2.11.1999 / Muzaffer Buyrukçu
2006 yılında aramızdan ayrılan yazar Muzaffer Buyrukçu’nun on yedi yıldır basılmayı bekleyen, bilinmeyen günlüklerinden biri. Günlük yazının ustası bu kez Ankara’da yaşanan bir gecenin içinde geri dönüşlerle okuyucularını heyecanlı bir maceranın içine alıp sevinçlerini, heyecanlarını çoğaltarak g...
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bugün saat 11.30 da köşkün en büyük salonunda oyun yazarı Turgut Özakman'a, orkestra şefi Rengin Gökmen'e ve klasik Türk Sanat Müziği yöneticilerinden Dr. Nevzat Atlı’ya, dallarındaki hizmetlerinden ötürü Kültür ve Sanat ödüllerini verecekti huzurumuzda, gözlerimizin önünde ve izleyicilerden kimilerinin kıskançlık duygularını kışkırtarak, kimilerinin de sevinçlerini, heyecanlarını çoğaltarak. Yıllardan beri görkemli bir biçimde kutlanan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Törenleri, 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen ve Marmara yöresini altüst eden, yirmi bin kişiyi öldüren, elli bin kişiyi yaralayan, Gölcük'le Değirmendere'nin yüzde yirmisini denize yutturan korkunç deprem yüzünden iptal edilmişti. Evet acılar büyüktü ama aradan 'şu kadar' zaman geçtiği için artık yas tutma süresi sona ermeliydi; tartışılmıştı bu konu yetkili kişilerce ama bir şey değişmemişti; ayrıca bayramı kutlama olgusu, Cumhuriyet düşmanı şeriatçıların işine yarayacak kendi lehlerine bir propaganda malzemesine dönüştüreceklerdi. Siyah kostümlerimize büründük. Tuna Taksi'ye telefon ettim. "Köşkün giriş kapılarını bilen bir şoför yollar mısınız?" "Baş üstüne efendim!" Eşim, kilitlediği odaların kapılarını, pencereleri, mutfaktaki fırınları gözden geçirdi. Gönül rahatlığıyla indik merdivenden. Genç çam ağaçlarıyla donatılan küçük ama şirin bahçemizdeki kına çiçeklerini, naneleri okşadım. "Anahtar sende mi?" dedi, eşim. "Bende" dedim ama gene de yanıtımın doğruluğundan emin olmam ereğiyle ceket ceplerimi yokladım, anahtarın sertliği parmaklarıma değince gülümsedim. Ön camının sağ yanında 'Tuna' yazan 06/3921 numaralı taksi önümüzde durdu. Bindik. Gidiyorduk. Sürücü arkadan sevgili arkadaşım Diş Doktoru Neşet Güneli'ye benziyordu. Saçları, omuzları, sırtı, ensesi sanki Neşet Güneli'nin yapısından çalınmış, bu adamın gövdesine yapıştırılmıştı. Neşet Güneli'nin güleç yüzü belirdi... Öykücü ve eski CHP İstanbul Milletvekili Necdet Ökmen tanıştırmıştı. Birlikte içki içtiğimiz bir meyhanede, tanışıklığımız dostlukla yer değiştirmişti ve oradan kırk yıllık ahbaplar gibi çıkmıştık. O günden sonra sık sık buluşmuş, görüşmüştük. Cemal Süreya'yı, Melisa Gürpınar’ı, Halil İbrahim Bahar'ı götürmüştüm muayenehanesine. Özdemir İnce'yi kimin götürdüğünü anımsamıyorum. Okuyan, düşünen, mizahın üretildiği kaynaklara coşkuyla eğilen, yaşamdaki zevklere, hazlara, güzelliklere dört elle sarılan bir aydındı. Görüşme olanağını bulamadığımızda telefonla konuşuyorduk ve hep özgün, hep yeni sorunların karınlarını deşiyorduk. En son görüşmelerimizden birinde fıkralar anlatmıştı. Burnunun ucunu göremeyecek kadar sarhoş olduğu bir gece geç vakit apartmana gelmiş ama kendi dairesinin hangisi olduğunu unutmuştu, -çaresizlik kişiyi yaratıcılığa iter ya- ama hemen aklına parlak bir fikir gelmişti. Zillerin hepsine basmış, altı kapının açılmasını ve "Kim o?" demelerini sağlamış, karısının sesini işitince o daireye yönelmişti. Yaz tatilini geçirdiği Avşa'dan İstanbul'a dönerken vapurun büfesinde bir hayli içmişti; paralarını yitirmesin ya da çalmasınlar diye bir naylona sarıp cebine sokmuştu. Eve gelir gelmez kendini yatağa atmış ve sızmıştı. Sabah uyandığın da paralarını anımsamıştı ama pantolonunu bulamıyordu. Düşünmüş, taşınmış, eve geldiği ilk dakikalara gitmiş, aklına çok kötü şeyler üşüşmüştü. Yoksa? Hayır... derken banyoya koşmuştu. Aradığı pantolon mavi bir leğende ıslatılmış bir halde durmuyor mu? Sevinçten uçmuştu o anda. Para yerli yerindeydi. Pantalonu bulamasaydı aklını kaçıracaktı. "Böylece aklımı kurtardım." demişti. Bitişiğindeki masada oturan bir adam, iki büyük rakıyı bitirmiş, üçüncüye başlamak üzereydi. "Niye bu kadar çok içiyorsun?" diye sormuştu. "İki duble içtim ben, çok içmedim ki..." demişti adam. "Peki, bu şişedekileri içen kim?” “Bilmiyorum. O ben değilim." Gene bir lokantadaydı Neşet Güneli. Bir adamın göğsünde müteahhit yazan bir kağıdın iliştirildiğini görmüş, müteahhitin altında da küçük harflerle zor okunan yazılar varmış. Sormuş, bunlar neyin nesi, diye. Adam gülmüş. Sarhoşlayıp kendimi kaybettiğimde beni bu durumda görenler eve götürsünler diye... Küçük yazılar da 'sarhoşken verdiğim sözler geçersizdir' diyor." Bu gece arayacaktım Neşet Güneli'yi. Kavaklıdere yokuşuna sarıp karşıya geçtiğimizde on bire on vardı. İyi, tam zamanında orda olacaktık. 5 numaralı kapıya geldik. Şoför duraksadı, bana baktı. “İçeriye gireceksin” dedim. Güvenlik görevlileri işaret edince içeriye girdi, yürüdü, kavşaktaki polis nereye yönelmemiz gerektiğini söyledi; dediğini yaptı şoför ve bizi köşkün önünde indirdi. Merdivenden çıktık ve büyük salonun yanındaki küçük ama sahnesi olan salona doğru yürüdük. Oyun yazarı ve Cumhurbaşkanlığı Basın Danışmanı Dinçer Sümer'le kucaklaştık, el sıkıştık: "Nasılsın Buyrukçu?” “İyiyim. Ya sen? “İyıyim, iyiyim. Yeni bir şeyler var mı? “Bir oyun üzerinde çalışıyorum. Siz nasılsınız hanımefendi? Teşekkür ederim. Sizi de, eşinizi de çok sağlıklı gördüm.” “Hasta değiliz çok şükür!” (Bir ay önce yayımlanan 'Dumanı Tüten Çay Gibi' kitabımı uzattım) “Buyur.” “Bu kaçıncı Buyrukçu?” “Otuz ikinci.” “Maşallah! İşte böyle, sürekli çalışınca ürettiklerin de çoğalır. Evet”. (İki orta yaşlı adam sokuldu Dinçer Sümer'e) “Biz oturalım. Görüşürüz.” “Görüşürüz Buyrukçu..." İlerledik ve Mustafa Şerif Onaran’la karşılaştık. "Merhaba Buyrukçu, merhaba Mualla. Merhaba Mustafa Bey. Leziz Hanım nasıl? Biraz rahatsız. Geçmiş olsun! Sağol Mualla." Üçüncü sıraya oturduk. Kalabalık değildi, yüz kişi ya var ya yoktu, bu tenhalık tuhafıma gitti. Ayrıca ben ve Mustafa Şerif Onaran'dan başka bir yazar göremedim. Gündüz olması ve deprem yasağının sürmesi mi etkilemişti bu durumu? Sahneye yakın bir yerde kameralarını sırtlamış otuz kırk gazeteci duruyordu. Süleyman Demirel, "Sayın Cumhurbaşkanımız salona teşrif ettiler" sözlerinin arkasından gelince hepimiz ayağa kalktık. Demirel, ön sıradakilerin ellerini sıktı alışkanlıkla ve kendisine ayrılan koltuğa oturdu. Erkekler çoğunlukta, kadınlar azınlıktaydı ve herkes karalar giymişti. Kameralar çalışmaya başladı. Cumhurbaşkanının tombul yüzü kimbilir kaç bininci kez yansıtılacaktı ekranlara. Kimi kameramanlar yaktıkları flaşlarla, gözlerimizi kamaştırdı ve sahnedekilere bakarken çekti resimlerimizi. (Sonradan eşimle ben kendimizi gördük televizyonda) Dinçer Sümer, sahneye çıktı ve bu toplantının anlam ve öneminden söz etti, sözlerini "Sayın Cumhurbaşkanıma arz ederim.” diyerek bitirdi. Demirel, o kendine özgü şişman adam yürüyüşüyle sahneyle bağlantılı yan basamakları tırmandı ve her yıl verilen bu ödüllerden, sanattan, sanatın insanla ilişkisinden, milletlerin yaşamlarına kazandırdığı zenginliklerden söz etti ve Atatürk' ün ünlü "Her şey olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız. Sanatçı ışığı alnında ilk duyan kişidir. Sanatı olmayan bir ülkenin hayat damarları kopmuş demektir." saptamalarını ekledi. Muzaffer Buyrukçu (Foto: Ahmet Yıldız) Alkışladık. Kameralar bu kez sahnedeki canlılığı aldılar kameralarına şakur şukur seslerle. Demirel, ilkin Turgut Özakman’ın boynuna kırmızı kurdelenin ortasındaki madalyayı taktı, -şampiyon güreşçilerin de boyunlarına takılıyordu madalyalar- arkadan da siyah kadife kutulardaki plaketlerle birer zarf uzattı, ellerini sıktı, tekrar kutladı. "O zarflarda para mı vardı? Varsa ne kadar?" dedim. "Para” dedi Mustafa Şerif Onaran. "Geçen yıl beş yüz milyondu. Bu yılki herhalde bir milyardır." “Az.” dedim. "En az on milyar olmalı.” "On milyar da az.” dedi eşim. "En büyük ödül bu, Cumhurbaşkanlığı ödülü. Yüz milyar olmalı ki kazanan bir daire alsın." "Haklısın.” dedi Mustafa Şerif Onaran. Turgut Özakman teşekkür etti, Demirel'in elini sıktı. Alkışladık. Nevzat Atlığ teşekkür etti, Demirel' in elini sıktı. Alkışladık. Rengin Gökmen, yurtdışında olduğu için ödülü eşi alacaktı. Uzun boylu, genç, güzel bir hanımdı. Ona işitmediğimiz bir takım sözler söylendi; madalya, plaket, zarf verildi; hanımefendi Demirel'in elini sıktı. Alkışladık. Sonra, Demirel, ödül verdiklerini yanına çağırdı, ortalarında durdu, resim çektirdi gülen ve yaptığı görevden memnun olduğunu belirten bir yüzle. Bu kez ödüle layık görülenlerin resimleri toplu olarak çekildi ve indiler sahneden. Demirel, yanımızdan geçerken gene ayağa kalktık. Kameralı gazeteciler, Demirel' in salondan ayrılmasını engellediler, başına üşüştüler, üzerine eğilerek onu görünmez kıldılar ve çeşitli konulara ilişkin çeşitli sorular sordular. Biz de kokteyl salonuna yöneldik ama ortalıkta kokteyl olduğuna ait bir belirti yoktu. Oysa saat 12.30’du ve yemek zamanıydı. Söz gelimi şu anda döner, pilav, sosis, şiş gibi yiyecekler verilmeliydi... ama garsonlar, bildiğimiz peynirli, yumurtalı, ançuezli, zeytinli, turşulu kanepeler ve meyve suyu ikram ettiler. Eşim bir portakal suyu ben de bir vişne suyu aldım ama beğenmedim, kanepelere de el sürmedim. Canım sıkıldı. Dinçer Sümer' le konuştuk. "Bu ödülleri gelecek yıl seninle bana mı vereceklermiş?" Gülümsedi Dinçer Sümer. "Neden olmasın... Boş zamanlarında atla gel buraya, laflarız." "Gelirim." dedim. Birisi çağırdı Dinçer Sümer'i. Demirel, hâlâ gazetecileri yanıtlıyordu. Bir ara yaklaşalım, söylediklerini dinleyelim dedik ama çemberi yarıp kendisine ulaşamadık. "Biz gidiyoruz abi." dedim. "Ben biraz daha kalacağım," dedi Mustafa Şerif Onaran. "Peki." dedim. "Leziz Hanıma selamlar." "Söylerim. Görüşelim Buyrukçu!" dedi Onaran. "Görüşürüz." dedim. "Leziz Hanıma hürmetler!” dedi eşim. Gülümsedim. Konuşurken kullandığı kimi Arapça, Farsça, Osmanlıca sözcükler yüzünden sağ kulvarda koşuyormuş izlenimini uyandırıyordu. 'Evimdeki şeriatçı!' Yürüdük. Kapıdaki bir görevliye taksi çağırmasını söyledim. Taksi, birkaç dakikada geldi, bindik. Köşkün bahçesinden çıktıktan sonra "Başka bir yere gidelim mi?" dedi eşim. "Nereye mesela?" dedim. “Körfez'e." dedi eşim. "İyi olurdu ama sigara dumanı boğar beni." dedim. "Öyleyse eve gidelim." dedi eşim. "Senin sağlığın benim için her şeyden önemli.” "Sağol!" dedim. Apartmana girdik. Posta kutusunda bir davetiye. To honour Mr. Dinçer Sümer, chief Adviser of the Presideney The Ambassador of Greece und Mrs. Joannis Torantis request the oleasure of the companyof Mr, and Mrs. Muzaffer Buyrukçu. at a reception Zia-ür Rahman Cad. 9-11 On Friday, 12 Nevember 1999 18.30-20.30 hrs. "Dinçer bey niye bize söylemedi bunu?" dedi eşim. "Bilmem. Unuttu galiba. Görmedin mi adamı bir saniye rahat bırakmıyorlar." dedim. "Evet, unutmuş olabilir," dedi eşim. "Bu gece bir güzel uyuruz, yarın dinlenmiş olarak..." "Evet." dedim. Yemeğimizi yedik. Televizyon kanallarındaki dizilerle filmleri izledik. Ben kitap okudum. Eşim birkaç yere telefon etti. Ertesi günü saat dörde kadar işlerimizi yaptık. İlk kez Yunan Büyükelçiliğinin bir çağrısına gideceğim için heyecanlıydım. Yirmi yılımı geçirdiğim Yenikapıya bağlı, Büyük Langa semtinde ayrı ayrı sokaklarda yaşayan, içlerinden Varvara, Eleni, Marika, Tasula adlı kızlarına aşık olduğum, karşılık da gördüğüm, en az altı yedi delikanlıyla arkadaşlık ettiğim Rumları, Rum topluluğunu çok iyi tanıyordum ve yaşamıma karışan, yaşamıma katkıda bulunan bu insanlarla hiçbir tartışmam, hiçbir kavgam olmamış, gül gibi geçinmiştik. Bunların kimilerini öykülerimde ölümsüzleştirmiştim. Ama Türk ve Yunan siyasilerinin uyguladıkları politikalar nedeniyle araya yapay bir soğukluk girmiş ve bu soğukluk uzun bir süre kaybolmamıştı. Yalnız 17 Ağustos 1999’de depreminde yıllar önce başlayan gerginlik sona ermiş, Yunan halkı felakete uğrayan Türk halkının yardımına koşmuştu. Yardım grupları enkaz altından epey insan kurtarmıştı. Bizim yardım ekiplerimiz de Yunanistan'da deprem olunca yıldırım hızıyla gitmişlerdi oraya. Telefon ettim. "Davetiyede adres var ama nereye yakın?" "Çankaya köşkünün 5nci kapısına, Cumhurbaşkanlığı, lojmanlarına yakın." dedi çok güzel Türkçe konuşan bir bayan. "Teşekkür ederim." dedim. 17.30 da yola çıktık. Trafiğin yoğun olduğu bir saatti. "Bizi altı buçuğa kadar oraya götürmelisin!" "Allahın izniyle daha da erken varırız.” dedi şoför. "Çünkü kestirmeden gidecem." "Sen kestirmeyi bırak da doğru yoldan git." dedi eşim. "Kızılay yoluna sap!" "Yooo, orası kapalıdır şimdi. Yukarıdan, DSİ'nin yanından gidecem." dedi şoför. "Hadi bakalım." dedi eşim ona inanmadığını, belirten bir sesle. "Bizi geç bırakırsan para falan alamazsın, ona göre!" Muzaffer Buyrukçu, Remzi İnanç, Ali Yüce, Lütfiye Aydın Gidiyorduk. Ama DSİ'nin orda durmak zorunda kaldık. Upuzun bir araç kuyruğunun en sonuna girdik. Adım adım ilerliyorduk. Tedirginleştim ve Ankara’nın her şeyini çok iyi tanıyan eşime hak verdim. "Bir zamanlar trafiği en rahat kent Ankara'ydı." "Doğru, öyleydi ama şimdi her gün piyasaya beş yüz otomobil sürülüyor." dedi şoför. "Her yan taşıt dolu. Yayalara yürüyecek bir karış yer yok. Yakında yol kenarlarına dört beş katlı oto parkları konulacak demirden. Akla yakın bir şey ama çare değil. En iyisi petrolün, petrol yataklarının tükenmesi. Senin bu dileğin gerçekleşse de arabasız yıllara dönsek. Sen şu minibüsün arkasından çık! Bakın bakın yan yoldan kaçıyorlar. Biz de kaçamaz mıyız? O tarafta olsak kaçarız ama. Geç kalacağız. Ben dedim ama Kızılay’dan gitseydin... Ben burasının kapanacağını hiç düşünmedim, çünkü her gün açıktı. Bir kaza mı oldu? Belki de...” Arabalar yürümeye başladı. "Hayır, benim kızdığım şu: Bu trafik polisi adil davranmıyor Aşağıdan gelen otolardan yüzünü geçiriyor, sıra bize gelince beşinci arabaya elini kaldırıyor. Hep öyle yapıyor. Oysa bizden de yüz araba geçirse...Tamam. Yeşil yandı. Hızlan, hemen geç karşıya. İşaret vermedi ama. Vermesin, öteki arabalar nasıl geçiyor? Peki. Ceza yazar diye mi korkuyorsun? Evet. 'Arabanı yana çek' derse... Anlaşıldı. Bu güçlükleri düşünerek bundan sonra iki saat önce yola çıkacağız. Metro yapıldığı için arabalara geçit tek şeritten veriliyor. Metro bitse başka bir şey çıkarırlar. Meclis kavşağını aştık mı rahatız. Altı buçuk. Resepsiyon başladı. Çok üzgünüm... Seni uyardık ama, uyarmasak neyse " Dur kalk, dur kalk, sıkıntıdan çatla, patla, öfkeden delirecek gibi ol, söv, say, her şeye kafa tut, her şeyi eleştir, yerden yere vur... derken Nenehatun’a vardık çıldırmadan, birbirimizi öldürmeden. "Mucibirahman caddesini biliyorum." demişti şoför ama bilmiyordu. Oflayıp pufladığımı anlayınca, "Sinirlenmeyin beyefendi, ben şimdi öğrenirim." dedi, genç, zayıf, bezgin yüzlü bir adama sordu. Adam ilerdeki bir takım binaları gösterdi, kollarıyla işaret etti ayrıca. Şoför gaza bastı ondan ögrendiklerini uygularcasına. Gittik, gittik, gittik ve "İşte şurası, karşıdaki bina." deyince şoför, oraya baktık. Işıklar içindeydi yapı, iki katlı, villa tipi bir barınaktı. “Şurdan dolaş da bizi Elçiliğin tam önünde indir." dedim. "Başüstüne!" dedi şoför. İlerden döndü. "Paranı vermeyecektim ama hadi gene acıdım.” dedi eşim. “Sağolun... bir daha böyle bir şey olmayacak.” dedi şoför. Kapıda siyah giysili, sivil polise benzeyen bir görevli vardı. "Burası mı?" dedim. "Evet." dedi görevli. "İkinci katta." Asansörle ikinci kata çıktık, hemen salona girdik. Küçük, kutu gibi, sevimli, sıcak bir yerdi ve kimse sigara içmiyordu. Sevindim. Bizi zayıf, orta yaşlı bir bayan karşıladı ve ellerimizi sıktı. "Kendileri Elçinin eşi olurlar." dedi güler yüzlü, genç bir bayan zayıf bayana bakarak. "Ben Muzaffer Buyrukçu. Yazarım. Bu hanım da benim eşimdir.” dedim. "Hoş geldiniz?" dedi genç bayan ve Elçinin eşine benim yazar olduğumu söyledi İngilizce. Bayanın yüzünde bir sevinç rüzgârı esti, gözleri böyle bir konuğu önemsediğini belirten bakışlarla doldu, bir şeyler mırıldandı. "Çok memnun oldu." dedi genç bayan. "Ben de...” dedim. "Adım Adelhayt, burada çalışıyorum." dedi genç kadın. "Almansınız siz." dedim. Şaşırdı kadın, "Nerden anladınız?" "Ben, televizyonlarımızda oynayan çizgi filmlerinden 'Heidi'nin hastasıyım." dedim. "Ne iyi, ne iyi." dedi bayan. "Neler yazıyorsunuz?" "Hikayeler, romanlar, günlükler.” dedim. "Bugüne kadar otuz iki kitabım yayımlandı." Adelhayt bu kez bir daha şaşırdı ve o şaşkın bakışlı gözlerini gözlerime dikti ve bakışlarını gözlerimde tuttu bir süre öyle yapması gerekiyormuş gibi ya da bana öyle geldi. "Otuz iki kitap ha? Bir hazine bu, bir hazine?" “Evet." dedim. "Bir dakika. Özür dilerim!" dedi Adelhayt ve Elçinin eşiyle konuşa konuşa salonun dibine doğru yürüdü. Arkamdaki bir adam, "İlerdeki uzun boylu kişi Büyükelçidir." dedi. Gerçekten de uzun boyluydu ve dal gibi inceydi; gözlüklüydü, saçlarına ak düşmüştü ve sevimliydi. Dinçer Sümer'le kucaklaştık, eşiyle tokalaştık. "Geciktiniz." dedi Dinçer Sümer. "Yollardaki trafik engeli... bizim bir yerlere varmamızı istemiyormuş gibiydi." dedim. "Hep öyle değil mi?" dedi Dinçer Sümer. "Engelleri aşa aşa yürümüyor muyuz hedeflere doğru." "Evet." dedim. "En düz gibi görünen yolda bile bir sürü tuzak var. Hangi oyunun Yunancaya çevrildi?" "Oyun değil Buyrukçu uzun bir şiir: 'Sandalım Kıyıya Bağlı' Sana vermiştim." "Evet, evet... Kutlarım” dedim. "Teşekkür ederim." dedi Dinçer Sümer, içtenlikle tuttu kolumu. Elçi çağırdı Dinçer Sümer'i. Siyah frağı, kırmızı papyonuyla göze çarpıyordu Dinçer Sümer ve çok yakışıklıydı. Elçinin bir yanında Dinçer Sümer, bir yanında Adelhayt duruyordu. Büyükelçi konuşmaya başladı. Adelhayt, onun söylediği sözleri anında Türkçeye aktarıyordu. Türk-Yunan dostluğundan, Atatürk'le Venizelos 'un ilişkilerinden, Türk-Yunan edebiyatlarından, yapılan çevirilerden örnekler verdi... derken Dinçer Sümer'e geldi sıra. 'Sandalım Kıyıya Bağlı'yı kendisinden önceki elçi okumuş, beğenmişti hatta Yunancaya kazandırmış ama kitaplaşma ancak bugünlerde olmuştu. Bundan kıvanç duyuyordu. · Alkışladık. Dinçer Sümer, Türk-Yunan halklarının dostluklarıyla ilgili sözler söyledi. Sonra Türkçe'den Yunancaya, Yunanca’dan Türkçe'ye yapılan çevirilerin üzerinde durdu, ordan 'Sandalım Kıyıya Bağlı'ya geçti ve 'Sandalım Kıyıya Bağlı'yı okudu mikrofonik sesiyle ve hiç teklemedi. Alkışladık. Birden Talat Sait Halman'a ilişti bakışlarım. Gülümsedim. Yanıbaşımda kim bilir ne zamandan beri dikilen bu edebiyat adamının varlığı mutlu kıldı beni. Nicedir Amerika'daydı, bir Üniversite'de öğretim üyesiydi ve şairdi. Kendi yazın anlayışına yakın kişilerin yapıtlarını İngilizce'ye çeviriyordu, çevirmişti. Sessiz, sakin, öne çıkmayı, son zamanların deyimiyle 'medyatik' olmayı sevmeyen bir sanatçıydı. Sokuldum. "İyi akşamlar!" Uzun özbekimsi yüzüne bir sıcaklık yayıldı ve nazik bir sesle, "İyi akşamlar!" dedi. "Beni tanımadınız galiba?" dedim. "Anımsamaya çalışıyorum ama..." dedi Talat Sait Halman. "Ben Muzaffer Buyrukçu..." dedim. Talat Sait Halman’ın yüzündeki sıcaklığa coşku eklendi, elini uzattı ve gözlerinden söze benzeyen bakışlar aktı. "Öyle miii? Çok sevindim! Nasılsınız?" "Eh işte..." dedim. "Sizinle yıllar önce tanışmıştık." “Nerede?" dedi Talat Sait Halman. “İstanbul'da, Rus Konsolosluğunda.” dedim. Düşündü, zorlandı ama, geçmişte yaşadığı günlerin arasında o güne rastlayamadı. "Bir yerlerden tanıdığımı biliyorum ama" dedi, Talat Sait Halman. "Sovyetlerin kuruluş yıldönümlerinde verilen resepsiyonlardan birinde. Rahmetli Abdi İpekçi'yle birlikteydiniz." dedim. Talat Sait Halman'ın bakışları altüst oldu ve belleğindeki yığınlardan görüntüler kopardı. "Tamam, şimdi anımsadım, evet, evet..." "Abdi İpekçi'yle yan yanaydınız. Atatürk'le İsmet İnönü gibiydiniz." dedim. "Doğru." dedi Talat Sait Halman. "Benzetmenizi beğendim." "Amerikadan yeni mi geldiniz?" dedim. "Hayır, buradayım ben. Bilkent Üniversitesindeyim." dedi Talat Sait Halman, kartını verdi. "Üniversite etkinliklerimiz var. Söyleşiler, imza günleri. Orhan Pamuk gelecek önümüzdeki hafta sonu sizde gelebilir misiniz?” "Olabilir.” dedim. "Ben sizi ararım." dedi Talat Sait Halman, "Telefon numaranızı rica etsem!" Yazdırdım. "Yeni çalışmalarınız var mı?" dedi Talat Sait Halman. “Var. En son 'Dumanı Tüten Çay Gibi' adlı kitabım yayımlandı." dedim. "Çok iyi, çok güzel!" dedi Talat Sait Halman. Mustafa Şerif Onaran, genç bir kadınla geldi, Talat Sait Halman’la selamlaştılar. “Kızım Emine." "Yaa, ilk defa görüyorum." dedim. "Amerika’daydı." dedi, Mustafa Şerif Onaran. "Yeni mi geldiniz?" dedim. "Epey oldu, o da Bilkent te görevli." Dedi, Mustafa Şerif Onaran. Eşim, Emine’yle konuşmaya başladı. Kocası Amerika'da ölünce Ankara'ya dönmek zorunda kalmıştı. Tamer Levent göründü elinde içki dolu bir bardakla, "Uzo içmiyor musunuz?" dedi. Garsonun içki sunduğu tablaya baktım. "Hangileri Uzo?" "Şunlar..." dedi Tamer Levent. Aldım bir bardak. "Onların bir de Metaxaları var." "O konyaktır." dedi, Tamer Levent. "Onu biliyorum canım... içine su koydun mu süt gibi beyazlayan rakıları olacak..." dedim. "Mastika mı?" dedi Tamer Levent. "Evet, Mastika, Bulgaristan gezimde içmiştim. Enfes bir şey! O içkinin İstanbul sosyetesinin ağzından düşürmediği 'Mastika Mastika' adlı bir şarkısı var." dedim. "Çingenelerle birlikte söylüyorlar." dedi Tamer Levent. "Çingeneler, yaşamı güzelleştiren insanlardır." dedim. "Öyle." dedi Tamer Levent. "Acıyı neşeye dönüştürmesini bilen ustalardır. Siz neler yapıyorsunuz?" "Yazıyorum. Kitaplarım yayımlanıyor." dedim. "Neden görüşemiyoruz?" dedi Tamer Levent? "Bilmem." dedim, "Ben pek dışarıya çıkmıyorum." "Tiyatroya gitmiyor musunuz?" dedi Tamer Levent. "Pek sık değil." dedim. "Adresinizi verin de size davetiye göndereyim." dedi Tamer Levent. Adresi verdim."Bana sürekli olarak davetiye yolluyorlar. Sizi televizyonda izledim. Uzakdoğu gezilerini anlatıyordunuz. Çok iyiydi." Muzaffer Buyrukçu Ankara'daki evinde Remzi İnanç'la “Herkes sevdi o programı, olumlu tepkiler aldım." Dedi Tamer Levent. "Seynan Levent nasıl?" dedim. “Gerçi her akşam ekranda görüyorum Ama…" "İyidir." dedi Tamer Levent. "Selamlarımızı iletin kendisine!" dedim. "Başüstüne!" dedi Tamer Levent. Genç, coşkulu bir adam yaklaştı. "Muzaffer Buyrukçu, Rahmi Dilligil." dedi Tamer Levent. Birbirimizin ellerini sıktık yüzlerimize bakarak. "Ben Avni Dilligil'i tanırdım" dedim, "Sizin tutumunuzu eleştiriyorlar." Gülümsedi Rahmi Dilligil. "İşlerine öyle geliyor." "Yol doğruysa yürünmeli." dedim. İçki servisinin arkasından yiyecek servisi başladı. Sigara börekleri kıtır kıtırdı ve hem peynirli hem de pastırmalıydı. Minik köfteler, minik sosisler minik tatlılar lezzetliydi... Topluluğumuza uzun boylu, kapı gibi bir adam katıldı. Sevimliydi ve Türkçe konuşuyordu. Elçiliğin savunma ateşesiydi; albay rütbesindeydi. Eşim şöyle bir sallandı ve başı dönenler gibi sendeledi, kollarından kavramasaydım sütuna çarpacaktı. "Ne oldu?" "Yok birşey, ayağım kaydı..." dedi eşim. Dışardan gelen bir adam, “Farkında mısınız, az önce deprem oldu, bütün Ankara sallandı." dedi. "Ben duymadım." dedim. "Ben de duymadım. "dedi Tamer Levent. "Ben de duymadım." dedi Rahmi Dilligil. "Biz içkinin depremiyle uğraşıyorduk o sırada." dedi albay. Güldük. "Çok hafif bir şeydi herhalde.” Dedi, Adelhayt. "Ben duydum ama keyfinizi kaçırmamak için söylemedim." dedi eşim. "Yoksa deminki ayak kaymasa yalan mıydı?" dedim. "Yalandı elbet..." dedi eşim, arkasındaki az önce çarpmak üzere olduğu sütunu gösterdi. "Bu, şöylece gitti geldi..." "Hepimize geçmiş olsun.” dedim. Dinçer Sümer' in eşi "Allah Allah!" dedi. "Eşiniz hanımefendi çok anlayışlı, çok düşünceli biri." Dedi, Tamer Levent. "Öyledir." dedim. "Eşsiz biridir!" "Altı dört büyüklüğündeymiş..." dedi hiç görmediğimiz biri. Merkez neresiymiş? Bolu diyorlar. Ne oluyor? Türkiye baştanbaşa sallanıyor. Sadece Türkiye değil, bütün dünya sallanıyor. Yoksa Nostradamus'un kehanetleri gerçekleşiyor mu? İki bin yılında güneş tutulacak, pek çok ülkede depremler olacak, şehirler yıkılacak, insanlar ölecek, demişti. Kıyamet alametleri bunlar! İçindeki mağma tabakası patlayınca dünya binlerce parçaya ayrılacak, ayrılan parçalar boşluğun sonsuzluğunda kaybolacak... Demek şu anda biz her an infilak edecek bir bombanın üstündeyiz, öyle mi? Öyle. Biz de öteki gezegenlere geçeriz. Fırsat bulursak tabi ... O kadar karamsar olmayın, çünkü bu konuşmalarımızın içeriği ancak beş on bin yıl sonra gerçekleşir. Evet, evet, kapayalım bu konuyu. Kapatmayalım. Marmara depremi az gelmiş gibi şimdi de bu çıktı başımıza? Ölü, yaralı olmasa bari... Ne diyor Ahmet Mete Işıkara. 'Depremle yaşamaya alışacağız.' Belki doğru ama insan her an kendini yok edecek bir olgunun varlığına nasıl alışabilir? Alışacak, zorunlu olarak alışacak... Zavallı insanlar! Marmara denizinde kırılmayan fay kırılırsa nereleri yıkılacak, kaç yüz bin kişi can verecek... En azından bir milyon kişi ölür yedi sekiz şiddetinde bir deprem olursa... Müthiş bir şey! Allah göstermesin? İçelim! İçelim! Depremin ne suçu var? O bir doğa olayı. Toprağın yarılacağı yerlerden uzakta, sağlam zeminlerde yapacaksınız evlerinizi, oralarda kuracaksınız köylerinizi, kentlerinizi. Depremin bizden haberi yok ama bizim ondan haberimiz var. Biliyoruz. Öyleyse önlem alması gereken bizleriz. Çok doğru. Japonlar gibi yaşamalıyız bundan sonra. Neyse içelim de bu sarsıntıların bu kadarla kalmasını dileyelim! Evet, evet, evet! Şerefe! İyi günlere! Aydınlık geleceğe!.. " Bu kaygılı konuşmaların arkasından bir saat daha kaldık elçilikte. Depremi unuttuk ve içkinin yarattığı evrende gezindik durduk başta şeylerden söz ederek. Bay Lorentis ile bayan Lorentis'in, Talat Sait Halman'ın, Dinçer Sümer ile eşinin, Tamer Levent'in, Rahmi Dilligil’in, Mustafa Şerif Onaran ile kızı Emine'nin, bayan Adalhayt'ın, askeri ateşenin ve adlarını bilmediğimiz yedi sekiz kişinin daha ellerini sıktık, ''Hoşça kalın!" dedik, aşağıya indik, çağırılan taksiye bindik. Şoföre "Şu radyoyu açar mısınız?" dedim. Açtı. Depremden söz ediliyordu. 6.4 şiddetindeydi ve merkez üssü Kaynaşlı'ydı. Kaynaşlı'nın E-5 karayoluna yakın olan yapıların hepsi yıkılmıştı ve Kaynaşlı'dan sonra en çok Düzce ile Bolu etkilenmişti. Gölköy de sallananların arasındaydı. Telefonlar kilitlendiğinden ölü ve yaralı sayısının ne kadar olduğu bilinmiyordu. Yüreğime, nicedir orasını iğneleyen korku, varlığını hissettirmeye başladı. 17 Ağustos.1999 depreminde İstanbul'daydım. Gece saatlerce yazı yazmış, uyku bastırınca uzanmıştım yatağa ama karyolamı zıplatan bir sarsıntıyla fırlamıştım. Karyola, evin bütünü, dipten gelen bir dalgayla hoplayıp zıplıyordu. Çaresizdim. Donmuş kalmıştım. Sokağa çıkmayı düşünüyordum, buradan bir an önce kurtulmak istiyordum ama elektrikler sönmüştü, ortalık zifiri karanlıktı... Birkaç saniyede dipten gelen dalga ve bir bataklık canavarının homurtusunu andıran meçhul homurtu kesilmiş ama ev sağa sola gidip gelmeye, eğilip kalkmaya başlamıştı. Sanki deprem benimle oyun oynuyordu. Derken durmuştu. Hemen mutfağa seğirtmiş, kibriti almış, salondaki iki mumu yakmış ve hiç paniğe kapılmadan, serinkanlılığımı koruyarak giyinmiştim. Paramı, kimliğimi, kalemlerimi yanıma almış, doğalgazı ana vanadan kapatmıştım. Apartmanın içinde kaçma telaşı yaşanıyordu ve elektirler kesilince başlayan karanlığın kalın örtüsünü çakmaklarıyla, kibritleriyle, mum ışıklarıyla yararak iniyorlardı üst katlardan aşağılara. Ben de kapıyı kilitlemiş, dışarıya çıkmıştım. Dışarısı ana baba günüydü. Senahatların on beş daireli apartmanlarında oturan Yaşar Hoca'lar, Beyaz'lar, Cevahir'ler, Sadif'ler, Zakir'ler... evlerinden getirdikleri kilimleri, satıcıların Çarşamba pazarında kullandıkları tahta tezgahların üzerine sermişler ve yerleşmişlerdi. Ben, Koyuncu'ların tek katlı, harap evlerinin bir gecekondu gibi durduğu ağaçlı bahçesine girmiştim; yeni bir deprem olsa bile bana bir şey olmazdı. Böyle düşünmem güven duygumu güçlendirmişti. Güllü sokağındaki kaldırımlar, evlerini terk edenler tarafından kaplanmıştı. Düne değin tek tük görülen özel otolar, minibüsler, kamyonlar, kamyonetler, jeep'ler -içindekilerle-bir aşağı, bir yukarı gidip geliyor, kimileri de tası tarağı toplayarak İstanbul'dan uzaklaşıyordu. Nereye? Tarlalara mı, ormanlara mı? Gökyüzü milyarlarca yıldızla pırıl pırıldı ve yeryüzüne yaklaşmış gibiydi, elimi uzatsam birkaç yıldızı tutacaktım. Artçı bir depremle apartmanlar, ağaçlar devrilir, devrilenler de beni yaralar korkusuyla Güllü sokağın ortasından yürüyerek Cumhuriyet alalına vardım. Gazetelerde, televizyonlarda yayımlanan elli tanesini içine alacak bir görünümle karşılaştım. Evlerini, işyerlerini bırakıp yükte hafif bahada ağır eşyalarla, altınlarla, mücevherlerle kaçan binlerce kişi doldurmuştu alanı. Yaşlılar, gençler, çocuklar... Ama çoğu daha iyi yaşamak için Anadolu köylerinden kopup İstanbul'a göçen kimselerdi ve hala köylüydüler; başları açık, modern giyimli, İstanbul'a hemen uyum sağlayan kızlar, kadınlar azınlıktaydı... Onlar da kalabalık tarafından yadırganıyor, depremin sorumlusu olarak gösteriliyordu. Sıraların hepsi, çimenlikler, çiçeklikler, ağaç dipleri kapılmıştı açıkgözlerce. Herkesin yürüdüğü, tükürdüğü, çöp attığı zemini çingeneler işgal etmişti. Sigara, bira, rakı, şarap, coca cola içiyor, ağlayanlara, sızlayanlara, korkudan titreyenlere aldırmadan şarkı söylüyorlardı. Oyun oynuyorlardı, göbek atıyorlardı, kahkahayla güldürecek öyküler anlatıyorlardı. Sıkıntıyla gezinenler, onlara bakıyor, dişlerini gıcırdatıyor, başlarını sallıyorlardı. Çocuklar, birbirini kovalıyor, itişiyor, kavga ediyorlardı. Böyle olayları kollayan ve parayı her şeyden çok önemseyen börekçiler, köfteciler, dondurmacılar, sucular, simitçiler, poğaçacılar, sokakta yapılan bir düğünde, bir şölendeymişler gibi bağıra çağıra satıyorlardı böreklerini, köftelerini, poğaçalarını, dondurmalarını, sularını ve simitlerini. Özellikle çocuklar, gençler, gebeler alıyorlardı bu yiyecekleri ve hemen korkuların, kaygıların arttırdığı bir iştahla yiyorlardı... Paraları olan ve bir türlü doymak bilmeyenler bir daha, bir daha alıyorlardı. Kokular her yanı sarmıştı. Kaldırım kenarında iki polis otosu duruyor, otolardan sürekli bir biçimde telsiz sesleri yükseliyordu. Polisler devriye geziyor, kalabalığın yaşamlarını depremin kararttığı yetmiyormuş gibi bir de hırsızlık yaparak onlar karartmasınlar diye gözlerini, suç işleyecek nitelikteki serserilerden yersiz yurtsuzlardan, tipsizlerden ve çingene kümelerinden ayırmıyor, her davranışını izliyorlardı. Ama bütün dikkatlerine karşın ufak tefek hırsızlıklar oluyor canlar yakılıyordu. Yakaladıklarını ya kendileri döğüyor ya da paraları, çantaları çalınanlara döğdürüyorlardı. Bu kadar cezayı yeterli görüyor, "Defol buradan, gözüm seni görmesin!" tehdidiyle kovuyorlardı; kovmadıklarını, sabıkalı hırsızları otolara bindirip Müdüriyete götürüyorlardı. Kadınlara sulanan, orasını burasını sıkan, okşayan ve bundan eşsiz bir tat alanlar vardı ve onlar suçüstü yakalandı mı kocaları, kardeşleri, nişanlıları, babaları tarafından dayaktan geçiriliyordu. Ve polisler, onlar belalarını iyice bulsunlar diye kıllarını bile kıpırdatmıyorlardı. Kimi yüzsüz, ar damarı çatlamış, utanmaları, duyguları ölmüşler, "Abi, bunlar olmasa biz ekmek yiyemeyiz." diyorlardı. Ve sırtlarına indirilen yumruklar, kıçlarına savrulan tekmelere aldırmıyorlardı. Kimi aileler-nisbeten temiz olan- bahçelere yataklarını sermişlerdi. Uykunun korkuyu yendiği kadınlar, erkekler, çocuklar, horlayarak uyuyorlardı. Gördüklerimden çok