişti. O anda gülünüp geçildi. Ama bu iki ad, ayıcıklarımızın üzerine yapıştı kaldı. O günden sonra dişi yavrunun adı Ayla, erkek yavrununki de Aydın olarak benimsendi. Onlara bu adlarla seslenir olduk. * Aradan haftalar geçti. Ayla düzenli beslenmenin hakkını veren, tostoparlak, bir o kadar da hareketli bir çocuk oldu. Arada bir kardeşinin kulağını yakalayıp biberon gibi emiyordu. Ancak, Aydın daha zayıftı; hali tavrı da daha bir durgun... Ayla kadar iştahlı değildi. Ayla’ya ne verirseniz yiyor, daha yok mu diye elinize bakıyordu. Bıraksanız, kardeşinin de sütünü içerdi hani. Dolayısıyla Ayla gün geçtikçe büyüyor, irileşiyordu. Aydın’sa bir süre sonra yemeden içmeden kesildi, kardeşi bizimle koşup oynarken, o, günden güne durgunlaştı. Sonunda kıvrılıp uyuyakaldı yattığı yerde. Küçük amcam bizler henüz uyuyorken cansız bedenini alıp ormana götürmüştü. Biz kalktığımızda Ayla tek başına kalmıştı evin içinde. Kaç aylıktı Ayla? Tam olarak anımsamıyorum. Ama yaşını doldurmamıştı henüz. Bir gün onu da evden alıp götürdü küçük amcam. Büyükler öyle karar vermiş olmalıydı. Ayla artık benzin istasyonunda yaşayacak dediler. İstasyon evimize yakın olduğu için, pek de uzağa gitmiş sayılmazdı bizim için. Onunla oynamayı özlediğimizde istasyona gidiyorduk. Sevimli halleriyle benzin almaya gelen müşterilerin gönlünü kazanacağı kimsenin aklına gelmemişti sanırım. Zamanla benzin istasyonunun maskotu haline geleceği; istasyonun adının “Ayılı İstasyon”a çıkacağı… İstasyonda yalnız değildi Ayla; orada sürekli kalan Rita adında bir kurt köpeğimiz vardı. Soylu bir köpekti Rita. Çok da akıllıydı. Ayla onunla oynuyordu. Daha doğrusu Rita, Ayla’nın kendisiyle oynamasına katlanıyor, anne gibi ona sahiplik ediyordu. Üzerine çıkıyor, kulağını kemiriyor, sesini çıkarmıyordu. Bazen Ayla kendi başına asfalt yola inecek olsa, Rita, keskin ve kesin bir ses tonuyla bir kez havlıyor; Ayla hemen geriye dönüyordu. Bazen de Rita, Ayla’yı yanına alıp, istasyonun arkasındaki ormana götürüyordu. Orada ne yapıyor, nasıl oyalanıyorlarsa, döndüklerinde dilleri dışarıda, yorgun oluyorlardı. Önce kendi kaplarından lap lap su içiyor, sonra kuytu bir yer bulup seriliyorlardı. Amcama göre hayvanlar ormanda kendine geliyordu: Orada, sincap ya da tavşan kovalıyor, avcılık içgüdülerini doyuma ulaştırıyorlardı. Ayla büyüdükçe başına buyruk davranır olmuştu. Canının istediğini yapıyor, onu durdurmak isteyen olursa, kızıyor, hırçınlaşıyordu. Bir gün plastik çöp kovasının üzerinde tepinerek parçalamıştı. Kovayı parçaladığı için büyük amcam sinirlenmiş, eline geçirdiği süpürge sopasıyla sırtına vurmuş… Dayak yiyince Ayla’nın korkup sineceğini, aynı hareketi bir daha yapmayacağını sanıyormuş. Fena halde yanılmıştı! Yediği sopanın acısıyla Ayla büsbütün öfkelenmiş! Büyük amcamın üzerine yürümüş, bacağını ısırmış… Hemen bir arabaya atıp hastaneye yetiştirmişler büyük amcamı. Bacağındaki yaraya dikiş atılmış, ilaçlanıp sarılmış. Kuduz aşısı yaptırmak istediklerinde, hekim gerek görmemiş aşıya. “Ayılarda kuduz mikrobu bulunmaz,” demiş… Büyüklerden işittiğim bu bilgi, benim de aklımda yer etti. Küçük amcam, Ayla’nın davranışlarından, ayılara nasıl davranılması gerektiğini anlamaya çalışıyordu. Ona göre, hangi nedenle olursa olsun, bir ayının kızdığı şeyi yapmamak gerekiyor. Bir şeyi dağıtmak ya da parçalamak istiyorsa, ona karşı koymamak gerekiyordu. Karşı koyduğunuzda sizi de hedef alıyordu ayı. Sözgelimi Ayla kimi zaman istasyonun büfesine giriyor, canının istediği şeyi alıp parçalıyor, amcam ona engel olmaya kalkışmıyordu; o durumda kendisine saldırmaktan kaçınmayacağını biliyordu artık. Anlaşılıyordu ki, büyük amcam, çöp kovasını parçaladığı için ona vurmasa, Ayla da kendisine saldırmayacaktı. * Kimi zaman biz ısmarlıyorduk ona bir kola; kimi zaman da istasyona uğrayan sürücüler… Her defasında kutuyu tepesine dikiyor, sonra da tatlı tatlı geğiriyordu. Şişman, sevimli, şımarık, dediğim dedik bir haylaz çocuk gibiydi. Ortalıkta başıboş dolaşırken kimi müşteriler ondan çekinir olmuştu. İnsanlara dokunmak istiyor, bu yüzden korkutuyordu! Sevgiyle dokunmak isterken bile, sivri tırnakları zarar verebiliyordu. Nitekim bir keresinde, benimle oynamak isterken, tırnağı dudağımı aşağı doğru derince çizmişti. Anında şişti dudağım! Görenler dehşete kapıldı. Neyse ki küçük amcam deneyimliydi: “Şiş birazdan iner, kuduz tehlikesi de yoktur,” diyerek yatıştırdı beni. Mikrop öldürücü oksijenli suyla sildi dudağımın çevresini. Bu olaylardan sonra küçük amcam, yine böyle bir durum yaşanabilir kaygısıyla önlem aldı; Ayla’yı zincirle bağladı. Ne var ki, Ayla bizimle birlikte, gündelik yaşamın içinde olmaya alışmıştı bir kez. Zincirle bağlanmak ona zor geliyor, koparmaya çalışıyordu. Aradan çok zaman geçmedi; uğraşa uğraşa kırdı zincirini! Bu kez bağlanan zinciri iki kat yaptı amcam. Zincir iki kat olunca, gücü yetmez oldu. Kırmak için çabaladı durdu bütün gün. Kıramayınca küstü. Çocuk gibi somurtarak kaldı öyle. Tatlı dille seslenmelerimize aldırmadı. Onu biraz olsun neşelendirmek isteyen küçük amcam gidip bir kutu kola getirdi, başını kaldırıp bakmadı bile. Yanına bıraktı kutuyu. Almadı, içmedi… Buna karşılık, kıramadığı zincirle yaşamaya boyun eğdi o günden sonra. Bunu bir yazgı olarak benimsedi sanki. İstasyonda zincirle bağlanmış Ayla’yı ilk görenler arasında tepki gösterenler oluyordu. Küçük amcam sabırla yanıt vermeye çalışıyor, hayvana eziyet amacıyla bağlanmadığını anlatıyordu. Ayla’nın bir aile bireyi gibi aramızda büyüdüğünü ısrarla söylemesine karşın inanmak istemeyenler çıkıyordu. Hemen her gün birilerine böyle söz anlatmaya çalışması, karşılığında kınayıcı sözler işitmesi, küçük amcamın canını sıkmaya başlamıştı. Hatta bir gün hayvanseverler adına özellikle kalkıp istasyona gelen bir kadın, amcama bağırıp çağırdıktan başka, bizi şikâyet edeceğini söyleyerek ayrılmıştı. Gün geldi, küçük amcam, gördüğü bu tepkilerden yıldı. Belki de artık Ayla ile vedalaşmanın, onu ormanda yazgısına bırakmanın zamanı geldi diye düşünmeye başladı. Bir yandan da gönlü elvermiyordu buna. Ayla adına kaygılanıyordu. Onu seven insanlar arasında, rahat bir ortamda, önüne hazır gelen yiyeceklerle beslenmeye alıştığını biliyordu. Bu vakitten sonra dağ kovuklarında kış uykusuna yatıp baharın gelmesini bekleyemez, diyordu. Ayla’nın ormana bırakılması konusu aile içinde sık sık konuşuluyordu. Ayının asıl vatanı ormandır, orada kendine eş bulur, yavru doğurur, annelik duygusunu tadar, diyenler de vardı; yiyecek bulamaz, aç kalır diyenler de… Doğrusu ya, Ayla’nın gönderilmesini istemeyenlerden biri de bendim. O bizim çocukluk arkadaşımızdı. Bizimle birlikte büyüyordu... Ama tabii biz çocukların görüşünü soran yoktu. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da büyükler karar veriyordu. En sonunda dedem, kararı küçük amcama bıraktı. “Onu bize sen getirdin, kararı da sen ver!” diyerek noktayı koydu. Böyle diyerek küçük amcamı zor bir kararla karşı karşıya bırakmıştı dedem. Küçük amcam daha fazla oyalanmadı. Zaman geçtikçe vazgeçeceğinden mi korkuyordu, bilemiyorum… Ayla’yı anayurduna, ormana götürüp bırakmanın onun için daha iyi olacağına kendini inandırmış olmalıydı. Bir gün öğleden sonra Aylacığı yanına almış, birlikte ormana dalmışlar. Amcamın yanı sıra bir yere gittiklerinde, sahibini izleyen uysal bir köpek gibi ardı sıra giderdi. Yine öyle yürümüş, yürümüşler. Sonra evde anlatmıştı bunu. Uzun ve dolambaçlı, sık ağaçlıklı yollardan geçmişler. Arada bir olduğu yerde durup ormanın derinliklerinden gelen seslere kulak kabartıyor, sonra yine amcamı izliyormuş Ayla. Küçük amcam, bunun, birlikte son yürüyüşleri olduğunu bildiği için kalbi hüzünle doluymuş. Öyle tanımlıyordu o anki duygularını. Bir daha göremeyeceğim belki de, diye düşünüyormuş… Ormanın görünmez yerlerinden yükselen homurtuları o an umursamıyormuş bile. O dakikalarda bile yanında Ayla’nın bulunması güven veriyormuş! Bu duygu kalbime daha bir ağırlık veriyordu, diyor… Kendimden utanıyor, sevgili Ayla ile vedalaşamayacağımı biliyordum… Bu acı veren duyguları içinde dakikalar, saatler boyu yürümüşler. Belki üç, belki dört saat… Yoğun ağaç dalları arasında yalnızca ışık telleri görünen güneş çekilmiş. Yaprakların rengi önce turuncuya, ala, giderek karaya dönüşüyormuş. Karanlık bastırınca, ormanda yiyecek arayan yırtıcılarla çoğalacağını bildiği için, orada daha fazla kalmamak gerektiğini düşünmüş. Kendisini izleyen Ayla’nın tersine, dönüş yoluna sapmış. Onu atlatmış! Bu kez durup dinlenmeden, ardına dahi bakmaksızın, koşarcasına yürüyormuş amcam. Bunu yaparken, Ayla’cığın ormanda geçireceği ilk geceyi düşünmüş yol boyunca. Hani, kız evladını, bilmediği bir yerlere gelin veren bir babanın tedirginliği içinde dönüyormuş. Karanlık ve ıssız yollarda, üç, dört saat boyunca yürümüş, yürümüş... Ben istasyonuna geldiğinde burnundan ter akıyormuş! Kolay mı? Onca saat git, sonra aynı uzaklıktan geri dönüp gel… Yorgunluktan canı çıkar insanın. İstasyona geldiğinde, bir de ne görsün? Bizim koca kız, kendisinden önce gelmemiş mi! Onca yolu boşu boşuna teptiğine mi yansın, tabanlarının sızlayışına mı, onun için kaygılara düşmesine mi? Kim bilir, belki de yüreğinin bir yerinde kendinden bile sakladığı bir sevinç duygusu ortaya çıkmıştır o anda… Bilinmez ki… * Ayla, benzin istasyonundaki varlığını sürdürdü. Her şey kaldığı yerden devam etti. O yine, çok sevdiği kolayı kâh iki eliyle tutup tepesine dikerek içiyor, kâh sırtüstü uzandığı yerde ağzına aktarıyordu… Küçük amcam özellikle orman gezilerinde onu da yanından eksik etmiyordu. Dönüşte, Ayla’nın hikâyelerini anlatmasını bekliyorduk ondan. Ormanlıktaki dereden balık tutmaya bayıldığını, yakaladığı balığı yemeye bayıldığını… Derin sularda ustalıkla yüzdüğünü… Kayıkla açılmışlarsa, kayığın ön tarafında oturmayı sevdiğini anlatıyordu. Bizler, Ayla’nın bu tür hikâyelerini keyifle dinlerken, onun içimizdeki yeri her gün biraz daha vazgeçilmez oluyordu. Yalnızca bizim ailenin bir parçası değil, tüm köyün bir yakını; tüm çocuklarının arkadaşıydı. Onu kola ısmarlıyor, kendine özgü içişini seyrederek eğleniyorlardı. Dediğim gibi, arada bir köpeklerle beraber ormana gidiyor, doğanın kucağında usanıncaya dek özgürce dolaşıyor, avlanıyor ve dönüp geliyorlardı. İşte o orman gezilerine son gidişlerinde Ayla geriye dönmedi! Köpekler onsuz dönmüştü! Geri geleceğine o denli inanıyorduk ki, dönmeyişi karşısında fazla telaşlanmadık… Arası çok sürmez, bir yerlerden çıkar gelir diye bekledik. Aradan üç gün geçti, hâlâ çıkıp gelmedi! O gelmeyince hepimiz kaygılanmaya başladık. Sonunda küçük amcam yanına köpekleri alıp ormanın derinliklerinde onu aramaya çıktı. Başka ayıların saldırısına mı uğramıştı? Başka köylerin avcıları mı öldürmüştü? Aklımıza her türlü olasılık geliyordu. En iyi olasılık, erkek bir ayıya rastlamış, onunla yaşamayı seçmiş olmasıydı... Doğrusu, aklımızdan geçen, gönlümüzün istediği buydu! Başka türlü onun birdenbire yitip gitmesine, hayatımızdan çıkmasına katlanamazdık… Evet, bir geceyi ormanda geçirme pahasına, yirmi dört saat boyunca Ayla’yı aramıştı küçük amcam. Ama Ayla’mız ortalarda yoktu! Amcamın öyle eli boş ve umutsuz dönüşü karşısında kendimizi avutacak en iyi olasılık, onun başka bir ayıya tutularak birlikte gitmiş olmasıydı! Necati Güngör GERCEKEDEBİYAT.COM
Küçük amcam, hafta sonlarında köpeklerini yanına alıp ava çıkıyordu arkadaşlarıyla. Av dönüşlerinde, ormanda rastladıkları hayvanları anlatıyor; ben de kâh korkarak, kâh merak içinde dinliyordum. Amcam bir masal kahramanı gibi gözümde büyüyor; ona yardımcı olan köpeklerimizi daha bir seviyordum.
İlk kez kim verdi, kimin elinden içti, bilmiyorum… Amcamlar mı içirdi; yoksa yolcuların elinde görünce mi canı çekti? Ayla, benzin istasyonunda kola içmeye alıştı. İstasyon büfesinde satılıyor, benzin almak için gelen sürücülere satılıyordu. Belki de sürücünün biri, muziplik olsun diye kendi içtiği koladan ona da tattırmak istemişti… O günden sonra fena halde kola tiryakisi olmuştu. Eline ne zaman bir kutu kola verilse, hemen tepesine dikiyor, bir solukta tüketiyor, dilinde kalan son damlaları da sallayarak yere boşaltıp diliyle yalıyordu.
Gerçekten birkaç saat içinde dudağımdaki şiş indi. Tırnak izi bir zaman kendini belli etti öyle.
YORUMLAR