Son Dakika



Bulvar boyunca isteksizce vitrinlerine bakarak yürüyorum. Her zaman uğradığım mağazaya yakın bir yerde olduğumu fark edince önceden beğendiğim gömleği denemek istiyorum ama sıraya girmem gerektiği için canım sıkılıyor. Beğenmenin en sıkıcı tarafı da bu oluyor, alışveriş keyfim olmadığı için de gömleği olduğu yere bırakıyor ve de mağazadan çıkıyorum. Bulvar üzerindeki Tuna Caddesi’ne giriyorum. Planladığım bir şey olduğundan değil elbette, niyetim sadece yoğun başladığım bir sabahın sonrasını biraz daha sakin, biraz daha huzurlu kılabilmekti. Ancak her zamankinden daha fazla insan kalabalığının olması beni şaşırtıyor. Neden şaşırıyorsam, burası sosyal hayatın mütevazı başkentiydi.  Ve elbette normaldi bu kalabalık.

Ama yinede nedenini anlamaya çalışıyorum. Olası bir basın açıklamasına bağlıyorum durumu, bağlamak yetmeyince de merakıma daha fazla dayanamayıp sokağın ortasına doğru gidiyor, daha dikkatli bakınca Sakarya Caddesi’ni ve de Tuna Caddesi’ni kesen çiçekçiler sokağının ilerisindeki bulvarı, devamındaki sokağı, polisleri ve sanki gerdana dizilmiş inci gibi duran panzerleri görüyorum. Bu benzetmenin sıcaklığı sizi şaşırtmasın ruhu inciten, sürekli denetleniyormuşuz izlenimini veren detayı, daha estetik nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Sakarya Caddesi’nde bir ada gibi duran çiçekçiler, bu adaya balkon gibi uzanan kafeler, pideciler, işportacılar, simitçiler… Bir dünya yaratmış olmasaydı kırılmış bu ruh haliyle daha kötü hissedebilirdim kendimi.

Ama olmuyor içim, içim kaçmaya çalıştığı bir yağmura yakalanıyor yeniden. En olmadık halini bastırır gibi gizliyorum içimin huzursuzluğunu, gölge düşsün istemiyorum çiçeklerin sokağa taşan renk ahenk gülümseyişlerine. Sokağın ortasından geri dönüyor ve İş Bankası’na varmadan, soldaki pastanenin boş masalarından birine oturuveriyorum. Derin nefes alıyor ve sakinleşmeye çalışıyorum. Sonra Mithat Paşa’yı kesen Tuna Caddesi boyunca bir yürüse miydim - kalksam mı, otursam mı bilemediğim bir- kararsızlığı yaşıyorum. Garson geliyor ve ben oracıkta kalıveriyorum, iyi de oluyor.

-Çay lütfen diyorum. Garson yüzümde bir tanıdığını görmüş gibi kalıyor.

-Abla çay yeni demlendi ben size bir Türk Kahvesi getireyim mi, diyor.

Diyor da, ben pek kahve sevmem dememe izin vermeden ortadan kayboluyor. Hay Allah gençlik bu olsa gerek diyorum elbette. Ve de gülümsüyorum. Komik bir tarafı da var çünkü bu çocuğun. Burnundaki kemer izi, gözlerinin küçüklüğü, ince dudakları usta bir mizaçını elinden çıkmış gibi duruyordu. Lise öğrencisi olmalıydı. Ama pastanede çalışıyordu. Belinde bordo önlüğü, nemli elleri ile beş dakika sonra orta şekerli kahve ile yanımda beliriyor ve ona ait düşüncelerimden de sıyrılıyorum.

-Kusura bakma abla nasıl içeceğini sormadım, ya aslında sorarım normalde ama bugün… le başlayan cümlesini yarım bırakıp içeri geçiyor. Patron yapılması gereken işleri olduğu için onu çağırıyor.

-Mesut, Mesut mutfağa in, ablan çağırıyor, diyor, abla dediği birlikte çalıştığı kadınlardan biri olmalıydı. Abla’nın insanlar arasında uzaklık ve de yakınlık ilişkisini çok iyi belirlediğini fark ediyorum.

Abla!

Kahvemi, yavaş yavaş içerken benden daha fazla birikmiş sıkıntıları ile bir hanım oturuyor yan masaya. Oturur oturmaz da cebinden çıkardığı paketinden sigarasını alıp yakıyor ve derin bir nefes çekiyor. Ağzındaki yoğun dumanı anlına doğru üfleyerek yeni bir nefes daha çekiyor. Duman, beyazlamış kirli saçlarından yukarıya yükseliyor, Hanım, saçlarını parmakları ile tarayarak bir anlamda dumanı dağıtmak için neden buluyor kendine. Ama ellerini bir aparat gibi kullanması çok ilginç geliyor bana. Çatlamış ve de kurumuş elleri kendine değil de başka bir şeye dokunuyordu sanki! Sağına soluna bakındı. Çay söylemek istiyordu belli ki. Kimseyi göremeyince de pastanenin kapısına kadar gidip patrona “bana koyu bir çay” dedi.

Koyu bir çay, sigaranın katranı gibi; keder yüklü, yoksulluk yüklü, öfke yüklü…

Yaklaşık on dakika önce ortadan kaybolan Mesut bir çayla hanımın yanına geri dönüyor, geçerken de bana uğramayı unutmuyor

-Abla çayını şimdi ister misin, diyor.

Bu soruyu, İsterim ama benim çayım biraz açık olabilirse sevinirim diye yanıtlıyorum. Boş kahve fincanını alıp giderken içtenlikli bir gülümsemeyle “olur, olur abla” diyor. Yan masada oturan hanım bilmem kaçıncı sigarasını yakmak üzereyken çocuğa “bırak fincanı kapatsın, gelirken bir tane daha çay kap gel, bu kesmedi” diyor. Fincan yeniden masama geliyor, kapat abla iyi bakar diyor Mesut. Anlıyorum ki hanım buraların yabancısı değil. Aslında yabancı olan benim. Fincanı bu istek üzerine kapatıyorum. Az sonra ikimizin çayları da masamıza konuluyor. Hanım bir çay bir sigara daha içtikten sonra, “bakayım mı” diyor.

-Buyurun yanıma gelin diyorum. Masama kadar geliyor, ona ne içmek istediğini soruyorum, çay diyor.

Belli ki zor bir gün diyorum içimden. Çayı içmiyor boşaltıyor içine sanki. Demliği masaya getirtme fikri oluşuyor bende. İstesem mi acaba, ayıp mı olur. Olmaz be! Ne olsun. Hem içmeyi de seviyor… Ben de içtiğim dönemlerden biliyorum, sigara da çaysız gitmez ki şimdi. Ama içme ötesi bu hanımın sigara ve çayla olan ilişkisi. Ah üzülüyorum da ama bir şey var hanımı diğer içicilerden ayıran. Bir inanç, bir tutku sanki. Bir bağlılık! Her ikisi de olmasa hayat anlamsızlaşacak, o eksik kalacak. Gözlerinin derinliğinde gördüğüm kederin tam ortasında olduğu. Çaresizliğin derbeder bıraktığı, savurduğu ama hacıyatmaz gibi yeniden uyanan insanlardan o. Vurdumduymazlık demek mümkün mü bilmiyorum. Onun ellerini kullanışına, sigarayı tutuşuna baktıkça yaşadıklarını görüp geçmesinin daha iyi olacağına inanıyorum. Titreyen ellerini dudaklarından uzaklaştırıp fincanı tutmak istiyor. Ama… Sessiz ve de uzun söylenmiş bir küfür masayı silerek geçip gidiyor. İşte bu, bu doğallıktı ona yakışan, küfürbaz oluşu. Aslında pek çok küfürbaz kadın tanımıştım çocukluğumda. Mayide nene vardı mesela, en ala erkek söylencesinden çıkmış küfürleri savururdu ki, şaşılacak gibiydi. Hanife nene ve de Fadime teyze. Üçü de kendilerine münhasır yaşam biçimleriyle bir yer edinmişlerdi toplumda. Bu hanımda da o üç kadının özelliği yatıyordu. Erkek gibiydi ama o kadınsal biçimlenme, o yatkınlık da ön plandaydı.

Yüzüme bakıyor, af edersiniz ben Gül diyorum. O da.

“Menekşe” diyor. Dalga geçtiğini sanıyorum ilk anda ama sonra,  “asıl adım Leyla ama piyasa da Menekşe derler” diyor. İki isim de güzel.  Biri geceden alıyor adını diğeri kalbinden, yaprakları kalp şeklindedir çünkü menekşenin. Uzundur ve de geniş. Bundan mıdır hayatı kucaklaması, zifiri bir yere yatırması. Sanırım bundandır.