etkilendim. Brugel'in 'Pazaryeri' tablosunu anımsadım. O çok sevdiğim tabloda köylüler şarap fıçılarını yuvarlıyor, şarap içiyor, palyaçolar perende atıyordu ve ben o tabloda 'insanlığın bütün hallerini' buluyordum ve seyrettiğim binlerce tablonun arasında belleğime çakılarak ölümsüzlüğünü ilan edenlerin en ünlüsüydü. Bir de bu gibi trajik durumları çok iyi yansıtan Kafka’nın 'İnsanlık Parkı'ydı. Amerika romanın bir bölümünde o park çok korkutan ürküten, acıyan, kıyamete bir dakika kaldığını belirten bir dille sergiliyordu. O park da belleğimdeki unutulmazların arasındaydı. Beni de uyku bastırıyordu. Âmâ uyursam soyulurdum. Kalktım. Eve geldim, Varan'a telefon ettim. Çalışıyordu, bir arıza yoktu. Sabah kalkacak ilk otobüse yer ayırtmıştım. Almam gerekenleri almış, çantama doldurmuştum. Ankara'yı arayayım dedim, numaraları çevirdim. "Alooo... (eşimin azarlayan ama o azar içinde bile sımsıcak bir sevgi bulunan sesi çınladı kulağımda) Nerdesin sen? Buradayım. Hayır, burda değildin. Deprem olduğu andan beri seni arıyorum. Dışarıya çıktım, meydana kadar yürüdüm. Bir rezalet... Gavur mezalimi gören göçmenlerin yürek sızlatan manzaralarını andırıyorlardı. Sen sağlıklısın değil mi Evet. Çok şükür! Öyle korktum, öyle korktum ki sana bir şeyler oldu sandım. Acı patlıcanı kırağı çalmaz. Ben çalarım. Çal ve benim hırsızım ol. Çaldım ve varlığıma kattım. Teşekkür ederim. Yıkılan, çöken, ölen, kalan birileri var mı? Bizim burada yok ama Çekmece mahvolmuş. Ev nasıl? Bir bardak bile devrilmedi. Buna çok sevindim. Ne zaman geliyorsun? Hemen. Sahi mi? (Sevinci telefondan yüzüme çarptı bir yel gibi) Evet. Sabah ilk kalkacak Varan'la. Bir şey istiyor musun? Bolu dağından talaş kebabı, çerkez peyniri, Mudurnu Saray helvası, limon ve çam kolonyası... Olur. Sen benden ne istiyorsun? Ne pişirirsen... Köfte, pirzola, domatesli pilav, salata... Başka? Rakı. Sağol! Görüşmek üzere. Görüşmek üzere " Telefonu kapattım, bir taksi çevirdim ve Varan terminaline gittim... Bu anı sisleri dağıldı ve eşime baktım, "Ne diyorsun? Eve mi gidelim, yoksa..." "Eve gidelim. Bakalım ev yerinde duruyor mu? "dedi eşim. Eve geldik, Sanki hiçbir şey olmamış gibi sakindi ortalık ve apartmandaki, dairelerin hepsinin ışıkları yanıyordu. Girdik. Kırılan, dökülen yoktu. Eşim, önce ablasını aradı. Depremi duymamış, çünkü uyuyormuş ablası. Yengesini aradı, Sokaktaymış, o da depremi hissetmemiş. Arkadaşlarını aradı. Sadece biri etkilenmişti ve morali bozulmuştu, moral bozukluğunu düzeltmek için durmadan içiyormuş. Ben de Vecihi Timuroğlu'na, Remzi İnanç'a telefon ettim. İkisi de yoktu. Kim bilir neredeydiler? Mustafa Gündeşlioğlu telefon etti ve evine çağırdı. Bahri Gevrek telefon etti, hal hatır sordu. Güneş telefon etti. "Buraya gelsenize... burada hissetmedik depremi... evler çok sağlam ve gözalabiliğince açıklıktır. Hadi!" "Ne diyorsun?" dedim. "Gidelim." dedi eşim. "Peki. Kahvaltıya geleceğiz." dedim. "Davetimi kabul ettiğin için çok teşekkür ederim. Uzun yıllar sonra ilk olarak eniştemle kahvaltı edeceğim." Dedi, Güneş. "Kahvaltıda ne var?" dedim. "Sucuklu yumurta, sosis, salam, peynir." dedi Güneş. "İyi, iyi..." dedim, Eşimi bir sürü gevezelik yaparak uyutmayı, deprem ortamından uzaklaştırmayı başardım ama kendim uyuyamadım. Yaşadığımız için çok memnundum ve heyecanlıydım. Ayrıca bizim sülalemizde de, eşimin sülalesinde de kimsenin burnu kanamadığı için mutluydum. Güneş'le konuştuğumuz gibi bir taksiye bindik ve sabah kahvaltısında bulunmak üzere yola çıktık. Zile bastım. Açılmadı... Üçüncü, dördüncü çalışta açıldı. Meğer hepsi uyuyormuş. Kahvaltının hazırlanmasına eşim yardım etti. Güneş'in sucuk dediği 'cık' kadar bir şeydi, yumurta da yoktu. Gözde, rahatı kaçan insanların tavrıyla ve tedirgin olduğunu bakışlarıyla belirterek dışarıya çıktı. Kızdım bu terbiyesizliğine. Hem konuk çağırtıyorlar hem de konuğu doyurmayı düşünmüyorlardı. Gözde dışardayken "İçkin var mı?" dedim. “Var. Biraz rakı, biraz şarap, biraz votka, biraz malibu." dedi Güneş. "Rakıyla votkayı ver, gerisi senin olsun!" dedim. "Kocan nerede?" "Ailesinin yanına gitti." dedi, Güneş. Gözde bir poşete koydurduğu on yumurtayla geldi. Eşim, "Yağda pişiriyorum." dedi. "Pişir. "dedim. “Abla, yağ nerede?" dedi eşim. "Ne yağı? Biz tereyağ kullanmıyoruz ki..." dedi Servet. "Zeytinyağı var mı?" dedim. "Yalnız Mısırözü var." dedi Servet. "Onunla pişir!" dedim. O, yumurtayı pişirirken ben rakıyı yudumlamaya başladım. Muzaffer Buyrukçu
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR