Türkiye üzerinde Paris ve Londra anlaşmazlığı / Berthe G. Gaulis
Fransız gazeteci Berthe G. Gaulis Kurtuluş Savaşı yıllarında doğru haber yazan ve İngiliz Fransız kamuoyuyla politikacılarını da doğru bilgilerle yönlendiren bir Fransız gazeteciydi. Çankaya Akşamları kitabı en az Türk Milliyetçiliği kitabı kadar önemlidir. Lawrence'le konuşmasındaki ilginç noktalar
Bu, çok eski bir hikâye: 1920'lerden başlar. Fakat bir İngiliz olayı, bir Fransız olayı gibi eskimez çabucak. Bizde öyle yenilemeler vardır ki, komşularımız bilmezler. Onlar öyle yavaş değişimler içinde yaşarlar ki, başlangıçlar ile sonlar arasına yüzyıllar girer. Böylece, iki yılın, Britanyalı dostlarımız için hiç anlamı yok ve bu hikâye, bugün için de geçerli sayılabilir. Haziran 1920'deydi. 16 Mart 1920 İngiliz darbesinin sonuçlarını gördükten sonra İstanbul'dan dönmüştüm. Orada, milli güçlerle uzun uzun görüşmüştüm. Anadolu'ya geçmek için uygun zamanı bekliyorlardı. Bu şekilde ben de meselenin esaslarını öğrenmiş bir kişiydim. O zaman ki müttefikimizin Doğu batağında nasıl bocaladığını görmüştüm. Bizler, yalnız kalmıştık, sadece ona bir sopa uzatabilme durumundaydık. Bütün delilleriyle anlıyordum ki, biz olmazsak, bu dostumuz, mahvolurdu. İstanbul dönüşümde, hükümet başkanını ziyaret etmiştim. O konuda hayli bilgi sahibi görünüyordu, fakat Alman meselesi ile uğraşıyordu, bir bakımdan da Mr. Loyd George'un katı tutumu vardı. Ayrıca, önünde, bir de öyle bir parlamento ve kamuoyu duruyordu ki bunlar Türk meselesi karşısında tamamen bilgisizdi. İngiliz - Ermeni - Yunan Propagandaları, yapacağını yapmıştı. Bunları yalanlayan da çıkmamıştı. Fransa’da, zihinlerde muğlaklık o derecede idi ki, çok basit olan, yepyeni olan gerçek anlaşılmaz hale gelmişti. Hatta aşırı sayılıyordu. Bu hızla, personel mağazasına düşmüş gibi idim. Nazik ve kırılacak eşya o zamanlar altınla tartılırdı. İttifak dokunulmaz bir doğma olmuştu. Hiç kimse, onu kurtarabilmenin en iyi çaresi, yaralı gerçeğin kızıl demiri ile dağlamak olduğunu kabul etmiyordu. Kayda değer sonuçlar vermemiş bulunan birtakım görüşmelerden sonra; politikada ve diplomaside geçerli ne varsa, içinde barındıran bir müessese de öğle yemeğinde idim. Orada, benimle görüşmek için gelecek, İngiliz sefaretine mensup iki kişiyle buluşacaktım. Derhal, derinliğine, taarruza geçtim. Öylesine belgelerle doluydum, öylesine konuşma ihtiyacım vardı ki, sözlerim su gibi akıyordu. Beni, İngiliz yüksek aydın tabakasına mensup olanlarda görülen ve kendilerince ilginç bulunan kişilerden esirgenmeyen o sağlam dikkatleriyle dinlediler. Bunları ben dinlerken, yine sevimli, nazik, anlayışlı, bilhassa hayret etmiş bir halleri vardı yahut öyle gözükebiliyorlardı. Sonra, beni sorularla çevirerek, şimdi “derin bir hayret, hatta muazzam bir infial içinde” dinlediklerini bizzat giderek Londra'da anlatmamı, ısrarla istediler. Dowining Street'deki Dışişlerine haber verilmiş olacaktı. İyi kabul göreceğimden emindim. Açıklamalarım, sorumlu makamları mutlaka etkileyecek ve esaslı değişikliklere neden olabilecekti. Suçlu ajanlar, geri çağrılacaktı. Bundan emin olabilirdim. Anlattıklarımın hepsi, onlarca bilinmez şeylerdi. Böylece, Londra'ya hareket ettim. Londra, Paris gibi, benzersiz bir sentez. Baştan aşağı ön yargılara, geleneklere bir çeşit tasavvufa, çalışmada inat etme haline varıncaya kadar Londra havasında her şey var. Birden, o nefis Haziran ışığında, bunların hepsi çıkıyor ortaya. Londra'da gök, az görülen renk tonları verir, emsalsiz pırıltılar ve kurşuni renkler. İngiliz milleti ile başındakilerin kendileri (Self Control) yani nefsi denetimleri içinde ne sakladığını bilebilmek, onları anlayabilmek için, oralara gitmek, onları tam davranış, tam savaş halinde ve özel havaları içinde görmek gerekir. Londra'da, gayet güzel dengelenmiş oyun kuralları içinde, her şey mücadeledir. Her şey iki insan arasında, iki davranış arasında ya da iki amaç, iki görüş arasında bir düellodur. Her düello, sakınmalar ve atılmalar gerektirir, her oyun, geniş bir blöf saklar içinde. Bunun farkına varmak karşı tarafa aittir, şaşırmamak, budala yerine konmamak onun bileceği iştir. | “Hiçbir meselede, sonuna kadar mücadele etmedikçe, kabul zorunluluğu yoktur. Ödünler arasında uyum bulunmazsa, onları acı kuvvetle elde etmek gerektir.”Albay Lawrence'e ait bu sözler, bütün bir doktrini özetler, Bunlar, tam formda bir genç mücadelenin sözleri olarak yoğun biçimde telkin hassası taşır. Londra'da, inanılmaz bir söz ve delil özgürlüğü içinde her şeyi konuşmak mümkün. Yalnız, görüşmenin belli verilerinden dışarı çıkmamak ve protokol kurallarını bozmamak kaydı vardır. Büyük Oxford okulu, dış politikaya birçok genç atlet verirken, onlara mantık biliminin gereklerini de öğretir. Bu insanlarda, bir kıvraklık, ani durumlarda bir güven duygusu, önsezilerinde bir gelişme vardır ki, yabancı hasım karşısında üstünlük teşkil eder ve onlar bunu, isteye isteye sömürürler. Mantık hatası yaparlarsa yollarını kaybeder, fanteziye kaçarlarsa güçlük çekerler. Londra'da, sağlam fikirli, orta derecede, alışılmış fikre kayıtsızlık gösteren büyük sayıda bir insan topluluğu vardır ama, yine orada, ilhamı olan, izlenim zenginliği taşıyan, orijinalliği bulunan, bizlerin bilmediğimiz, çarpıcı ferdiyetçilikte binlerce kişi de mevcuttur. Çok defa, her çeşit engelden, dikkat duygusundan ayrı düşmüş, sağduyuyu, doğruluğu küçük görmüş bu kişiler, gözleri kapalı olarak, sabit fikre saplanırlar. İngiltere'de, her kişi, sakındığı ya da sevdiği şeyleri şiddetle savunur ve çevre bunu iyi karşılar. Londra'da tüm aşırılıklar mevcut: İklim meselesi, bir çeşit tek düzenlik sonucu kadrolaşma, kendi içine dönüklük, çok defa abartmalı bir ciddiyet, insanları da eşyayı da kaynaklandıran o sebepsiz sıkıntı hali gibi. Her şey, o büyük gücü, fikri, ticari, sportif mücadeleye çekiyor, oralarda topluyor. Burada, bir günden öteki güne, yani her gün, tek bir düşünceyi, tek bir tavrı tekrarlamak, ona, yaşamını zevklerini neşelerini uydurmak çok tabii. Oysa aynı biçimde Paris'te yaşanmaz. Orada meşguliyetlerin dağılımı karşısında, her şeyi öğrenmek, benimsemek, her an fikirleri ya da doktrini yenilemek ihtiyacı ile yaşanır. Londra'da, hissedilmez kişiler, sizi girdapları içine çekmek konusunda acele etmektedirler. Karşı koyanları sessizce ezerler, yeni gelen kişiyi aldatarak, onu azar azar, tüm bağımsızlığından soyarlar. O, nedenini de bilmeden, kendine ayrılmış eve gidip yerleşecektir. İngiltere'de kaldığı süre içinde, şayet sizi ilgilendiren birisine hemen rastlayacak olursanız, çabuk tarafından çeşitli şeyler üstüne bilgi edinir, bir hayli zaman kazanmış olursunuz! Burada, dünya denilen gezegenin tüm yankıları, çınlayan dalgalar halinde ses verirler. Onları duyabilmek için dinlemek gerek. l Kişi, yıllarca oradan uzak kaldı mı, önceki tecrübeler hafiflemiş, her şey acayip ve yeni görünmeye başlamıştır. Her şey en inatçı köhnelik ile nispeten ilerlemiş fikirlerin karşılaşmasında görülür. Londra, yeryüzüne fark edilmez yüzlerce iple bağlar kendini: Çok özel, çok nüfuz eden, bir yabancı yadırgaması onun niteliğini kanıtlar. Hemen hemen, boşluğu bulunmayan bu düzende için için yatan bir şiddet, bazan kaba bir hayatiyet vardır. Bu, yığınları, büyük, çalışkan bir tabi oluş içinde, cereyanın kendilerini attığı yere götürür. Buna karşılık düşüncenin ve sözün en sert cüretlerinin de kabul edilebileceği yer vardır. Şayet onları yaymayı düşünmez, sadece kendi öz çevreniz içinde tutmasını bilebilirseniz. Oradaki yüce yasa, devletin binasındaki özelleştirme sisteminden ibarettir. Onu ihlâle kalkışmayın üzülürsünüz. Dışişleri, İngiltere'de çok eskidir. Orada her şey geçmişin kuvvetli damgasını taşır. İçeriye girince, tarihi yasalar, karakter çizgileri, içinde biraz şüphe bulunan, inatçı köhne adetlerden oluşmuş, o tuhaf, o anlatılmaz hava ile karşılaşılır. Bir içgüdü ile, yabancı ziyaretçi sesini hafifletir, hatta tavrını ve düşüncesini de. Ziyaretçi, o katlanılmaz bekleyişe maruz kalmayacaktır. Londra'da dakikası dakikasına iş görmek, onun sevimli yanlarından biri. Kutsal yere, sinirlerinizi, hızınızı zorlamadan girersiniz. Fakat, bu baş başa salonların, eski gravürler ile süslü gerçek İngiliz stüdyolarının sevimliliğini kim anlatabilir ki? Pencereler, ağaç ve çiçeklerle dolu büyük bahçeler üzerine açılır. Kendinizi bir aile çevresinde bulduğunuzu sanırsınız ve birden güven hissiniz doğar. Meselenin can alıcı yerine dokunursunuz. Muhatabınız, ona ne getirdiğinizi, kuşkusuz, önceden bilir, hatta karşılığında ne isteyeceğinizi de bilir ve Anglo-Sakson usulü gereğince, konuyu derinlemesine inceleme zamanını isteyecektir. Burada, hayallere dalmanız baş gösterecektir. Size gösterilen bu dikkat, her sözünüzü özenerek kaydetme karşısında hoş bir etkilenme geçirirsiniz. Ayrıca, muhatabınız, sizi meşgul eden konuyu takdir edilecek derecede bilmektedir. Bugün, sırf sizin hoşunuza gitmesi için, o konuyu, büyük aydın edasıyla ele alacak, karanlık kalmış noktalara ışık tutacaktır. Düşüncenize daha iyi sızabilmek için, çelişkili bir tartışma oluşturacaktır. Karşınızda sevimli olacak, fanteziye sapacak, siz de çok ciddi bir meseleyi bu suretle daha az ciddi bir biçimde karşılamış olacaksınız. Kişisel sempati etkeni araya girmiştir: Bazı İngilizler, bununla emsalsiz şekilde oynarlar. Tartışmanın bu noktasında, tüm gerçeği tüm açıklığı ile söyleyeceksiniz. O da bunları, hiç renk vermeden, hele hiç kızmadan dinleyecektir. Cevabı, tam nezaket kuralları içinde olacaktır. Böylece, görüşme kesinlikle kendi sınırlarını aşmayacaktır, yoksa karışır ve kararır. Londra'da devlet adamlarına Fransız kamuoyunun kendi haklarındaki hoşnutsuzluktan heyecan duyduklarını söylerseniz, size İngiltere'nin müşkülleri sergileri şöyle ki: "Müttefikler arası mücadelenin daha çok uzamayacağı, söylenebilir. Doğu bakımından evet, bizim sömürge yüksek komiserliğimizin gösterdiği katı tutun, cidden üzüntü vericidir. Hele ajanlarının gayreti büsbütün aşırı. İnanınız ki, işarette bulunduğunuz olaylar, tekrar etmeyecektir. Ama çok pratik bir sistem olan nüfuz bölgeleri meselesini çözümlemek daha doğru olmaz mı? O zaman, kimse, komşusunun işine karışmaz.” Bunlar, Albay Lawrence'in sözlerinden daha az vurgulu olmakla birlikte aşağı yukarı aynı kelimeler. "Türkleri siz alın Arapları bize bırakın!” Sanki Türkler ile Araplar, alınır ya da bırakılır nesnelermiş gibi. Fransız politikasına karşı üstü örtülü hücum, yaralayacak noktalara yaklaşıyordu: "Siz, bize hiçbir zaman, işleriniz üzerinde açık ve temam bilgi vermiyorsunuz. Hükümetiniz şikâyet eder ama, hiç sonuç getirmez, sonuç hakkında herhangi bir hüküm vermez. Aslında ne ister? Biz tehlikelerin tehdidi altında aktif bir politika izleme zorundayız ve bekleyemeyiz. Yani zorunlu haller, ani hamleleri gerektirir, o zaman sizler 'Yaramaz Albion'u' yani yaramaz İngiliz'i suçlarsınız. Bizler, Fransa için hiçbir zaman bir nitelik belirtmedik. Bunu kabul etmeniz gerek. Bakın, bizim basın, sizin hücumlarınıza cevap vermemek için nasıl ölçülüdür, bizleri ayıran zorlukları, basın nasıl bir ölçü ile değerlendiriyor. Doğuda, İngiltere ile Fransa arasındaki durum fecidir; Bütün dünya barışı Doğu düzenlemesine bağlı.” Asya karışıklıkları üzerinde, en geniş, en doğru görüşler belirtilmişti: "Biz, anlamak konusunda biraz yavaş davranmışızdır, fakat, gerçekten, anladık. Buna göre belirleyeceğiniz davranışımızı, sizin tarafta, daha süratli bir anlayış oldu, ama, hareketleriniz keşiflerinizle bağdaşıyor mu? Hiç zannetmem.” Bu zarif ve açık söz altında iki formül yer alıyordu: Bizimki, parlaktı, süratliydi, ama yarı yolda durmuştu, karar davranışı önünde tereddütlü; onlarınki, daha yavaş, daha sakınır halde, lehdekini aleyhtekini uzun uzun tartarak fakat olumlu gerçekleşmelerin şiddetli sopasına hazır durumda. Ayrıca uzakta bu küçüklü büyüklü maceracılara, usta sahne koyucularına, tam zamanında patlayan mayın koymasını bilenlere ve nihayet, bana bu cevapları veren gibi sevimli, nazik, inkâr ederken incelik gösteren, enerji ile destekleyen kişilere sahip. Büyük savaşta su üstüne çıkmış, Batı’nın bu iki büyük gücü ayrılacak mıydı, yoksa birleşecek mi idi? Paris her türlü ümit ihtiyacına rağmen hiç de ümitsizleşmiyor, Londra ise, bocalamakla, tereddütlerle vakit kaybetmekten vazgeçme yoluna asla gitmiyordu. Londra, sağlık verici çareler üstüne tartışmaya razıydı: Geniş bir Müslüman politikası, fetih politikasına son, yakında askeri boşaltmalar, ki, bütün bunlar, şartlara uydurulacak yerli bir siyaset ile yapılacaktı. Sevimli konuşmacı, gerçek bir İngiliz-Fransız anlaşmasında yarar görüyordu. Bu, Doğuda, barış üstüne tek ümit olabilirdi. Böyle bir anlaşma, uçtakilerin sertleşmelerini önler, kadrolaşmış insanları kendine çeker, onları lekelemeksizin destekler ne İngiliz sever ne Fransız sever, tarafsız bir işlek iktisadi politika güder, kısaca, istihbaratı azaltıp fiili işe da yalı, mahalli çekişmelerden çok gerçekleştirici bir politik sahibi olur. Böylesi, şimdiye dek İzlenenin tam tersine, ideal bir çözüm değil miydi? "Birleşik çalışma ihtiyacı var; herkes için yer mevcut ne yazık ki, ortak çalışmaktan çok, mücadeleye yakın kadroları bazı fikirler etrafında birleştirmek güç oluyor.” diyordu muhatabım. Sanki, Eskişehir'de ve Konya'da dilediklerimi, şimdi burada duyuyordum. Birkaç hafta önce bir Türk cephesinde, bir Türk şefinin, her yandan kendini İngiliz güçlerinin sıkıştırdığı, onun da yurdunu kurtarma yolunda adım adım savaştığı bir anda söylediklerini, şimdi İngiltere'nin bu seçkin yuvasında duymak kadar acayip bir şey olamazdı. O zamanlar, onarıcı davranışta bulunmak kolay sayılırdı, ama o zamandan beri, zalim adaletsizliğin yaptıkları pek çoğalmıştı. (Sürecek) Çankaya Akşamları III. Yeni Gün Basın Ajansı yayınları, Ocak 200, s. 9-77 HAZİRAN 1920 - LONDRA
İNGİLTERE FRANSA ANLAŞMAZLIĞI
Berthe G. Gaulis
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR