Avukat Suat, bürosuna giren genci gördüğü an kısa süreli şaşkınlık geçirdi. Çünkü karşısındaki genç, uzun zaman önce yanına gelen ve ‘Bir Köylü Kurnazlığı’ hikâyesini anlatan adamın torunuydu. Üstelik ona da benziyordu. Onu kurtarmak için birçok duruşmasına katıldığı hâlde bu benzerliği fark edememişti nedense.

Oturması için yer gösterdi ona. Genç de gösterilen koltuğa oturdu. Fazla kalamayacağını dedesinin onun için bıraktığı zarfı vermek için geldiğini söyledi. Zarfı alan Suat gence teşekkür etti. Bir çay içimi sürede dedesinden ve de kendisinden konuştular. Sonra da kapıya kadar da eşlik etti ona.

Odasına girip masasının karşısındaki koltuklardan birine oturdu.

Zarfı heyecanla açtı.

Zarftan üç dört sayfalık bir hikâye çıktı.

Mutlu oldu, çünkü ancak geçinebilen bu insanların bir biçimde para denkleştirip göndermiş olabileceğini düşünmüştü. Derin bir nefes aldı ve koltuğa iyice gömüldü.

Bu hikâye, dedenin torunu için önerdiği bedelin kalanıydı... 

O söylemiş, torunu da yazmış olmalıydı.

Yazım hatalarına aldırmadan okumaya başladı.

 

* * *

 

Kadın kırk yaşlarındaydı.

Perişandı.

Yorgundu.

Hastaydı. Bu yüzden olduğundan daha yaşlı görünüyordu.

Şalvarın sol tarafı diz üstünden yırtılmıştı. Yırtık ayak topuğuna dek iniyordu. Kirli, üzüntülü yüzü bir maske gibiydi ve kapkara sayılabilirdi. Fakat yırtık yerden görünen teni bu maskeyle müthiş bir zıtlık oluşturuyordu. Çünkü teni apaktı.

Orası burası görünüyormuş, yorgunmuş, hastaymış hiç umurunda değildi onun…

Gökyüzünün çam ağaçlarından dolayı neredeyse hiç görülemeyen bu yalçın ve dik bayırından dağa doğru yolunu biliyormuş gibi ilerliyordu.

Bu kuş uçmaz kervan geçmez bölgede gizlenen adamların yerini önceden öğrenmişti.

Gözcüler, gelenin bir kadın olduğunu kendilerine has yöntemlerle bildirdiklerinde arkadaşlarından aldıkları karşılık beklendiği gibiydi. Yine de bu kadından kuşkulandılar.

Bunu gözleriyle birbirine söylediler.

Bu kuşku, acılı birer şiir olan yüreklerini çabucak sardı.

Yalnızca Yufkayürekli ondan kuşkulanmamıştı.

Kadının neden geldiğini, hikâyesini merak ediyordu çünkü.  

Kadın durup dinlenmeden aynı sözleri tekrarlıyordu.

Hepsinin gözlerinden gözlerini alamıyordu.

Soluk soluğa, bağıra çağıra üstelik…

“Kocamı vurdular,” diyordu, “oğlumsa inanın çok hasta, çook! Kimim, kimsem yok. Bu dünyada bir oğlum var sadece. Dedim ya hasta diye. Kasaba doktoru binliklerden konuşuyor benle. Ne varsa sizde var. Sizi iyi bilenler, tanıyanlar hâlime acıdı da... Sizin bana yardım edeceğinizi söyledi. İşte onlar sizi nasıl bulabileceğimi gösterdi de geldim ayağınıza. İçinizde baba, ata olan varsa derdimi anlar. Çaresizliğimi bilir. Telekleri yolunan bir güvercin gibi yerde süründüğümü, uçamadığımı görür… Evlat acısı bir şeye benzemez. Yavrum öldü, ölecek! Yardım edin bana, yalvarırım. İtiniz, köleniz olayım. Yemeğinizi pişiririm. Giysilerinizi dikerim, yıkarım. Ne derseniz yaparım. Ağalarım boş göndermeyin beni…”

Bu sözler içinde yuvarlanıp durdu Yufkayürekli’nin.

Kadının sözleri bir çığ gibi sarmıştı onları.

Bu çığdan da kurtulmak kadının güneş olmasıyla olanaklıydı…

Kadının konuşurken ayaklarına kapandığını, ağladığını, dövündüğünü bir türlü unutamıyordu. Bitkin düşmüştü ve bir kenarda öylece onların kararını beklemeye koyulmuştu.

O, bıraktı gezinmeyi ve durdu, gizlendikleri mağaranın biraz ötesinde. Gözlerine uçsuz bucaksızmış gibi görünen engebeli, yüksek orman denizine dikti…

Bu arada kadının sinsice bakışlarını ve bir yılana dönüşen tenini kimse görmedi. Herkesin gözü Yufkayürekli’deydi.

Bir adamına sokuldu o ve ona bir şeyler mırıldandı.

Adam ivedilikle atını istedi ve hızla ona atladı.

Dağların en çetin yerine doğru sürdü atı. Gözden kayboldu.

Hava kalleşliğin imgeli habercisiydi o vakit.

Beklediler.

Yürekleri salt sevi olan on kadar yiğittiler.

Birer çelişkinin, acının sonuçlarıydı onlar. Bir yandan umutlarının sevinçleri, diğer yandan kadının perçinleştirdiği soyut çemberin içindeydiler.

Bir burukluk, endişe ve büyük sessizlik daraltıyordu içlerini.

Akşamın koyu karanlığında döndü giden atlı.

Yakılan ateşin aydınlığında ve sıcaklığında bir çember oluşturarak oturdular. Gözcüler az öteydi. Kimse kimseye bakmıyordu. Gelen atlı arkadaşlarını ışığa sevdalı kelebeklere benzetti bir ara ve ürktü sonra. Titredi de. Ateş yüzlerini kedere ve sessizliğe boyuyordu. Ateşin içinde kendilerine sessizce gülen perişan kılıklı kadını göremediler.

Ateşten bir kadındı ve alevlerle dans ediyordu. Alevden adamların kulaklarına bir şeyler fısıldıyor ve alevden adamlar da gözlerini ondan alamıyordu.

Yufkayürekli ateşin yanından kalktı.

Atlıyı yanına çağırdı. Sessizce konuştular bir süre.

O sırada cırcır böcekleri tekdüze türkülerini söylüyordu.

Çamlar ve karanlık da onları dinliyordu.

“Yalnız gelsin diyor,” dedi Atlı, “istediğin çok paraymış güya, bugüne kadar her istediğini, dediğini yapmışmış. Bu defa sen onun dediğini yapmalıymışsın, öyle dedi… Senden başkasına güvenemezmiş de…”

Dişlerini sıktı yalnızca.

“Hava oldukça soğuk bu akşam,” dedi Yufkayürekli, “at üstünde üşümüşsündür git ısın biraz.”

Ateşe yürüdüler.

Ateşin alevlerini yutan karanlık görünmeyen kocaman bir canavar gibiydi.

“Artık uyuyalım arkadaşlar,” dedi Yufkayürekli, “yarın çok işimiz var…”

Güneş, yeni bir günü muştuluyordu.

İlk ışıkları çamların arasından dağlara kavuşmuştu bile.

Kuşlar türkülerine durmuşlardı.

Yufkayürekli atına bindi.

Diğerleri yalnızca arkasından bakmakla yetindi.

Çünkü yalnız gideceğini söylemişti onlara.

Saatlerce at koşturdu.

Atını yormadan, bir yardan düşürmeden...

Kimi kez indi atından, kimi kez dinlendirdi onu…

Gün akşama yaklaşınca ovayı gördü.

Kuytuda bekledi... Karanlık insin istedi.

Sonunda kasaba karanlığa saklandı.

Sokaklar boşaldı. İt sesleri azaldı.

İki katlı, büyük bir konağın önünde durdurdu atı.

Üç bin nüfuslu bir kasabaydı burası.

Mezarlık gibi sessizdi üstelik. Ötelerden gelen köpek sesleri bile bozamıyordu bu tuhaf sessizliği…

Önce avlu duvarına, buradan da ikinci katın balkonuna çıktı. Kapıyı sözleştikleri gibi usulca üç defa tıkladı.

Mavzeri elindeydi.

Kapı açıldı. İri yapılı, nokta bıyıklı ve ablak suratlı bir adam elinde tuttuğu lambayla belirdi kapıda.

Şaşırması onun bir oyun gibiydi.

Yufkayürekli ani bir hareketle kapıdan geçip içeri girdi.

Adam, onu birkaç yatağın serili olduğu odaya götürdü.

Bıyık altından gülüyordu.

Bu işin bu kadar kolay olacağını hiç düşünmemişti çünkü.

Yufkayürekli gözlerini yer yataklarından ayırmıyordu. Kuşkulanmıştı, fakat bunu belirtmemişti. Yatakların içindekiler çoluk çocuk olamayacak kadar iriydi. Hepsi de kafalarına yorganını çekmişti. Tuhaf biçimde soluk alıp veren de vardı.

“Parayı çıkar haydi!”

“Uzunca yoldan geldin Yufkayürekli,” dedi adam, “açsındır, yorgunsundur. Karnını doyur, istersen dinlen biraz. Kendi evinmiş gibi rahat ol…”

“Tez davran,” dedi elindeki mavzeri ensesine dayayarak. “İşim var!”

Adam, yüklükteki yatakların arasına elinin birini uzattı ve büyükçe bir çıkın çıkardı. Çıkını açtı. İçinden iki üç deste kâğıt para çıkardı. Çıkını aldığı yere koydu ve elindeki paraları ona uzattı.

Yufkayürekli mavzeri bir eliyle tuttu, diğeriyle de aldığı paraları…

Onları tam cebine koyacakken bir el lambayı söndürdü.

Ve kurşunlar yağmur gibi yağdı üstüne.

Yaralandı, fakat gelişi güzel yer yataklarına ateş ettikten sonra aralı kapıdan ara boşluğa, oradan da avluya indi hemen.

Bir köpeğin bacağına yapıştığını, canının yandığını duyumsadı. Acıyla belindeki tabancayı çıkardı ve ayağını bırakmayan köpeğe doğrultup bir el ateş etti. Köpek inleyerek devrildi.

Avlu duvarına tırmanacak bir yer aradı.

Sonunda buldu bir şey ve üstüne basarak çıktı duvara. Atını bıraktığı yere atlayacağı sırada kurşun yağmuru altında kaldı tekrar; hiçbir şey yapamadı. Bir anda avlunun içinde beliren kara kara gölgelerin silahlarından çıkan mermilerin hedefi oldu ve cansız biçimde düştü avluya.

Nokta bıyıklı adam, “Atın ulan bunun leşini atına,” dedi, “götürün çöplüğüne. Ve her noktadaki kanını da sabaha bırakmayın, silin mülkümden, toprağımdan, çulumdan! Onca yıl sırtımdan beslendi bu it ve itleri… Biriniz de bana kasaba doktorunu getirsin, çabuk! Oyunun kalan yarısını oynamanın tam zamanı şimdi, hadi yiğitlerim göreyim sizi…”        

* * *

“Beni Yufkayürekli gönderdi,” dedi cılız bir adam, “aşağıda çevirmişler yolunu. Bu parayı da kadın için gönderdi. Tez olun mermileri bitti bitecek, onu kuşatanlar da sayıca az değil hani.”

Adam, elindeki paraları kadına uzattı.

Sokulup kadına bir şey söyledi. Kimse ne dediğini duymadı, fark etmedi de, telaştan...

Yufkayürekli’nin arkadaşları atlarına binip gittiler.

Kadın ve adam da oradan koşarak uzaklaştı.

Adamlar sonunda bir ağacın altında sırtını ağaca yaslamış da oturmuş gibi gördü onu.

Atlardan indiler birlikte.

Ona yürüdüler.

Ve öldürülmüş olduğunu anladılar.

Ona ölüm veren silahların soğuk soluğunu enselerinde hissettiler.

İçlerinden biri hemen atına atladı, kadınla adamı yakalamak ümidiyle geldikleri yöne koşturdu atını, adeta uçarcasına...

Ötekiler de çıkarıp kınlarından bıçaklarını Yufkayürekli’ye bir mezar kazmaya başladılar.

Giderek yaklaşan atların nal seslerine hiç aldırmadan…

  • Lafçı Kerim/Çukurova İnsanları adlı dosyadan

Tacim Çiçek
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)