Senin gidişinden sonra…

    Alnımı buz gibi camdan çektim. Sokağa çıktım. Kapımın önüne bırakılan karton kutuyu gördüm. İçinde küçücük bir kaplumbağa vardı. Hem sevindim, hem de şaşırdım. Ağlamaklı da oldum üstelik.

    Onu kapıya kim bırakmıştı?!

    Yanıt bulamadım soruma.

    Senin böyle şakaları sevdiğini anımsadım. Üçüncü kattaki evime her gelişinde kapıya bir hediye bırakırdın. Zili çalardın. Basamaklardan usulca inerdin, saklanırdın. Saklandığın yerden kapıyı açtığımı duyardın. Ve ivedilikle çıkardın saklandığın yerden, basamakları ikişer üçer geçerdin tekrar. Gülerek bakardın bana.

    Ben, bunları anımsarken basamakları hızlı çıkan birinin sesini duydum. Hemen gözlerimi yumdum. Düşüm gerçekleşecek sandım. Bekledim bir süre, ama yanıldım.

    “Bu nedir hocam?!” dedi.

    Apartman görevlisiydi gelen. Acılandım.

    “Küçük bir kaplumbağa!” dedim.

    “Onu buraya kim bırakmış peki?!” dedi.

    Yanıtlamadım, yalnızca şöyle bir dokunaklı baktım ona. Basamaklara yöneldim. Bu küçük şirin gibi içime kapanışım, senin gidişinden sonra.

    Lapa lapa kar yağmıyor bu kente. Yine de hava çok soğuk. Kunduramın altı kalın ama ayaklarımı yokmuş gibi hissetmiyorum. Dokunma duyumu yitirmişim sanki. Kokuları alamıyorum. Tadamıyorum. Duyamıyorum. Görüyorum, ama bakamıyorum. Kendi içimde sürdüremediğim yaşamı, dışımda sürdürüyorum bir bakıma, böylesine yaşamak denirse, yaşıyorum senden sonra…

    Büyük bir sessizliğin içindeyim. Kendimdeyim, ama asla kendim değilim. Anladım ki tamamlamadığın bir yontuyum. İşini, eserini tamamlayan bir yontucu olduğunu, senin gidişinden sonra kendime itiraf edebiliyorum ancak.

    Toplumsal yanım sürdürürken yaşantısını, kendimde yok oluşum senin gidişinden sonra anlayacağın.

    Senin gidişinden sonra oldu.

    Dostların zorlamasıyla doktorlara gidişim.

    Hiçbir rahatsızlığım yokmuş.

    Bir psikiyatra gitmem gerektiğini öğrenişim.

    İçe dönüklüğüm iyi değilmiş.

    Sonunda psikiyatra da gittim.

    Uzun uzun konuştuk. Kendimden başkası yardım edemezmiş bana. Şaştı kaldı anlattıklarıma.

    Ondan dönüşümde, yolumun üstündeki gazete bayisine uğradım. Manşetten verilen habere takıldım. Hangi gazete olduğuna bakmadım bile, intihar haberi veren bu gazeteyi aldım.

    Koşarak eve geldim. Üstümdekileri çıkarmadan yatağa uzandım ve okudum haberi:

    Aile baskısına dayanamayan genç kız intihar etti…

    Gerisini biliyorsun işte, uzatmama gerek yok. Nedense artık gazetelerin üçüncü sayfaları yetmiyor böylesi haberlere, manşetlere de taşıyorlar.

    İçime ağladım. Kahroldum. Yandım. Kıvrandım. Sen değildin, değildin ama… Eğer intihar eden olsaydın, ancak bu kadar üzülürdüm, inan. Haberin gerisini okumadım da zaten…

    Senin yaşadığın kentten bir dergi geldi.

       İkimizin çok iyi tanıdığı emekli bir öğretmendi gönderen. Dostumuzdu. Zarfın içine kısa bir not koymuştu. Derginin yazı işleri müdürüymüş. Benden de yazı istiyormuş. Mümkünse kısa öyküler... Dergiyi elime aldığım zaman içim içime sığmadı. Sanki biri bana, ‘Yirmi ikinci sayfadaki şiiri oku!’ dedi gibi geldi.    O sayfayı açtım. Gözlerim parladı şiiri görünce.

    Okudum bağıra çağıra:

 

yüreğime işkence yalnızlığı bilmezsin

ellerime dökülen gözyaşımı görmezsin

beklerim bunca zaman niçin gelmezsin

inan senden yana bitmiyor sevda…

 

    Bir daha bir daha okudum bu dörtlüğü. İşimi bıraktım. Şiirin şifresini çözmeye çalıştım. Böyle bir şeyin olmadığını bildiğim hâlde… Şifresizdi çünkü. Nice sonra şiirin altındaki imzaya baktım. Şair, bir erkekti. Yine de ismi oluşturan sözcükleri, hatta harfleri masamdaki kâğıtlardan birine yazdım ve defalarca yeni sözcükler oluşturdum, anlamlı, anlamsız... Evirdim çevirdim. Senin isminin bir hecesi dahi çıkmadı. Şiiri yazan sen değildin…

    Dostumu aradım. Önce nasıl olduğunu bile sormadım ona. “Okuduğum bu dörtlüğün yazarı kim?” dedim. Evet aynen böyle sordum.

    “Senin kız değil…” dedi. Başka bir şey söylemesine fırsat vermedim ve telefonu yüzüne kapadım. Şairden söz edecekti belki de. Oysa ona, seni sormamıştım ki. Söylediğine takıldım kaldım uzun süre. Nasıl bilebilmişti seni soracağımı… İşte bunu düşündüm durdum… Görüşüp görüşmediğinizi öğrenebilirdim aslında. Ne yaptığını, nasıl olduğunu, nasıl yaşadığını, mutsuz olup olmadığını da…

    Buna cesaret edememem senin gidişinden sonra.

    Sonunda çalışma masama çerçeveli küçük bir fotoğrafını koydum. Reklam metni yazmama beni yüreklendirsin ve yönlendirsin diye. Gülme, bunu yaptım gerçekten. Çoğu zaman dalıp gittim buğulu gözlerine. Böylece o güzel günlerimize döndüm kimi zaman.

    Seninle kendim olduğumu anımsadım.

    Senin buğulu gözlerinle mazide yaşıyordum. Güzel bir şeydi bu. Çalışma masamın karşısındaki masada çalışan iş arkadaşım gelmiş, yanı başımda durmuş, dalıp kaybolmama, bürodan uzaklaşmama neden olduğunu düşündüğü fotoğrafına bakmış. Seslenmiş bana birkaç kez. Duymamışım onu. Dayanamayıp bağırmış olanca sesiyle. Ancak kendime gelebilmişim…

    “Bu ne dalgınlık böyle arkadaşım?!” dedi.

    “Pardon, ne vardı?!!” dedim.

    “Bu dergiyi, masandaki buğulu gözlü kadın sana vermem için bıraktı…” dedi.

    “Şakanın sırası değil şimdi, lütfen..!” dedim ayağa kalktım.

    “Neden şaka yapayım ki?! Sen fotoğrafa dalmıştın yine. O, yarım saat kadar önce buraya geldi, bana el etti, yanına gittim. ‘Dergiyi, masadaki beye yarım saat sonra verir misiniz’ diye rica etti ve gitti. Hatta gitmeden önce ona, siz verseniz olmaz mı, dedim. ‘Sürpriz olmaktan çıkar o zaman,’ dedi…”

    “Onun, bu olduğundan emin misin?!” fotoğrafını göstererek de, “Yemin eder misin ?!” dedim.

    “Ta kendisi, yemin ederim istersen…” dedi.

    Kendime kızdım, fotoğrafına dalıp gidişime ve söylediği doğruysa seni kaybedişime.

    “Nereye gitti, ne söyledi sana ?!” dedim.

    “Sana söylediklerimi söyledi, sonra da gitti. Hepsi bu! Başka bir şey demedi,” dedi.

    Yerimden kalkamadım uzun süre.

    Seni arayamadım. Dergiye bakmak geldi aklıma nice sonra. Emekli öğretmen dostumuzun gönderdiği derginin yeni sayısıydı. Karıştırdım sayfalarını gelişigüzel. Yirmi ikinci sayfanın sağ üst köşesi ucundan bükülmüştü. Bu senin tarzındı. İçim içime sığmaz oldu birden.

    Dünyalar benimmiş gibi.

    Yeni bir dörtlük vardı bu sayfada:

 

            biliyorum benim gibi yalnızsın

            çevrene mutsuzluk dağıtmazsın

            oradasın ‘çiçeksiz bir dal gibi’

            bekliyorsun benle çiçeklenmeyi

 

    Tuttuğum her şeyi hissediyorum artık! Ama ayaklarım hâlen buz. Buza çıplak ayakla basıyormuşum gibi hissediyorum. Ağır ağır olsa da duyularımı kazanıyorum ya, seviniyorum. Seni bulmamı istiyorsun, biliyorum. Bir bilmece koyuyorsun önüme. Bu zor bilmeceyi çözmemi bekliyorsun. İpuçları da veriyorsun. Çünkü bu bilmeceyi çözersem seni bulacağımı ben de düşünüyorum, en az senin kadar.

    İşyerinden çıktım. Koşar adım yürüdüm eve. Heyecanla kapıyı açtım. Salona geçtim hemen. Sokağa bakan pencereye sokuldum. Sokağı gözetleyerek beklerdin beni. Ama yanıldım, salonda yoktun. Odaları dolaştım. Sonra mutfağa baktım ve balkonlara. Yemek masasındaki gazeteyi gördüm. Aslında nedense devamını okumaktan korktuğum haberi okumak isteği duydum birden. Gazeteyi aldım. İntihar eden genç kızın, ailesinin birlikte yaşamasına karşı olduğu genç adamın açıklaması ilginç geldi bana:

    “Eşimle anlaşamıyordum. Boşanmak için ayrı yaşıyorduk. O da çalışıyordu. Bu yüzden iş çıkışlarında karşılaşıyorduk. Tanıştık. Birbirimize âşık olduk. Evime taşındı. Birlikte yaşamaya başladık. Ailesi bu ilişkiyi benimsemedi. Boşanabilseydim onunla evlenecektim. Sonunda ailesinin baskısına dayanamadı, yeni bir iş bularak bu kentten ayrıldı. Nereye gideceğini ne o bana söyledi, ne de ben sordum ona. Ailesine de söylememiş gittiği yeri. Aslında kaybolmak ve kendini unutturmak istiyordu, çünkü onların istediği hayatı sürdürmek istemiyordu. Bazen kendimi suçluyorum, eğer isteseydim onun gittiği yeri öğrenebilirdim. Kim bilir belki de böyle olmazdı. Bu arada ailesi günlerce beni izlettirmiş. Onu sakladığımı düşünüyorlarmış. Karanlık tipli insanlar gece yarıları evimi bastı, beni hırpaladı. Her nasılsa tehdit edildiğimi ve rahatsız edildiğimi öğrenmiş, ailesini aramış. Kendi hayatını dilediği gibi yaşamak istediğini, kendi isteğiyle herkesten kaçtığını, bunda bir suçumun ve etkimin olmadığını, bu yüzden beni rahat bırakmalarını söylemiş. Öğrendiğime göre, onu kendi hâline bırakmamışlar. Döneceğini biliyordum, ama döndükten birkaç gün sonra intihar edeceğini hiç bilmiyordum. Düşünmemiştim de... Düşünseydim yalnız bırakır mıydım onu! Cıvıl cıvıl biriydi. Aklım almıyor ve anlayamıyorum canına kıymasını.”

    İçime ateş düştü. Alev alev yandım. Ateşten bir giysinin içindeymişim gibi. Seni düşündüm. Sen neredeydin acaba? Bu oyun bitsin artık! İpuçları yetmiyor. Seni bulamayacağımdan korkuyorum. O genç kız gibi mi yapacaksın?! Onun yaşamı sende tekrarlanacak mı?

    Böyle sorular ateşten ipler gibi sardıkça bedenimi ve boğazımı, soluksuz kaldım ve kendime kızdım.

    Sen neredesin?!

    Aramadığım yer, çalmadığım kapı, sormadığım arkadaş kalmadı. Nereye gittimse hep kendimle karşılaştım da ağladım. Korktum, dehşete kapıldım.

    Hava aydınlık, ama çok soğuk…

    Ebe olarak seni aramak üzüyor beni.

    Sevincimi kaybetmek üzereyim.

    Çık artık saklandığın yerden… Sobe de artık! Kabul, ben ebe olayım. Seni koşar adım değil, uçarak arıyorum birlikte yaşadığımız, sevdiğimiz şu kentte.

    Buzdanmışım gibi, üşüyorum.

    Caddeler, sokaklar, parklar, bahçeler, barlar geride kaldı. Parke taşı döşenmiş ara yolları geçtim. Yapımı süren sahil yolunda buldum kendimi. Küçük bir kaplumbağa gördüm o an. Tehlikelerden kurtulmuş, kendinden emin biçimde yürüyordu. Oldukça yakındı bana. Kabuğundan çıkmıştı. Bu kaplumbağa, kapımdaki küçük kaplumbağa değildi, ama yine de hoşuma gitti kimselere aldırmayışı. Yürümesi, nereye, ne için gittiğini bilmesi, amatör balıkçıların, ehliyet sınavına hazırlanan şoför adaylarının kullandıkları araba seslerine hiç mi hiç aldırmayışı, denize doldurulan hafriyata çarparak yükselen ve üstümüze sıçrayan dalgalardan korkmaması…

    İşte saklandığın ve beni beklediğin yerin önündeyim. Gerçek değil bu biliyorum, ama gerçek olmasını öyle çok istiyorum ki… O güzel günlerimizde birçok kere geldiğimiz Artin Amca’nın kıyı kahvesindesin. Sana, sobe diyeceğim artık! Burayı nasıl düşünmedim ki diyorum içimden. Kurduğum gündüz düşüne öyle sarılmışım ki, denize düşenin yılana sarılması gibi bir şey bu. Yüreğimin sesini duyuyorum. Heyecanlıyım. İçeridesin. Her zaman oturduğumuz masadasın. Çay içiyorsun. Seni çaykolik, seni çay delisi! Bardağı avuçlarında tutuyorsun. Buğulu gözlerini kapıdan ayırmıyorsun yine. Saçını omuzlarına düşürmüşsündür. İçin içine sığmıyordur. Bunları biliyorum. Yine de korkuyorum. Ne zaman güzel bir düş görsem, saatin acımasız sesi beni düşümden uyandırınca üzülürdüm. Böyle bir düş kırıklığına uğramaktan korktuğum için kapıda bekledim bir süre. Kıyı kahvesinde oturduğunu düşünmek, içeri girip kendimle bir kere daha karşılaşmaktan çok daha güzel!

    Kapıyı açmanı bekledim.

    Kapıyı açarsan, bunların bir anlamı olacak diye düşündüğümden. Bazen ikimizin düşü olduğunu düşünüyorum yaşadıklarımızın. Bazen ikimizin ve yaşadıklarımızın bir başkasının düşü olduğunu... Bazen de ailenin düşü olduğunu getiriyorum aklıma.

    Hepsinden çok korkuyorum ailenin düşü olmaktan.

    Günün birinde uyanacaklar ve ikimiz yok olacağız diye!

    O günü anımsadın mı?

    Sonun başlangıcı olan günü…

    Güneş kumları ısıtıyordu. Deniz durgundu. Biz mutluyduk. El ele, göz göze, ‘çocuklar gibi şendik!’ Gözlerimiz konuşuyordu yalnızca. Ellerimiz sevişiyordu. Artin Amca sevincimize katılıyordu. Gülüyordu. Sevincini kendine özgü mimikleriyle gösteriyordu. Bize hizmet ediyordu. Oysa biz ayrılığı sahneleyen iki oyuncuyduk o gün. O bilmiyordu, biz biliyorduk. Oynuyorduk yine de. Kim için? Ne için? Kendimizi kandırmak mıydı amacımız? Yoksa Artin Amca dediğimiz yaşlı, tonton ve kimsesiz, sanki Nubar Terziyan’ın ikizi ihtiyarı üzmemek için miydi? Yanıtını hâlen bilmediğim sorulardan bazıları bunlar. Ama Artin Amca, yüzümüzdeki maskeleri görebilmişti aslında.

    Gülen gözleriyle bakmıştı ve sormuştu:

    “Neyiniz var bu gün çocuklar, kavgalı mısınız?!”

     Sinirlenmiştim ve ona şöyle bir anlamlı bakmıştım, ama sen…

    “İşine bak! Nerden çıkardın bunu!..”

    Sanal sevincimiz, mutluluğumuz da göçmen kuşlar gibi kanatlanmıştı o an. Dalgındın. Sinirliydin. Artin Amca’ya bağırmıştın. O da kırıp boynunu ocağına dönmüştü. Üzülmüştü. Bir kez olsun dönüp bakmamıştı. Çaylarımızı bile tazelememişti.

    “Gerçekten neyin var senin?!” demiştim.

    Gözlerini kaldırıp gözlerime bakmıştın.

    Şiir delisiydin. Bir şiirle yanıtlamıştın beni:

 

            ezik gözlerim yan yana kurumuş iki gül

                        solgun ve kederli

            ne zaman kendim olmak istesem      

                        çevremi sarar sözler zincirli

 

    “Anlamadım, ne demek şimdi bu?!” demiştim sana.

    Bir başka şiiri dillendirmiştin:

 

            ellerim ömrümü su gibi döker günlere

            isteklerim her vakit geçilen yol oldu

            süsleyip sakladım acılarımı kendimden bile

            cennetin kapıları da kilitlidir yüzüme

            eskimiş bir eşya mıyım işi hiç değişmeyen

 

    Sen, o günü anımsadın mı hiçbir daha?

    Ben kapının önündeyim.

    Seni düşünüyorum. Soğuğa aldırmıyorum. Üşüdüğümü bildiğim hâlde. Bekliyordum. Isınmak istiyorum. Sıcak bir bardak çaydan kanatlanacak buğu kuşları görmek isteğimi içime gömüyorum. Birbirine yapışan dudaklarımın mührünü çözecek güneşten dudaklarını özlüyorum. Yokluğun, ciğerime saplanacak olan iki ucu ateşten bir bıçak. Bu bıçağın ciğerime saplanmasına dayanamam. Yokluğun yanımdayken uzaklarda olmana da…

    Sensizlik gözlerime bakarak saçını taramayışından da beter... Düşündün mü hiç?!

    Bunların hepsi bir oyun olmalı. Trajedi ve dram dolu...

    Ya da oyun olmasını istediğimden böyle söylüyorum. Sahnedeki yaşamımız bitince kendimiz olacağız sandığımdan belki. Oysa oyun değil biliyorum ve ölüyorum. Oyunların seyircileri vardır. Bizim yaşadıklarımızın seyircisi yok! Çünkü gerçeğin seyircisi olmaz. Gerçekler yaşanır. Bir nehir gibi akar gider elinden tutamazsın, geriye döndüremezsin, yeniden yaşayamazsın. Gerçek acı belki, ama kendimle karşılaşmaktan bıktım, bu yüzden gerçeğimizi kanıksamak istemiyorum. Kapıyı açar da seninle karşılaşmazsam, karşılaşacağım sensizliği öldürmekten korkuyorum! Kendimdeki yalnızlığın vahşi ve zapt edilmez atı olan hüzne gönüllü binici olacağım. Kararlıyım. Seçeneksiz ve dönüşsüz yolda koşturacağım onu. Delicesine ve uçarcasına... Acılar atlasının atlısı olacağım. Bir acılar ülkesine ineceğim. Ölmezsem eğer üzülmeyeceğim. O acılar ülkesine iltica edeceğim. Bir mültecisi de ben olacağım. Beni ret etmeyeceklerini düşünüyorum. Çünkü hep seni yereceğim. Fotoğraflarını parçalayıp çiğneyeceğim. Seni aklımdan, yüreğimden çıkaracağım.

     Unutma acılar atlasında her zaman yer vardır, kanatları ve hayatları kırık Eroslar için. Kendimle karşılaşmaktan korkmuyorum artık. O dergileri gönderen, kapıma kaplumbağa bırakan, seni bulayım diye ipuçları veren sendin. Bilmece tamamlanacak, ortaya çıkacaksın ve ben körebe oyununu kazanacağım. Son gülen olacağım.

    Elimi kır kahvesinin kapısına uzattım.

    Kapıya elim daha dokunmadan, açıldı. İrkildim. Kendimle değil senle karşılaştım. Şaşırdım da. Sevincimden çıldırdım ve bağırdım:

    “Gerçekten sen misin?! Bu bir oyun, düş değil mi yani?! Şimdi biz,  kimsenin düşü değil miyiz bir tanem?!”

    Sımsıkı sarıldık birbirimize.

    Artin Amca’nın sesini duydum:

    “Eşikte durmayın be çocuklar! Girin içeri!”

    Soğuğa, rüzgâra, denizin gürültüsüne aldıran kim!

    Temmuz güneşi içimizde, tenimizde! Duyularıma kavuştum seninle! Duyuyorum. Görmüyorum yalnızca bakıyorum da. Anlat bana güzelim, anlat! Seyircisiz tek kişilik oyununu hadi! Dedin ki:

 

yeni bir şiire başladım böylece;

 ölüm hiç özenilecek şey değil

            sevgilim ölümün güzeli yok.   (Rıfat Ilgaz)

                       

    O genç kızı anımsadım ve senin tek kişilik oyununu anladım…

 

 *Acılar Atlası adlı öykü dosyasından

 

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)