Ali Ekber Ataş: Yunus Tanrıdan çok insana inanmıştır
Ali Ekber Ataş'la Tebeşir Kokulu Sözler kitabını Zübeyde Duran Dizdar konuştu.
Z. D. D.: Son kitabınız “Tebeşir Kokulu Sözler”e geçmeden önce, bize biraz kendinizden ve geçmiş çalışmalarınızdan bahseder misiniz? A.E.A.: Yazan herkesin en çok zorlandığı soru bu. İnsanın kendisinden söz etmesi garip bir duygu yaşatıyor ona. Ben de öyle bir halde, yanıtlamaya çalışacağım. İnsanın kendisinden söz etmesinin tarafsızlığı konusunda şüphelerim oldu nedense. Kitabımın “Neden Tebeşir Kokulu Sözler” başlıklı tanıtım yazısında babamdan duyduğum bana miras sözünü yinelemem gerek, çünkü bu söz yaşam ilkem oldu: “İnsanın kendisinden söz etmesi, onun cahilliğini gösterir oğlum. Mesele senin kendinden söz etmen değil. ‘Kimlerin, senden, nasıl söz ettiklerini’ sağlayacağın bir hayat bırakmandır geride” demişti. Yaptıklarıma gelirsek: Edebiyatla ilgim liseden başlar, Güzel Sanatlar’ın tarihinde bir ilk olan “YAZ-IN kültür sanat” dergisiyle de bu edebiyatın kapı eşinden girdim. 1994’te başladığım ve 16 Temmuz 2024’te, 27 yıl, 8 ay süren öğretmenliğimde on bir kitap yayımladım. Bunların altısı biyografi ve armağan kitapları, dördü şiir, bir deneme Z. D. D.: Kitabınızın “Neden Tebeşir Kokulu Sözler?” bölümünde; ülkenin bugün geldiği gericilik evresinden bir zorunluluk olarak söz ediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? A.E.A.: Doğrudur. Çağımızda İslam toplumları, özelde Türkiye halkları, gecikmiş bir Ortaçağ’ı yaşıyor. İlerlemenin, kaçınılmaz ilerlemenin ve gelişmenin, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” temel ilkesine, karşı bir durum söz konusu, bütünüyle İslam coğrafyasında. Emek cephesinde bir savrukluk ve parçalanmışlık, halklar arasında etnik milliyetçilik pompalanarak bin yıllardır birlikte yaşayan halklar birbirine düşmanlaştırılıyor. Kısmi de olsa bunu da başardılar. Türkiye, kuşatılmış bir durumda. 20. Yüzyıl Kurtuluş Savaşları yüzyılıydı. Sosyalist devrimin büyük ivme kazandığı bu yüzyılda, kapitalizme en büyük darbesini vurdular. Ekim Devrimi’nin de yakın desteği, silah ve ekonomik yardımlarıyla, çok iyi değerlendirmiş ve Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla vermiş bir Türkiye’den vazgeçilmeyle karşı karşıyayız. Batının aydınlanma tarihine baktığımızda şunlar var: Rönesans! (14.-16. yüzyıl ortalarına kadar süren dönemde), Reform! (15. ve 17. yüzyıl), Aydınlanma çağı (Aydınlanma felsefesi 17. ve 18. yüzyıllarda akılcı düşünceyi; eski, geleneksel, değişmez, katı varsayımlardan, önyargılardan ve ideolojilerden özgürleştirmeyi amaçlamıştır), Fransız Devrimi ya da Fransız İhtilâli (1789-1799), Sanayi Devrimi ya da Endüstri Devrimi (Avrupa'da 18. ve 19. Yüzyıllarda), Ekim Devrimi (1917 Şubat Devrimi ile başlar). Karşımıza çıkan Batı’nın tablosu bu. Peki ya bizim tablo nasıl? Şimdi asıl soru şu: İslamiyet’in doğuşundan (610) 141 yıl sonra Türkler, 751’deki Talas Savaşı’yla, zoraki kabul ettikleri İslamiyetle 1172 yılda, Batı’daki benzeri gelişmelerin hangileri yaşandı? Tanzimat öncesini, Fatih’in İstanbul’u aldığı 1453 yılından başlıyorum; Cumhuriyetin ilanına kadar geçen 470 yılda Anadolu coğrafyasında gerçekleşenler, Batı’yı taklitten öteye geçmemiştir. Ta ki Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşımıza gelene değin bu böyle olmuş. İki bin yıllık insanlık tarihinde emperyalizm, aldığı yenilgilerinden, evrilerek zaferle çıkmış ve insanlığı bugünkü köleliğine mahkum etmiştir. İnsanlığı bu kölelikte, Ne Sovyet ne de Anadolu İhtilali kurtarabilmiş. 2000 yıllık bu tarihi süreci düşünüldüğünde, 100 Sovyet devrimi ile Anadolu devrimi yeni doğmuş, emeklemeyi henüz bilmeyen birire bebekti. Ama bu bebekler, insanlık ve dünya devrimler tarihine Sosyalist devrim ile Kurtuluş Savaşları kavramını kazandıranlar Lenin ile Atatürk olmuştur. Anadolu devriminin özgünlüğü, bir İslam toplumundan uygar bir ulus yaratmış olmasıdır. Bundan ötürü, “Ülkenin bugün geldiği gericilik evresinden bir zorunluluk olarak söz ediyorsunuz.”u çok önemsiyorum, çok doğru yerde, doğru zamanda sorulan bir soruydu. Teşekkür ederim. Z. D. D.: “Türkçeyle bilim ve felsefe yapılamayacağı”nın iddia edildiği şu günlerde “Türkçeye âşık olduğunuzu yazmışsınız. Türkçe gerçekten de âşık olunacak bir dil midir? A.E.A.: Öncelikle sorduğun bu sorunun arkasındaki “kinaye”yi okuduğumu belirterek devam edeyim. Yine soruna, küçük bir değişiklikle karşı bir soruyla yanıt vereyim: “Türkçe, gerçekten âşık olunmayacak bir dil midir?” Eğer böyle düşünüyorsan(ız), hatta “Türkçenin âşık olunmayacak bir dil olduğunu” düşünenler varsa bir anımsatma benden. Türkçe yazan Tekke Edebiyatı şairlerini bir anımsatayım: Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Kaygusuz Abdal, Hacı Bayram-ı Veli, Pir Sultan . Yine Türkçe Aşık Edebiyatının ozanlarını: Köroğlu, Karacaoğlan, Gevheri, Aşık Ömer, Seyrani, Dadaloğlu, Dertli, Bayburtlu Zihni, Erzurumlu Emrah, Aşık Veysel. Dahası, Türkçe söyleyen bazı Ermeni âşıklarını: Âşık İzanî, Âşık Vartan, Kul Eflâzî, Kul Agop, Kevkebî, Âşık Ganî, Pesendî, Âşık Civan, Bidarî Serverî, Nâmî’yi nereye koyacaksınız? Çağdaş Türk şairlerinden bazılarını da anmanın yeridir: Şimdi sorumu yineliyorum: Türkçenin yetiştirdiği ve Türkçe söyleyen bunca aşığın/ozanın, şairin var olduğu dile âşık olunmaz da ne olunur? Z. D. D.: Kitabın “Şiir Kazıları” bölümünde bazı şiirleri incelemişsiniz. Ahmet Haşim’in “Şiirde mana aramak bülbülü eti için öldürmeye benzer” der. Bir şiire kazı yapmakla ilgili düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız? A.E.A.: Çok katıldığımı söyleyemem. Bu söylem, benim sanata ve sanatçıya bakış ve dünya görüşüm açısından, egosu yüksek, yukardan bakan, seçkinci (elitist) bir bakış. İçinde bir küçümseme, anlaşılmazlığı sanatsal bir olgu, sanatçının vazgeçilmez tarzı olduğunu söyleme biçimi. Böyle okuyorum ben bu sözü. Tam karşıtı okuyanlar da çıkacak mutlak. Ama her pencere kendi boşluğundan, herkes için ayrı bir manzara sunar bize. Her şey karşıtıyla bir bütündür çünkü. Bir şiire kazı yapmakla, arkeolojik kazı yapmak arasında hiçbir ayrım görmem. Arkeolog, kazı yaparken, ortaya çıkaracağı eser için ne düşünüyor ve nasıl bir dikkat, titizlik ve özenle çalışıyorsa, benim yaptığım da bu. O, ortaya çıkaracağı eserin zarar görmemesi, olduğu gibi korunması için neler düşünüp yapıyorsa benim de şiirdeki kazı çalışmalarımda yaptığım bu. Şairin, hem kendi hikâyesini, hem gelecek yaşayacağı dünyaya dair beklentilerini, özlemlerini şiirinin saklısında bırakır. Yani hem şiirinin hem kendisinin hikâyesi saklıdır. Yapmak istediğim, şiirin yapısını, özünü bozmadan, içerikte açıklanmayanlara ışık tutmak. İnsan olarak bizim işimiz, “bilmek ve anlamak” değil midir? Hayata ve insana dair her şeyi “bilmek ve anlamak” istemiyor muyuz? En çok da, Yunus Emre’nin dediği “kendini bil”en insan olmaya çalışıyor, bu insanları aramıyor muyuz? Ben bir şair olduğum kadar, yazar, denemeci ve kendimi bilecek kadar da eleştirmenim. Sanatçının, şairin yaratıp dışlaştırdığı her yapıtı, her eseri aynı zamanda, “anlam”ının çözümlenmeye, içeriğinin anlaşılmaya, eleştirilmeye açık ve adanmış olduğuna inanırım, sanatçısı ve şairi tarafından. Eğer bu böyle olmasaydı, ne sanat ve sanatçıdan, ne resim ve ressamdan, ne şiir ve şairden, ne yontu ve yontucudan, ne de müzik ve müzisyenden söz edebilirdik. Sanatçının, şairin yarattığı her eserinin, yapıtı