Bu bölümleme toplumsal faydaya yönelik bir önemli fonksiyonu vardır. Bilahare sanat ile toplum arasındaki ilişkinin doğru bir biçimde gerçekleşmesinin temelinde, doğru bir sanat sınıflaması yatmaktadır. Çünkü doğru bir biçimde yapılan sınıflamalar, sanatın toplum tarafından doğru tanınmasını ve toplumun sanattan gerektiği gibi yararlanmasını sağlayacaktır.[1]Bu faaliyetler farklı disiplinlerle kategorize edilmiş olup plastik sanatlar, fonetik sanatlar ve ritmik sanatlar[2] olarak üç ayaklı bir sınıflandırmaya tabi tutabilir.

Sanatın icracısı ise sanat türünün niteliği ile kendi yetenekleri ve ilgisi ölçeğinde bir tercih yaparak sanat alanını seçer. Örneğin müzik kulağı olan (kulakları ile ritimleri ayırt edebilen) bir kişi fonetik sanatlardan olan müzik alanında icracı olmayı, dili kullanma ve gözlem yeteneği gelişmiş olan biri de gene fonetik sanatlardan olan edebiyatı seçerek kendi yetenekleri ile sanatsal faaliyeti eşleyip üretim tercihini yapar.

Sanatsal yaratıyı yapan kişiye genel bir ifadeyle sanatçı adı verilir. Sanatçı, icrasını yaptığı sanatın adına ilişkin özel adlandırmalara tabi tutulur. Örneğin tiyatro alanında icracı/üretici/yaratıcı olan kişi tiyatrocu, edebiyat alanında icracı/üretici/yaratıcı olan kişi edebiyatçı gibi yaptığı sanatın özelinde bir unvana sahip olur.

Sanatın yaratıcısı durumunda olan sanatçı toplumdan ve yaşadığı çevreden bağımsız değildir. Toplumun ve yaşadığı çevrenin bir parçası olarak varlığını sürdürdüğü ortamın kendine sunduğu imkânlar ölçüsünde sanatını icra edebilir. Örneğin bir edebiyatçı anlatı konusunu seçerken kendi maddi koşulları, üretim ilişkileri, değer felsefesi vb. birçok hususun sonucunda eserini meydana getirir. Üretim ilişkileri yaratının ortaya çıkmasında başat bir faktördür. Örneğin toplayıcı toplumda yaşayan ve sanatsal faaliyette bulunmak isteyen bir kişinin temel güdüsü ölümsüzlük arzusunu telafi etmektir. Bu telafi için elinde fazla imkân bulunmamaktadır. Fransa’daki Chavuet Mağarası’nda bulunan farklı hayvanlara ait basit figüratif[3] resimler, kömürle yapılmış olup o dönem insanının şartlarında ölümsüzlük/dünyada kendinden bir hatıra bırakma arzusunun ve estetik bir duyarlılıkla giderilme itkisinden doğmuştur. Ancak burada önemli bir husus vardır. İnsan önce hayatta kalmasına yetecek asgari şartları sağlayıp ondan sonra sanatsal faaliyete geçmeye başlamıştır. Bu yüzden sanatsal faaliyet görece refaha ulaşmış toplumların estetik haz enstrümanıdır. Modern roman ve hikâyenin sanayileşmiş ve görece refaha ulaşmış olan Batı toplumunda ortaya çıkması da bu refah düzeyinin ve sanatsal etkinliğe duyulan ihtiyacın artışı pozitif korelasyona sahip bir durumdur.

Hayatta kalmak için iyi beslenme, tehlikelerden korunma gibi temel güvenlik ihtiyaçlarını sağlamak isteyen avcı toplayıcı insanlar dilin imkânlarını keşfetmişler ve iletişim sayesinde avcılık alanında ustalaşmışlar ve birbirlerini tehlikeler karşısında koruyabilecek kullanışlı bir iletişim aracının  (dil) sahibi olmuşlardır. Bu sahiplik basit yaşam reflekslerinde hapis kalmamış ve insanlar arasında duygu ve bilgi aktarımını sağlayacak ölçüde gelişmiştir. Dili icat edip dilin imkânlarını başka alanlara da kanalize eden insanlar duyguların ve bilgilerin aktarımı için anlatı denilen türün gelişimini sağlamışlardır. Duyduklarını, gördüklerini ve hayallerini anlatı ile çevrelerine aktarıp çevrelerinden dönüt almak avcı toplayıcı insana ayrı bir haz vermeye başlamış, bu haz da fonetik sanatlardan olan edebiyatın doğumuna zemin hazırlamıştır. Başlangıçta yazı olmadığı için anlatılarda kafiyeli söyleyiş tercih edilmiş bu sayede akılda kalıcılık artırılmıştır. Bugün okuma yazma bilmeyen birçok âşığın yüzlerce/binlerce halk hikâyesini ezbere bilmesinin en büyük nedeni de bu anlatıların ur-formlarının (ilk hâlleri) uyaklı söyleyişe dayalı olmasından kaynaklanmaktadır. Kafiye ve ritim gibi ses imkânları belleğin anlatıyı kodlamasını ve saklamasını kolaylaştırmıştır.

Tarım toplumuna geçildiğinde ise toplayıcı döneme nispeten artan refahla birlikte insanların estetik alana ilişkin faaliyetlerinde değişiklikler meydana gelmiştir. Avcı toplayıcı devirde zamanının büyük çoğunluğunu yemek bulmak ve tehlikelerden korunmaya çalışmakla geçiren insanlar bu dönemde güvenliklerini sağlamak için evler yapmışlar, beslenme ihtiyaçlarını gidermek için de tarımsal faaliyetlere girişmişlerdir. Pek tabii bu girişimler kolektif bir anlayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlar birlikte tarlalarını sürüyor, evlerini birlikte inşa ediyor, hasat zamanı hasadı birlikte kaldırıyor, hasadın bölüşümü de bu birlikteliğe katılan insanlar arasında yapılıyordu. Bu kolektif çabalar estetik haz kazanma faaliyetleri için insanlara daha geniş zamanlara sahip olma imkânı sağlamıştır. Boş zamanını artıran insan çalışma hayatındaki kolektifliği sosyal hayatına da yansıtmış, tarlada beraber çalıştığı insanlarla toplu sanat faaliyetlerinin icracısı ya da alıcısı hâline gelmişlerdir. Evlere kapanılmak zorunda kalınan uzun kış gecelerinde anlatı yeteneği kuvvetli kişiler hayal güçlerinde buldukları (yarattıkları) anlatıları sosyal çevresi ile paylaşmaya başlamış bu durum da estetik ihtiyacın tatmininde önemli bir rol oynamıştır. Aslında günümüz insanı ile o dönemin insanı arasında temel ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçların karşılanması bakımından birçok ortaklık bulunmaktadır. Çağımızın insanın iş yaşamının koşuşturmasından uzak kaldıkları zamanlar (genellikle mesai bitimi olan akşam vakitleri) estetik ihtiyaçlarını karşılamak için nasıl televizyon karşısına geçiyorlarsa o dönemin insanları iş yaşantılarından arta kalan zamanda anlatı becerisi olan kişilerin yanında toplanıp onların yaratımı olan ya da gelenek içerisinde öğrenmiş oldukları masal, halk hikâyesi, destan, fıkra vs. gibi türlerin dinleyicisi konumuna gelip zamanlarını estetik haz için harcıyorlardı. Ancak bu anlatılar bireyin değil, kolektif insanın yaratılarıydı. Anlatılarda karakterler değil belli değerleri temsil eden tipler vardı. Bu tipler de insanlara aynı mesajı vermek için çeşitli misyonlar yüklenen edilgen ve hayali varlıklardı. Anlatıların etkisinin artırılması için olağanüstülüklerle zenginleştirilmesi ve kolektif insanın kolektif yaşama ayak uydurması/uyumlu hâle getirilmesi için elzemdi. Çok basit bir örnekle anlatılmak istenirse tarım toplumunun insan gücü ihtiyacının karşılanması için evlilikler ve bu evliliklerden doğan birçok çocuğun topluma kazandırılması ve bu sayede kolektif iş yükünün hafifletilmesi gerekti. Bunun için evliliklerin önü açılmalı, genç kadınların/erkeklerin aileleri kolektif hayatın ve kolektif toplumun önünde bir engel durumuna geçmemelidir. Çeşitli halk hikâyeleri de bu engelleri ortadan kaldırmak için kurgulanmış ve kolektif topluma bir yarar işlevi görmüştür. Örneğin Kerem ile Aslı Hikâyesi birbirini seven ve evlenmek isteyen iki gencin ailelerden birinin rıza göstermemesi sonucu sürüklendikleri felaketi anlatan basit kurgulu alt mesajı kuvvetli bir anlatıdır. Bu hikâyeyi dinleyen insanlar bilinçlerine yüklenen “evlenmek isteyen gençlere engel olma” komutunun  gereklerini yerine getirecekler ve evlenmek isteyen gençlere zorluk çıkarmayıp kolektif toplumun ve kolektif insanın yararına/devamına yönelik bir iş yapmış olacaklardır.

Her kültürel aksiyonu yaratan bir arka plan vardır. Bu arka plan bilinçli ya da bilinçli doğurucu konumunda tarihsel süreç içerisinde değerlendirilir. Pek tabii roman ve hikâyenin kökenini bir kültür arkeolojisi çalışması yaparak bu şekilde açıklayabiliriz. Romanın başlangıcının Eski Çağ düzyazısına, eski Doğu masallarına, şövalye edebiyatına, Rönesans hikâyesine ve destanına bağlı olduğu, bunlardan yararlandığı açıktır; ne var ki onlar başka şeydir, roman başka şey.[4]Roman ve hikâyenin kökenine ilişkin yorumlar bu türlerin daha iyi anlaşılması ne gibi bir gereklilikten doğduğunu ve modern insanın hangi ihtiyaçlarını karşıladığının bilinmesi açısından önemli bir işleve sahiptir. Şüphesiz modern anlamda hikâye ve romanın oluşumunda tarihsel bir kırılma olan Fransız İhtilali’nin kurucu bir rolü olmuştur. İhtilalle birlikte soyluları ve kiliseyi mağlubiyete uğratıp onların yerini alan burjuva sınıfı kazanmış olduğu galibiyetin kalıcılığını sağlamak için özgürlük kavramını ortaya atmış –Hiç şüphesiz bu özgürlük mülkiyet özgürlüğünün garanti altına alınması için dekoratif bir unsurdur.- ve egemenliği soyluların geri almasının önüne özgürlük ideali gibi herkes tarafından kolayca benimsenebilecek bir düşünceyi yaratmışlardır. Bu özgürlük düşüncesinin temelinde soyluların Coğrafi Keşifler ile zenginleşmesi ancak bu zenginliklerine soylular tarafından haksız bir şekilde  el konulmasının büyük bir payı vardır. İçinde özgürlük –dolayısıyla mülkiyet özgürlüğünü- barındıran bir toplumda zenginleşen burjuva sınıfının mallarına hiçbir soylu el koyamayacaktır. Burjuvaların özgürlük düşüncesi ve idealiyle birlikte karşılarında rakip olarak görebilecekleri tek sınıf kiliseye bağlı olan din adamları sınıfı olmuştur. Dinin toplumsal yapıdaki kökleşmiş yapısından ve insanların inanma ihtiyaçlarının başka bir yolla karşılanamaması nedeniyle din adamlarının gücünü kırmak için yepyeni bir projeye ihtiyaç duyulmuştur. Saf bir terim olmasa da bu projeye modern proje adı verilebilir. Bu projeye göre artık dünyada din adamlarının egemenliği değil modern insanın özgürlüğü konuşulacaktır/konuşulmalıdır. Modern insan dinî yaşantıyı merkezine almayacağı için din adamlarının toplumsal yapı üzerindeki tahakkümü de son bulacaktır/ya da büyük ölçüde azalacaktır. Dinin karşısına çıkarılan modern projenin bir diğer faydası ise kilisenin skolastik anlayışı nedeniyle (kendi gücünü bilimin ele geçireceği endişesi) bilimsel gelişmelere engel olması engellenecek ve gelişen bilim burjuva sınıfının mülkiyetini artırma çabalarına hizmet eder konuma gelebilecektir. Ki buharlı makinelerin icadı, sanayi devrimi gibi gelişmeler de bu tezi doğrular niteliktedir. 

Modern düşünce ile dinin egemenliğindeki hayatına son veren, özgürlük düşüncesi ile de soyluların kölesi olmaktan kurtulan Batı insanı artık Yeni Çağ’ın normlarına özgü bir değerler bütününe bağlanma gereksinimi duymuş ve tarım toplumunun kolektif insanından modern toplumun bireyine geçiş süreci başlamıştır. Bu gelişmeler sonucunda bilime ve sanata yönelen yeni çağ insanı eşyanın tabiatına ilişkin bilgi ve görgüsünü pozitif bilimler ile insanın tabiatına ilişkin bilgi ve görgüsünü ise sosyal bilimler ile artırmaya başlamıştır. Genel olarak bilimler özel alanda sosyal bilimler dünyayı daha çok anlama çalışmalarında işlevsellik göstermiştir. Bu dönemde bilim insanları çözümlemeler yaparak evrenin bilgi puzzle’ında eksik parçaların yerine konulmasına yönelik çalışmalar yapmışlardır. Bu bilimsel disiplinlerin alt dallarından biri olan felsefe bu dönemde önemli bir gelişim alanı bulmuş ancak belli noktalarda yetersiz kalmıştır. Bu konuyla ilgili(Karl)Marx, Feuerbach üzerine Tezler’de şöyle der: <<Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetinmişlerdi; önemli olan onu değiştirmektir>>[5]diyerek modern insanın dönüştürmeye/değiştirmeye yönelik isteğini karşılama noktasında felsefe gibi bir bilimin dahi eksik kaldığına ilişkin haklı bir analiz yapmıştır. Ayrıca bilim tarafından yorumlanan hayat/kainat modern insanda yepyeni bir huzursuzluk kapısını da aralamıştır. Bilimle yorumlanan hayat modern çağ insanını rahatsız etmiş, çıkmazlarını sezebilme konusunda bir farkındalığa ulaşmasını sağlamıştır. Yüzyıllarca anlama ve bilme istekleri kilisenin yalanları ile savuşturulan insanlar bilimin hakikati açıklama konusunda dinin doğrularını yerle bir ettiğini görünce yeni  bir varoluşsal trajedi ortaya çıkmıştır. Modern insan bu çıkmazların yarattığı trajik hâlin tedavisini ise gene kendi iç dünyasında ve kültüründe bulmuştur.  Destan, masal, halk hikâyesi gibi kolektif insanın dünyasını anlamlandırmaya ve kolektif insanı yönlendirmeye çalışan türler yerlerini modern insanın dünyasını anlamlandırmak ve modern insanı yönlendirmek işlevini üstlenmiş olan roman ve hikâye gibi yeni türlere bırakmışlardır.

Halk hikâyeleri, destanlar, masallar ve fıkralar tahtlarını roman ve hikâyeye bıraksalar da edebiyat eseri olma konusunda birbirleriyle birleşirler. Çünkü edebiyat yazınını/söylemini diğer türlerden ayıran bir biricikliğe sahiplerdir. Bu biricikliği sağlayan etkenlerden belki de en önemlisi, bir edebiyat yazısının insan açısından yazılmış bir yazı olmasıdır.[6]İnsanı ele alma düzleminde birleşen bu yapıların ayrımı ise insanın değişimi ile başlamaktadır. Fransız İhtilali’nin yarattığı yeni insan edebiyat yazınında da yeni bir bakış açısına ihtiyaç duymaya başlamıştır. Pek tabii bu bakış açısı yeni insanın (modern insanın) realitedeki memnuniyetsizliğini realiteyi yıkarak (ya da aşarak) ortaya yepyeni bir realite (kendi realitesini) koyarak idealize edilmiş bir dünyaya olan  özlemini giderme çabası olarak da değerlendirilebilir.