Falın diye başlıyor cümlesine… Ne kadar şanslısınız diyor. Beklediklerin var. Sen kalem kâğıt tutuyorsun. Kafanda düşündüğün şeyler var ama vakit yaratman lazım diyor, çok da hak ettiğim yerde değilmişim, senin kalbin insana yakın, iyi insanları seçiyorsun diyor ve dostların üzmüş seni diyor… Öyle güzel söylüyor ki, öyle güzel anlatıyor ki, dalıp gidiyorum…

“Çok güzel de bir kadınsın, hiç anlamıyorum hüzün neden bir papatya gibi açılmış yüzünde” diyor. Ne hoş. Papatya gibi açılan hüzün. Bu sözler üzerine papatyadan akan saflığın hüznü işaret edip etmediğini düşünüyorum. Belki de hüzne peşrev buradan geçiyordur.

Mesut’a sesleniyorum, Mesut duyuyor beni, buyur abla diyor. Demliği ve de yanında da kahvaltılık bir şeyler getir diyorum. Demlik ve de yanında yiyeceklerle dönüyor Mesut.

M. Leyla’nın yüzü ay gibi aydınlanıyor “ya kalbim imi okudun sen nedir. Öyle de açtım ki, sabahtan beri sigara çay, sigara çay midem delinecek diye de korkuyom ama alışmışız be anam ne yapacan. Beni anlamaya çalışıyon sanırım. Aman be ne edecen tanıyıp da. Allahın sokağa saldığı kullardanım. Görüyon ya, sürdüğüm hiç bir şey bana ait durmuyor, bana ait olan sadece kalbim. Ona da kimsenin aldırdığı yok. Biliyon mu bir gece yarısı doğmuşum. Doğuran ebe koymuş adımı. Amcamın karısı anlatmıştı. Annemi onu tanıyamayacak kadar küçükken kaybetmişim. Hiç hatırlamıyorum. Veremden gitmiş. Babam ikinci kez evlenmiş, kadında sevmemiş beni. Amcamın yanında besleme gibi büyüyorum. Genç kız olmaya başlayınca da sersemin tekine vereceklerken sevdiğim adama kaçtım. O da uzun yıllar arkadaşlarıyla kullandı beni. Eeee baktım sermayeyi bu adam yiyor. İkinci kez evden kaçtım. O gün bu gün aha bu sokakların dilini çözmeye çalışıyorum” diyor.

Bu kadar kısa ve de bu kadar dokunaklı. Sessizce onu dinliyorum. Bir kardeşi olup olmadığını soruyorum. Yok yok, bu hayatta yalnız bir ağaç gibiyim. Tenhada yetişen ağaçlar vardır, inanamazsınız nasıl yetiştiğine. Marifet toprağındadır aslında. Benim de öyle cesur bir yanım var sanırım. Gül abla çok sağol, çok yıllar oldu böyle bir sofrada insan gibi oturmayalı…

Ah ne diyeceğimi bilemiyorum. İçimden taşmakta olan bir pınara dayamışım sanki gözlerimi.  İmkânsız rahatlamalıyım. İzin isteyip içeri tuvalete gidiyorum. Ağladıkça açılıyorum. Ağladıkça Leyla’nın bir parçası oluyorum… Leyla gecede kokulu menekşe.

Kendime çeki düzen verip masaya dönüyorum. Mutlu ve de keyifli bir yüzü görmek sabahki huzursuzluğumu alıp götürüyor. Bir saat kadar orada oturup söyleşiyoruz. İleriden sesler geliyor. Bir bağrış bir çağrış. Leyla “ yukardan gelirken zaten zor geçtim kalabalıktan. Bu gün bu kadın kılığına giren erkeklerin ve de birbirlerini seven oğlanların yürüyüşü varmış. Her yer o nedenle polislerle dolu. Anam ne olacaksa bırakın yürüsünler de mi. Bir anlatsınlar dertleri neymiş de mi. Bu büyükleri de anlamıyorum, her yürüyüşe niye asker polis dikerler ki? Geçenlerde arkadaşım söyledi, bu yürüyen arkadaşlar bizler gibi değilmiş, hayatları daha tehlike altındaymış. Esrar çekmeden de birlikte olmazlarmış ar ederlermiş. Dur ne dediydi, ha seks işçisi miymiş neymiş. Gül bacım bu işçilik nedir ki? Diyor.

Ona ne demek olduğunu anlatıyorum. Onlar işçiyse peki biz neyiz diyor ardından. Donup kalıyorum ne demeliyim şimdi. Aslında evet sen de öylesin, aaaaaaa hayır sen öyle değilsin mi demeliyim. Bir şey demek istemiyorum. Kahvaltıya devam ediyoruz. Bulvar üzerinden sesler yükselmeye devam ediyor. Megafondan bağırıyor bir arkadaş “gecenin bir vakti sigortasız, canımız burnumuzda neden çalıştırılıyoruz. Neden polisi de, sivili de bizi ötekileştiriyor, neden insani muamelelerden uzak tecritteymişiz gibi yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Neden mezun olduğumuz dalların mesleğini yapamıyoruz. Arkadaşlar örgütlü olmaya çağırıyorum sizi. Birlikte olduğumuz sürece güçleneceğiz…”

Leyla kahvaltısına ara verip gözlerimde bir an kalıyor ve senin derdin ne, niye bana bu iyiliği yaptın ki şimdi diyor. Beklediğim bir soru olmadığı için afallıyorum. Neden bir derdim mi olmalı, ne güzel birlikte yiyoruz. Neden garipsedin ki durumu diyorum.

-Aman ne bileyim kimse kimseye bu zamanda yapmaz da böyle şeyler, ondan şey ettim” diyor. Anlıyor sadece onunla sohbet etmek istediğimi. Bir karşılık beklemediğimi. Onun da benim nazarımda bir yeri olduğunu anlıyor.

-Ne tuhaf kadınsın sen, diyor. Sadece bu kadar mı diye takılıyorum. Gözleri ondan daha fazlasını söylüyor elbette. Mesut’a sesleniyor. Cebinde ki belki de son parasını verip sigara aldırıyor.

- Ben kalkmayayım, muhabbetin büyüsü bozulmasın diye de hafifçe gülümseyerek sırtını okşuyor çocuğun. Mesut kanatlanmış bir kuş gibi uçarak karşıdaki büfeye gidiyor. Paranın üstüyle ve de sigarayla dönüyor.

-Abla bir sigaranı alırım ama” diyor kırparak gözlerini. M. Leyla, küfürü yediydin ama Gül bacıma şükret sen. Al sigaranı da yollan canım, diyor, “yollanıyor” Mesut.

-Bu çocuk çok garibandır' la başlayan cümlesini kuruyor Leyla. Bir ona bir de bana çok yakışıyor yalnızlık, kimse bilmez de Mesut’u ben uzun yıllardır tanırım, çakalların arasında büyüdü ama has oğlandır. Babasına benzer. İyi, bir adamdı babası. Kimseden çalmamıştır, kimsenin hakkını yememiştir, haklının, hakkın yanında olmuştur. Öyle namusluydu. Bir zamanlar birlikte çalıştıydık da oradan bilirim, diyor.

Yalnızlığa yeni bir isim veriyor. Yalnızlığın adı Leyla.  Kekre tadında… Mesut’a da yakışıyor bu bıçkınlık. Gizlilik, harbilik. Bellik ki babasının oğlu olacak, Leyla öyle diyor. O diyorsa bir anlamı vardır diye düşünüyorum. Leyla kahvaltısını bitiriyor sonra. Hesapları ödüyorum. Mesut’la vedalaşıyorum, kalkıyoruz. Yürüyoruz. Oturduğumuz masaların hemen çaprazındaki büyük marketin önünden geçerken beklemesini istiyorum, bir kutu sigarayla yanına dönüyorum. Ellerime sarılıyor, öpmek için değil, şefkatle okşamak için. Omzuma bastırıyorum başını. Al bu kartı, adres orada yine gel diyorum.

Megafondan sesler yükselmeye devam ediyor.

-Arkadaşlar dağılmayın, kenetlenin” arkasından iki- üç travesti yanımızdan kaçarak uzaklaşıyorlar. İki genç de kalktığımız masaya usulca yerleşiveriyor. İki dost gibi… İki…

Sesini duyuyorum Mesut’un. Çay getireyim mi size, ne içersiniz?

Aydanur Saraç

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)