Savaşların karanlığı / Haydar Uzunyayla
Soğuk bir kış akşamı evimin mutfağında, parlak ahşaptan yemek masasının başında oturuyordum. Menüde haşlanmış tavuk göğsü ve mevsim otlarından salata vardı. Yemeğimi henüz bitirmemiştim… Tam bu anda duvardaki geniş ekranlı televizyondan bir sunucu belirdi. “Rusya güçleri buğday ve ayçiçeklerinin ülkesi Ukrayna’ya girmeye başladılar. Üç koldan devam ediyor saldırı…” Kaşığımı tabağa bıraktım, geriye yaslandım ve kendime sordum: -Bunun anlamı nedir? Neden? Amaç ne? Sunucu sözlerine devamla işgalci gücün, işgal gerekçelerini sıraladı. Uluslar arası hukuktan kaynaklanan müdahale, beka sorunu, yurttaş soydaş, insani yardım, güvenli, vs. peş peşe gerekçeler sıraladı. Ne iyi değil mi? Bütün büyük güçlerin (ABD vs. gibi) gerekçeleri birbirlerine nasıl da benzeşiyorlar… Dağıt, çökert, öldür, talan ve yağmada bulun, sonra da uluslararası hukuk, demokrasi ve barış deyiver… Böl, parçala, ilhak et ve ardından ancak aptalların inanacağı uydurulmuş kavramlarla ötekini, berikini uyut. Bilinçlerini, dünya görüşlerini kendi üniversitelerinde ya da kiliselerinde, medreselerinde, sinagoglarında, derin karanlık dehlizlerde oluşturuyorlar ve pompalıyorlar bize. Sonra bürokratik, teokratik, şovenist ırkçı ulus yaklaşımlarıyla açlık, sefalet, savaş oluşturuyorlar. Egemenlerin ve açgözlülerin genel stratejisidir bu. Dışarısı soğuktu, karanlık koyulaşıyordu ve hafif hafif kar yağıyordu. Tabağı da yemeği de bıraktım. Koyu renk ceketimin içinde sessizce, öfkeli ama çaresiz ifadeyle somurtmaya başladım. Binlerce yıldır savaşların tozlarıyla örselenenleri düşündüm. Açgözlüler insanlığı bir kenara bırakmışlardı gerçekten… Savaş onların yayılma odağıydı ve bütün dikkatlerini bu ilgi alanı üzerinde topluyorlardı. Bu nasıl doymazlıktı? Doğa, insan, börtü böcek, hayvan, tahribat ve çöküntü umurlarında değildi. Dediğim gibi hava soğuyordu ve ben de üşümeye başlıyordum. Evi yeteri kadar ısıtamıyordum, çünkü bu harcama kalemine ayırabileceğim olanaklarım sınırlıydı. Aslında ev küçüktü, topu topu yüz metrekare veya birazcık üstüydü ama yine de soğuktu… Kasvetli bir akşamdı. Ocakta kaynayan çay suyundan çıkan buhar camlarda baştanbaşa buğu oluşturmuştu. Ama mutfaktan çıkmak içimden gelmiyordu. O anda ilgimi kamçılayan şey savaş haberi duymak değildi; uzun bir geçmişi olan talan, yağma ve haydutluk geleneğinin yüzyılımızda da içeriğinden bir şey kaybetmeden devam etmesiydi. Düşünmemi sürdürüyordum. Hafızamda kalan ve bilinen bütün savaşlar nedenleriyle birlikte bir bir aklımdan geçti. İlkel kabileler, avcılar, toplayıcılar, Akdeniz, okyanus kıyıları, Hitit, Mısır, Roma, Sümer, Truva ve her biri tarihe kıyım ve zorbalıklarıyla geçen yüzlerce isim birer birer geçti aklımdan. Ve hiçbiri haklı değildi… Hiçbiri adil, eşit, adalet üzerine oluşumlar değildi. Açgözlülük, talan, yağma… Savaşların tarihine bakarsanız gerçekten devasa hırsızlıklar görürsünüz. Savaşlarda her zaman iki cephe vardır. Genel kabul görmüş görüşlere göre bumlardan biri haksız, diğeri haklı olurmuş… Ama şimdi tam da yeri gelmişken söylememe izin veriniz ki hiçbir savaşın haklı tarafı yoktur. Savaşlar genel olarak iki tarafın egemenlik alanı oluşturma kavgasıdır. İki karanlık gücün çarpışma alanı içinde aptallar taraf olur ve sürekli kıyımla devam eder. (Bu arada gerçek insanlık ise hırslı güçlerin arasında sallanıp durur). Başıboş dolanan ayak takımı karanlık uçlardan birinin kuyusuna düşer ve itmeyle oradan oraya sürüklenir. İnsanlığın geniş çaplı yıkımlara yol açan ilk buluşu savaştır. Zaten tarihçiler de insanlık tarihini kronolojik indekse tabi tutarken, buğday ve ıspanak veya sarı ineğin sütünden önce savaşı ve savaşa neden olan haydutları anlatmakla başlarlar. Bu gerçeğin gökten inme ya da uydurma olmadığını da hemen eklemeliyim. Çünkü hiçbir tarihçi öncelikle sistematik şekilde buğday ya da arpanın ortaya çıkma ve insanlığı doyurma serüvenini tam olarak aramamıştır. Savaşlar geride döküntüler bırakır. Yokluk, yoksulluk, ceset, toz, kum ve her şey… Savaş arabalarını yöneten tanrılar, görünmez oklarını bin bir hile ve entrikayla fırlatan apollonlar tümüyle gözyaşı ve kan bıraktılar ve zerre pişmanlık duymadılar… Vietnam, Kore, Çin hindi, Ortadoğu, kısacası doğu batı, kuzey güney herhangi bir yerde başlatılan savaşlardan birkaçını gözlerimizin önüne getirelim. Sözgelimi Fırat nehrinin kıyısında kurulu şehrin ya da ayçiçeklerin ülkesine veya dağlardan birine veya çekik gözlülerin üzerine, daha alacakaranlıkken ateş topları düşmeye başlıyor. .. Sonra birkaç dakika içinde peş peşe mantar şeklinde bulutlar yükseliyor. Şok dalgaları yerde, havada ne var ne yoksa oraya buraya fırlatıyor… Söz konusu yerlerde canlıların varlığı ateş toplarını ilgilendirmiyor. Çocuklar yaşlılar, kimi kimsesi olmayanlar… Göçüp giden kuşlar, toprakta kavrulan karıncalar kimin umurunda… Ve evinin balkonunda günün aydınlanmasını bekleyen adam, birden parlak bir ateşle gelen dalga ile aşağı doğru, zemine çakılıyor. Yere düştüğünde zaten ölmüştü. Kesilmeyen ateş topları ağaçları yok ediyor, duvarları, camları, çanak çömleği toz duman ediyor. Bir başka yerde, başka bir coğrafyada ise gökyüzü o kadar aydınlanıyor ki bir anda yüz binlerce canlı ölüyor. Öyle şiddetli bir gürültü yayılıyor ki uykusunun en derin saatindeki çocuk, “Bu korkunç şey ne baba?” diye uyanarak koşmaya başlıyor. Mezar kazıcılar bile dehşet içindeler… Okul sıralarında bize savaşlar üzerine bir dizi bilgi verilirken, belirlenmiş amaç ve hedefler üzerinden iç içe geçmiş kahramanlık ve fedakarlıklar resmedilir. Şarapnel parçaları, kurşunları arasında savaşın gerekli olduğu pompalanır. Kısacası savaş kutsanır… Her savaş bir şeydir ve arada iyi tarafı da kötü tarafı da vardır diye öğretilir. Bu demektir ki bize yarar veren savaş iyi, zarar veren kötüdür. Sen ölünce iyi, ben ölünce kötü… Ama herkes bilmelidir ki savaş insanın atık maddesidir. Onun yapısında lağım suyu bulunur. Eğer temiz olsaydı inanın ki ona iyi kötü diye bir rol biçilmezdi. Savaşların öyküleri de değişik ve oldukça fazladır. Bir kere savaşmaya karar verdiyseniz, akıl almaz gerekçeler sunmakta üzerinize bulunmaz. Hile, entrika, beka, demokrasi, özgürlük ve hak, toprak, kaynak, ulus, dil, din gibi aklımıza gelemeyecek kadar bir silsile… Ve savaş başladı mı merkezine vahşet, zalimlik, yoğun duygusuzluğu oturtur. Duygusuzluk ise peşinden vahşetin çağrısını ateşler ve göz kararır. Herkes herkesi düşman sayar; böylece kıyımlar başlar. Önümüzdeki yüzyıllarda savaşların hangi şekilde ya da ne zaman, kaç yılda, kaç günde bir olacağını öngörmek zor. Ama görebildiğimiz kadarıyla sahip olduğumuz bilinç, yargı, davranış ve yaşam formumuz yenilenmediği sürece devam edecekler ve her savaşın oluşumunda denize düşen insanlık olacak. Haydar UzunyaylaBİNLERCE YILDIR SAVAŞ
BİR SAVAŞ HABERİ DUYMAK
SAVAŞTA ANCAK APTALLAR TARAF OLUR
İNSANLIĞIN İLK YIKIM BULUŞU: SAVAŞ
SAVAŞLAR ÖLÜM BIRAKIR
SAVAŞ İNSANIN ATIK MADDESİDİR
SAVAŞ ÖYKÜLERİ
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR