Pamukkale- Hierapolisli hemşerim Epiktotes, Bir insanın anavatanı çocukluğudur.” der. Trajedinin büyük ustası Eshilos, “Anı, tüm bilgeliğin anasıdır.”, düşün adamı Kierkegard da “Anımsamak sanattır.” dediğine göre biz de söze anılarla başlayalım. Anılarımızın odağında bugün Kuşadası ve Cengiz Bektaş var.

1964 yazında, Ortaklar İlköğretmen Okulu öğrencileri olarak bir yaz çalışması aonrası, o günün Devrim İlkokulu’nda on beş günlük yaz kampındaydık; çünkü okulumun o köy enstitüsü anısı hâlâ tazzeydi. Özer Türk’ün kaymakam olduğu yıllarda, Oxford ve Kembirç Üniversitesi öğrencilerini limanda karşılayan o öğrenci ekibinde, ben de vardım. 1966’da mezuniyetimizi kutlamak için birkaç arkadaşımla yine buradaydım. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı günlerinde, buralarda in cin top oynarken eşimle Kadınlar Denizi’nde bir zeytinin altındaki çadırdaydık.  

Kalamaki dahil, birçok koyunda kıyısında, Değirmen’inde anılarım var. Etkinlikler için de birkaç kez yolum düştü. BU dördüncüsü. 

Cengiz Bektaş’tan esinlenerek söyleyeyim, benim için Ege ve elbette Kuşadası, o sarışın rüzgârların estiği, sakız kokulu bir coğrafyadır.  

Kuşadası’nın mitolojik ve tarihi dokusuna da hep ilgi duydum; Phygela, Neopolis, Panionion, Anaia’yı (Kadıkalesi) hep merak ettim. İyonya, “eleştirel akıl”ın, Anadolu aydınlanmasının özeğidir kuşkusuz. Mikale dağıyla özdeşleşen o Eros - Psike aşkına, bugünlerde insanoğlunun ne çok gereksinimi var; elbette değer bilene. Zeus Mağarası da Helen düşleri kurmadan belleklerde yerini almalıdır.  

Kim ne derse desin, her yazar ve şairin yazı dünyasına yön veren birileri vardır. Benim yazı dünyamı var edenlerin başında da Cengiz Bektaş’la Şadan Gökovalı gelmekte. Onların yüreklendirmeleri, içtenlikleri, dostlukları… Evet, bugüne değin Cengiz Bektaş’ın 100’ü aşkın kitabından 33’ünü okudum. O kitaplara kafa yordum, her birine notlar düşüp yazılar yazdım. Üç şiirimi de kendisine sevgiledim. Dahası onun mimarlık harikası yapılarıyla kendime yeni kapılar açtım. Gezip gördüklerim arasında Kavaklıdere’deki Türk Dil Kurumu binası, Akdeniz Üniversitesi’ndeki Olbia Yerleşkesi, Denizli’deki Babadağ İşhanı, Afrodisias Müzesi’ne eklenen Sevgi Gönül Salonu ile Karacasu Evi var. Olbia, Antalya’nın batısındaki Likya kentidir. Umarım bir gün Çatalhöyük Müzesi’ni de gezip görme olanağı bulurum. Ölümünün 4. Yılında 20 Mart 2024’te de Nakkaştepe’deydim, ona saygı duruşunda; Türkiye Yazarlar Sendikası’ndan üç beş dostla. 

Sevgi Gönül Salonu’nun açıldığı gün, 31 Mayıs 2008’de Cengiz Bektaş’ın davetlisiydim. Önce kazıevinde buluştuk; zengin buluşmaydı Ara Güler de Orhan Atvur da oradaydı. Tören öncesi solonu birlikte gezdik. Cengiz Ağabey, neyi niçin öyle tasarladığını anlattı. Bir yapının insanla ve doğayla nasıl bütünleşebileceğinden söz etti. Toprağın altını gösteren tabandaki camlı bölümle, Salkabos’u (Babadağ) gören pencere önünde söyleştik uzun uzun. 

Gezenin Salkabos’u (Babadağ) görmesi için açılan o boydan dışa çıkıntılı pencerenin önü, bugün ne yazık ki ağaçlarla örtülü. Görülen o ki gelip giden hiçbir müze müdürü, Cengiz Bektaş’ı hiç anlamamış! Bilgievi olmasını çok istediği Karacasu Evi’nin kapısı da o günden bugüne hiç açılmadı. Ne diyelim, “Görgülü kuşlar gördüğünü işler, görmedik kuşlar ne görsün ki ne işler!” O görgü, ne “sosyal demokratım” demekle kazanılıyor ne de “yerli ve milli” oluvermekle!... 

Mimar Cengiz Bektaş 

Cengiz Bektaş, işini tarihle, özellikle Anadolu birikimiyle bütünleştiren ender mimarlarımızdan biridir. O, bu birikimi şu üç tümceyle özetler: Üç imparatorluk kurulmuş bu topraklarda. Hitit, Doğu Roma, Osmanlı… Hepsinin, yeryüzü kültüründe yer tutan yapılarının arasında yaşıyoruz. Elbette bu birikimin öncesi de vardır. Onu da görmektedir Cengiz Bektaş: “İlk yerleşmenin gerçekleştiği yer Anadolu… İlk kentsel yerleşmenin gerçekleştiği yer Çatalhöyük. Anadolu’nun tam ortasında. Kurgusu önceden planlanmış ilk kent Priene de bu ülke kültürünün yaratısı…”  

Cengiz Bektaş, kuşkusuz o birikimi elde etmenin, onunla özdeşleşmenin de akşamdan sabaha olamayacağını bilenlerdendir. Onun,Mimar Sinan’a, halk arasında çıraklık görevi saydığı yapıyı yapma görevi, elli yaşındayken verilmişti.” saptaması, bu bilincin somutlamasıdır. O yapı Şehzade Camisi’dir. Yani özetle diyor ki, her şey Batı’da değil. 

Evet, Anadolu aydınlanmasını yaratan o “eleştirel akla”, sahip çıkmamız gerekir. Bu bilinçle Cengiz Bektaş’ın bugünkü Batı’yı eleştirmekten de geri kalmadığını görüyoruz; gökdelenleriyle, kendine yontuğu demokrasisiyle… “Amerika Amerika Katlar Savaşı” onun bu konuya odaklanan yapıtlarından biri. Batı, özellikle Amerika konusunda, Cengiz Bektaş, şu cümleyi kurarken, ABD’deki demokrasinin dokuz yüz çeşit içinden istediği sıvı sabunu seçebilmek olduğunu söylediğimde pek de haksızlık etmediğimi düşündüm sonra…” derken hiç de haksız değil! Cengiz Bektaş’ın, “İstanbul’un silueti yüzyılda Türkleştirilmişti.” dediği o kentten, yirmi yirmi beş yılda hiçbir eser bırakmadığımız da ortada! Ne uğruna? Batılılaşma, Küçük Amerika olma sevdası uğruna!... Bu çarpıklığın dizelere dökülmüşü de şöyle: “Zincire vururlarmış karasevdayı / Güneşin battığı yerde / Bir türküdür bizde bir su sesidir / Çiçektir güldür fesleğendir / Bin yıllardır Anadolu’da / İnsan insan bakmaktır doğaya / Sevmek aşmaktır kuralları / Yeniden yaratmaktır insanı / Mimarbaşı / Kur sevginin yapısını 

Anadolulu İnsan Olmak” kuşkusuz “Kültürel Kimliğimiz”i korumakla, “Yaşanası Kent”lere sahip çıkmakla, sevginin yapısını kurmakla, onun “Kültür, yaşamı olanaklandırmaktır.” uyarısını kulaklara küpe yapmakla olacaktır. Bir de o “Mesleklerin en güzeli insanlıktır.” özdeyişine sadık kalmakla…  

Cengiz Bektaş, halk yapı sanatının ustalarına büyük değer verir.. Şamaş’a çivi çakıldığı günlerden beri gelen o birikime. Benim şiirime de girmiştir o birikim; Mezopotamya’nın o güneş tanrısı Şamaş’la. “Ustalar İzleğinde – Aşk da Gündoğuda Hâlâ” derken, hem de iki kez: “Bir yaşam piriysek az çok / Hepimiz eğer / Haydi var mısınız / Marangoz ustam Nuh’tan el alıp / Politekhos’la / Şamaş aşkına / Zamanı da çivilemeye” – “Hatırla lütfen o sözcüğü / “Savaş” değil “Şamaş”tı değil mi / O halde / haydi iki baştan çatmaya / yeni bir “şen ol” halayı / … şamaş şamaş 

Cengiz Bektaş’ın “Evler” dizisi, yitirilen değerlere dikkati çekme, Attilâ İlhan’ın “Bu şehir o eski İstanbul mudur dizesinde somutlaşan o yürek yangınına bir gayret su dökme çabasıdır. “Kültür Kirlenmesi”ne atılan çığlıktır. Bir “Yaşanası Kent”in ancak “Herkes İçin Kent” olması gereğine, yapılan güçlü bir vurgudur. O kentte yaşayanlara “Kendini Tanı” çağrısıdır. 

Onun “Kuşadası Evleri” yapıtı, bu zincirin, hani şu Evler Dizisi’nin ilk halkalarından biridir. Evet, gerçek Kuşadası’nın, salt kirletilen kıyılarla yağmalanan koylar olmadığını gösterme uğraşıdır. 

O halkada Bodrum, Şirinköy, Babadağ, Akşehir, Karacasu, Kayaköy, Manisa, Şirince / Tirilye evleri de var; hatta “Kuş Evleri” de… Şair yüreği, kuşkusuz kuş yüreğidir. 

Evet, hepsinde çevrenin malzemesi kullanılmıştır. Hepsinde iç – dış uyumu, coğrafi koşulları önemseyiş, komşu hakkına ve sokağa saygı plandadır; yani biçimden önce işlevsellik. Hepsi de hatılı ve elibelindesiyle (payanda), taş ve ahşabı ana malzeme seçişiyle, depreme dayanıklılığın eşsiz örnekleridir. Ayrıca kapılar başta olmak üzere ahşap işçiliğindeki o sanatsal zevke, kapı tokmaklarındaki o çeşitliliğe ve anlam zenginliğine de not düşmek gerekir.  

Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı, Güvercinada’nın tarihi dokusu gözümüz gibi korunması gereken yapılardır. Elbette Çalıkuşu’nun kadın kahramanı Feride’nin eviyle birlikte Cengiz Bektaş’ın örneklediği o Remziye Kural, İlyaszade, Leblebicioğlu Mehmet Ağa, Esat Ekmekçi evleri de…  

O yamaç evleri, Efes’te olduğu gibi, her zaman bir başka güzeldir. Neden mi? Binlerce yılın birikimine örnek oluşturdukları için. Girit, Rodos, Samos, Sakız ve Anadolu’nun sentezini temsil ettikleri için. 

Birbirini İnşa Eden İki Sanat: Şiir ve Mimari  

Cengiz Bektaş, Duvarların Dışı da Senin” adlı yapıtında mimari ile şiiri Kayaköy bağlamında, yıllarca önce 1982’de, bakın nasıl buluşturuyor o mübadele bağlamında; o gidenlerdir, Közün üzerini küllemişlerdir” dedikleri!... Şu tümceleri de çok etkileyici değil mi? “Bir köşe başında çeşmeden akan su bile gerçek değilmiş gibi geldi bana… Uzatsam elimi ıslatmaz gibi geldi… Böyle bir yüreği taşımıyorsanız, “duvarların dışı”na çıkamazsınız, ne şair olabilirsiniz ne mimar!... 

Evet, bir mimar olarak her şeyden çıkabilirsiniz de ceketinizi omzunuza atıp coğrafyanın gerçeğinden, o birikimin kapısından çıkıp gidemezsiniz. Onun o “Doğuran Doğurtan Afrodisyas Şiirleri”nde kendine yönelttiği şu soru, her şair ve mimarın bütün ömrünün sorusudur: “Ben onun sonrası mıyım / O benim geçmişim mi” Cengiz Bektaş o geçmişi de anayurttan ve anadilden soyutlamaz, Türkçeden ıratmaz; Afrodisias ya da Aphrodisias olarak yazmaz; Afrodisyas yazar, Afrodisyas söyler. 

Sırt çantamdaki o Safo şiirlerini, açıp açıp bir de Midilli’de okudum. Neden mi? O şiirleri esinleyen şiir rüzgârıyla, bir kez de kendi coğrafyasında serinlemek için. “….. sarsıyordu yüreğimi / Eros, dağda meşelere abanan yel gibi” dizeleri, Safo ve Midilli’yle nasıl da özdeşleşiyor! Kriton Diçmen’in çevirisinde o sözcük “palamut”tur. Şiire yakışanı elbette “meşe”dir. 

Safo ile Cengiz Bektaş’ı buluşturan Azra Erhat’tır. Azra Erhat, mitolojinin içinden çıkıp gelen “Mavi Anadolu”nun durup durup “İşte İnsan” çığlığı atan kızıdır. Azra Erhat, aradığı o insanı, manevi oğlu Cengiz Bektaş’ta bulmuştur. Anımsayalım, Şadan Gökovalı da Halikarnas balıkçısının manevi oğludur.  

Azra Erhat, Safo’yu Cengiz Bektaş’la çevirirken İlyada ve Odysseia’yı A. Kadir’le çevirmiştir; evet, o şiirsel katkılardır, o çevirileri ölümsüzleştiren.  

Sözün burasında, Muazzez İlmiye Çığ’ın Atatürk ve Sümerliler adlı yapıtına, Cengiz Bektaş için düştüğü şu notu da anımsayalım: “Onu yeterince tanımamaktan çok utandım.”  

Cengiz Bektaş’ı şiir ile mimariyi buluşturan kitaplarından en dikkati çekici olanı, hiç kuşkusuz “Nâzım Hikmet’in Mimarlığa Bakışı” adlı yapıtıdır. O kitaptan altını çizdiğim ilk tümce, şiir ile mimariyi buluşturan o “Biçim işlevi izler.” tümcesidir. O kitap, bana ayrıca şu notları düşürtmüş: “Şiir mühendislik değil, mimarlıktır. Yaratıcılık hesap kitap değil, kültür ister; şimdiki binalarda statik var, görgü yok. Şiirlerde de akıl var, yürek yok!... Sokakları ezen yapılarda da evin sıcaklığı yok!... 

Nazım Hikmet’in şu saptaması da her şeyin özeti bir bakıma: “Ayasofya halis Bizans, Sultanahmet Türk, dikilitaş Mısır’dır. Alman Çeşmesi ne Osmanlıdır, ne Türk, ne Bizans, ne Mısır, ne de Alman… (…) Dikkat ettim. Güvercinler her halis kubbeye ve her gölgesi serinlik yaratan saçağa konuyorlar. Onların İstanbul’da konmaya tenezzül etmedikleri bir saçak ve kubbe var: Alman Çeşmesi…” Evet, şiir ve mimaride kimliksizliğin yarattığı yıkım nedir sorusu, bundan daha çarpıcı başka nasıl somutlanabilir? 

Aynı kitaptan aktaracağım şu küçük öykümce (anekdot) da oldukça ilginç:  

Nâzım Hikmet Moskova’ya gittiğinde kentte onun bildiği öğrencilik yıllarından sonra neler yapıldığını görmesi için gezdirirler. Onu gezdirmekle görevlendirilen kentin başmimarı bütün bir gün ona her şeyi gösterir. Yeni yapıları anlatır. Sonunda da düşüncesini sorar bu yeni yapılar üzerine. Nâzım Hikmet açıklıkla sevmediğini söyler. Mimar şaşırır.  

Nasıl olur? Stalin bunları çok beğeniyor.” der.  

Nâzım’ın yanıtı ilginçtir:  

Stalin adında bir mimar tanımıyorum. 

Nâzım, bugünlerin İstanbul, İzmir, Kuşadası’nı görseydi; dahası o “Biz bu kente ihanet ettik!” diyenlerin tanığı olsaydı, onlar için de neler diyeceğini, sözün tokadını nasıl patlatacağını tahmin etmek hiç de güç değil. Cengiz Bektaş, “Muhalifi olmayan iktidar değildir.” derken bir bakıma Nâzım’lara ne denli gereksinimiz olduğunu da vurgulamaktadır kuşkusuz.  

Mimar Sinan Büyük Ödülü’ne sahip ustamıza, kendi dizelerinden oluşan, onun “Şiir insanlığımızdır” dizesiyle başlayan o “2018 Dünya Şiir Günü Bildirisi”ne yakışan: bir şiir çelengi bırakalım: 

Şiirde biçimle yola çıkılmaz. / Öz, biçimini kendi alır gelir.”  

“Sevgi örülünce yapıda / İç dış birdir işte böyle” 
“Anılar tutunmazsa duvarlarına, / Ev mi olur orası?" 

"Sade bir ev isterim, / Gökyüzüne penceresi olan, / Güneşi içeri alan, / Yağmurda şarkı söyleyen." 

Bir ev çizeceğim bölümsüz doğu-batısız / Verin ellerimi”  

Oda içlerini çiçeksiz komayın / (…) / Gül yastığı sol yanı boş komayın” 

“Sordum / Nereye böyle / Dediler / Çoğa”  

*** 

Sözümü, onu yitirdiğimiz günlerde, Mart 2020’de kaleme aldığım bir şiirle noktalamak istiyorum. Bu yürek, bu sevgi hepimizin diyerek: 

BU EZGİ HEPİMİZİN 

-Cengiz Bektaş’ın anısına  

özlem ve saygıyla - 

Hayatında bir hanayın 

O “Sakız kokulu Ege” rüzgârıyla 

Tarihin yakamozlanan eskil 

Yapraklarını çevirdin hep bir ömür  

Pırrr kanat Sevican’la 

Türküye dururken bütün 

Babadağ 

Karacasu 

Saburhane evleri 

 

Her sabahki gibi 

“Kim geldi” pencereni herkese açıp 

Yine atıvermiştin okunu, 

Çatalhöyük’te  

Emek emek üstüne taş, 

Laodikya’da 

Düşlere güneş düşüren saat, 

Afrodisyas’ta 

Anadolulu Çınar” olmaya 

 

Tam da  

O Mavi Yolcu  

Son okun ardından 

Sinan’ı düşlerken seher umut 

Yer Deli Gök Deli 

Uçuruverdi pııırrr 

Nakkaş’a bütün o 

Selimiye 

Mihrimah 

Ah Muğla kuşevleri 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)