Tüm bu gelişmelerin yaşandığı zihniyet evreni (bağlamı) Batı olduğu için roman (ya da onun daha düşük hacimli olanı hikâye) için Fethi Naci’nin “Roman, Batı’dan ithal edilmiş bir edebiyat türüdür.”[7] ifadesi oldukça geçerli bir yargıdır.         

BİR EDEBÎ TÜR OLARAK ROMAN ve HİKÂYE  

Birer edebî tür olan roman ve hikâye ayrı iki kulvarda değerlendirilse de çıkış noktaları itibarıyla aynı kümenin iki ayrı elemanı oldukları için aynı düzlemde incelenebilirler. Aralarındaki fark birinin (romanın) anlatı imkânının niceliksel durumundan dolayı diğerine (hikâyeye) nispetle daha fazla olduğu noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu düşünceden hareketle genel bir değerlendirme ve incelemeye tabi tutulduklarında roman hakkında yapılan tespitler hikâye için, hikâye için yapılan yorumlar da roman için geçerli olabilmektedir.
Roman ve hikâye, yazarının somut olanı (çevre) alıp soyut olanla (düşüncesiyle) ilişkiye sokup buradan diyalektik bir sonuç çıkarma süreci olarak tanımlanabilir. Bu yönüyle bulunulan çevre ve sahip olunan düşünce yazarın yazınının iki temel belirleyicisi konumundadır. Yazar algıladığı gerçekliği bozar ya da düzeltir ve yazdığı metinle bir sonuca varır. Roman ve hikâye anlatıcısı (yazarı) yazın evreninin tanrısı konumundadır. Onun eserinin dünyasında hiçbir imkânsızlığa yer yoktur. Yazar bu evrende zıt karakterleri birbirine âşık edebilir, savaşlar çıkarabilir, tesadüflerle başlayan dostlukların temelini atabilir. Onun önünde hiçbir engelleyici faktör bulunmamaktadır. Yazar kendi gerçekliğini eserinde ortaya koyarak okurla ideal bir gelecekle uzlaşmaya çalışır. Bu yönüyle roman ve hikâye yaşanmış geçmişle yaşanılmak istene ideal geleceğin bir sentezidir. Bu sentezde herhangi bir tutarlılık da aranmaz. Sosyal bilimlerde olduğu gibi meseleler arasında mantık ilişkisi aramak gibi ya da bilimsel bilgi gibi deneylere dayanmak gibi bir endişesi ve zorunluluğu yoktur. Onun kendine özgü bir mantık süzgeci vardır. Hayattan aldığını yaratıcısının süzgeci ile süzer ve o şekilde okura sunar. Roman[hikâye], temel niteliği itibariyle ‘kurmaca’ bir özellik taşır. Bir anlamda hayattan aldığını, kendi mantığına göre kurar, kurgular. Bu bağlamda romanın, biri hayata, diğeri edebiyata açılan kapıları vardır. Roman [hikâye], bu iki değerin; hayatla edebiyatın, mutlu bir sentezinden doğar. Bu sentezde önemli görev, edebiyata düşmektedir. Çünkü ortada bir sanat hadisesi varsa, orada mutlaka estetik bir oluşum var demektir. Sanat, en genel anlamıyla hayata bir bakış, hayatı estetize ediş biçimidir. Hayat, dışımızdadır ve ölüdür; onu canlı kılan -onu, kendi mantığınca yeniden canlandıran- sanattır, edebiyattır.[8]

Hayat, estetize edilmemiş bir gerçekliktir, edebiyat ise yaratıcısının zihninde estetize edilerek okura sunulan bir gerçekliktir. Şüphesiz iki gerçeklik arasında büyük bir farklılık vardır. Bir gerçekliğin yaratımında insanın hemen hemen hiçbir katkısı yokken diğer gerçekliğin yaratımında tek fail insandır. Fail yani sanatçı, roman ve hikâyede yarattığı dünya bakımından diğer bütün edebiyat eserlerini kıskandıracak ölçüde bir özgürlük alanına sahiptir. O (romancı/hikâyeci), mürekkebi tükenene kadar yaratmaya devam edebilir. Yaratısının önünde hiçbir engel yoktur. Bu yüzden diğer yazın türlerinin yaratıcıları gözünden bakıldığında kıskanılacak bir konumda yer almaktadır.       

Roman ve hikâye sadece estetize edilmiş bir kurgu süreci değil aynı zamanda bir sahne inşa etme sürecidir. Olayı kurgu ile belirleyebiliriz ama o olayın gerçekleşeceği sahne olayın okur nezdinde gücünü artırabilir ya da azaltabilir. Örneğin Yaşar Kemal köylü-ağa çatışmasını işlediği İnce Memed  adlı kitabının arka planında Çukurova’yı etkileyici bir şekilde kullanmasa anlatısını nasıl bu kadar etkileyici kılabilirdi ki? Aynı şekilde Necati Cumalı, Ege Bölgesi’nin taşını toprağını ezbere bilir edasıyla yazdığı Zeliş romanında mekân hâkimiyetini bu denli güçlü yansıtmasaydı kurgusunu ilgi çekici kılabilir miydi? Pek tabii bu soruların cevaplarını olumlu yönde vermek zorlama bir kanaatle mümkün olur. Mekânın kurguya, kurgunun mekâna olan etkisi ve bu iki unsurun uyumu roman ve hikâyeyi var eden temel prensiplerden bir tanesidir. Üstelik bir edebiyat türü olarak roman ve hikâyenin kurgu ile mekân (sahne) özelliklerinin yanında önemli bir karakter yaratma süreci vardır. Roman kişileri sahip oldukları özellikler itibarıyla okuru esere çekebilir ya da eserden uzaklaştırabilirler. Şüphesiz bir edebî eserin başarılı karakter/tip oluşturma ölçütü okurun o karakter/tip ile bağdaşım kurabilme oranıdır. Karakterle bağdaşım kurabilme süreci hem eserin okuru kendi dünyasında dâhil etmesini sağlar hem de okurun okuma eylemiyle zenginleşmesine olanak sağlar. Umberto Eco’nun bu husus ile ilgili sözleri meseleyi açıklığa kavuşturma konusunda çarpıcı bir örnektir: Bir kişi 70 yaşına geldiğinde bir hayatı olur. Kendi hayatı. Okuyan bir kişi ise 5000 yaşında olur. Öldüğümüzde Sezar’la Rubikon’u geçtiğimizi, Napoleon’laWaterloo’da savaştığımızı, Gülliver’le yolculuk yaptığımızı, cücelerle ve devlerle karşılaştığımızı hatırlayacağız. Bu, ölümsüzlüğün küçük bir telafisidir.[9] Roman ve hikâye kişinin hayali olduğunu bilsek bile bizi kendi gerçekliğinin içine çekebilecek ölçüde başarılı olması roman ve hikâyenin insan üzerindeki gücünün bir göstergesidir. Üstelik bazı roman ve hikâyelerin etkileyici kahramanları o romanın da ötesine gidip terimsel bir anlam bile yüklenebilir. Örneğin tembellik yerine Oblomovluk[10], hayalperestlik yerine Donkişotluk[11]ifadelerini kullanmamız edebiyatın hayata olan müdahalesinin önemli bir göstergesidir. Türk edebiyatı içinden çığır açan roman kahramanlarını ele alırsak Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanının baş kahramanı Bay C., Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanının baş kahramanı Selim Işık ya da Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna kitabının baş kahramanı Raif Efendi bugün toplumda birer fenomen hâline gelmişse eğer bu edebiyatın yarattığı roman/hikâye kahramanları ile dahi kitleleri etkileyebilme gücüne sahip olduğunun önemli bir göstergesidir.

Bir edebiyat eserini yaratan estetize etme sürecini üç temel kurgu/olay, mekân, kişi) üzerine kuran roman ve hikâye tüm zorluklarına rağmen bugün bir toplumsal ihtiyaç hâline gelmişse eğer bu edebiyatın toplumlar nezdinde bir ihtiyaç olmasından kaynaklanan bir durumdur. Modern insan gerçek hayatta mutluluğu bulamıyor. Onu avutacak, realitenin acı ve hayal kırıklığından kurtaracak bir kaçış noktasına ihtiyaç duyuyor. Roman ve hikâye ise modern insana kaliteli bir kaçış yeri imkânı sunuyor. Estetize edilmiş bir dünya, tatmin edilemeyen arzuların bağdaşım kurulan roman/hikâye kahramanlarıyla tatmin edilmesi ve maddi varlığımızı götüremediğimiz yerlerin manevi varlığımızla buluşma imkânı sağlanması açısından modern insan için cazip bir fırsat olarak değerlendiriliyor. Elbette tüm bunlar edebiyatın yaratıcı/kurucu/yıkıcı gücü (güçleri) sayesinde gerçekleşiyor. Bugün, bir edebiyat eseri olarak roman ve hikâye hayattan beslenen ancak hayat üstü bir hayatı vadeden yapısıyla sonsuzluğun sihirli anahtarını elinde tutup misafirlerinin o kapıyı açması için tüm canlılığı ile varlığını sürdürüyor. Öyle görülüyor ki insan makineleşmediği sürece kendisini var eden bir fenomen olarak sanat yapma ihtiyacını karşılamakla yükümlü kalacak ve bu yükümlülüğün bir sonucu olarak roman ile hikâyesonsuz bir yaşam teminatı olarak var olmaya devam edecektir.           

NOTLAR

[1] Gönülal, Özand, “Sanatın Sınıflandırılması ve Toplumsal Çevre Üzerindeki Etkisi”, https://docplayer.biz.tr/40046603-Sanat-siniflamasi-ve-toplumsal-cevre-uzerindeki-etkisi-clasification-of-art-and-the-effect-on-social-environment-dr.html

[2]Gönülal, Özand, “Sanatın Sınıflandırılması ve Toplumsal Çevre Üzerindeki Etkisi, https://docplayer.biz.tr/40046603-Sanat-siniflamasi-ve-toplumsal-cevre-uzerindeki-etkisi-clasification-of-art-and-the-effect-on-social-environment-dr.html

[3]https://arkeofili.com/chauvet-magarasi-sanilandan-10-000-yil-daha-eski-olabilir/

[4] Naci, Fethi (2015), Yüzyılın 100 Türk Romanı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 12.Basım, İstanbul, S.4

[5] Yavuz, Hilmi, (1977), Roman Kavramı ve Türk Romanı, “Balzac’ı Marx Gibi Okumak”, Bilgi Yayınevi, 1.Basım, İstanbul, S.7

[6] Uygur, Mermi, (1984), İnsan Açısından Edebiyat, Remzi Kitabevi, “Edebiyatın Yeri”, 3. Basım, İstanbul, S.14

[7] Naci, Fethi, (2015),  Yüzyılın 100 Türk Romanı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 12. Basım, İstanbul, S.4

[8] Tekin, Mehmet, (2016), Roman Sanatı, Ötüken Yayınları, İstanbul, S.13

[9]Eco, Umberto, “Kitaplar Hayatı Uzatır, Minerva’nın Kutusu”, Espresso Dergisi

[10]Ivan Gonçarov’un Oblomov romanının baş kahramanı

[11] Cervantes’in Don Kişot romanının baş kahramanı

Kaan Eminoğlu
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)