Ben/cil metinler 3 / Tacim Çiçek
geçmişte yalnız sevdiklerimizi aklımızdan düşlüyoruz. oysa tüm yaşadıklarımız bizimdir. r. m. rilke 1 Verdiğim çok yönlü savaşa karşın örümceklerin ağlarına takılarak yenilgiyi kabul etmek zorunda kalışım sebebiyle herhangi bir değişiklik yok yaşantımda göründüğü kadarıyla da bir süre daha olmayacak bundan beni istediği gibi yakacak, boşluğu yaşamak… Yalnızdım. Kendime yolculuğa hazırdım. Apansız bir gölgenin üstüme abandığını gördüm. Ne yapacağımı bilemedim. Bekledim. Alıcı kuşları tepesinde fark eden keklikler gibi. Sonunda gölge uzaklaştı. Gölgeden sonraki Güneş daha bir güleçti sanki. Kendime geldim. Baktım. Beni korkutan bir buluttu. Gözlerimi buluttan ayıramadım. Kar gibiydi. Yılları ardına almış, görmüş geçirmiş sevimli bir ihtiyardı sanki. Pamuk ellerini uzattı. Sımsıcaktı. İçtendi. Beni, bir bebekmişim gibi kucakladı. Göğsüne bastı. Yüreğinin sesini duydum. Annemin kulaklarımda kalan ninnilerindeki sesi giydi onun sesi. O da yalnızdı. Ama içinde çoktu. Bir nardı sanki. Kendisiyle barışıktı. Mutluydu. Gökyüzü, sonsuz ve berrak bir mavilikti. Bulut beni sırtına almış, bu mavilikte bir balık gibi ilerliyordu. Gözlerimi renk boyutundan alamıyordum. Beni kuşatan sayısız ipin dayanıksız olduğunu görebiliyordum. Yanılgılarımı anlıyor, giderek kendime yöneltiyordum sözel oklarımı. Beni taşıyan bulut gibi nice bulut vardı mavilikte. Her bulutun üzerinde benim gibi insanlar… O insanların bana benzediklerine şaşırmadım hiç. Usulca geçerken birbirimizi selâmladık. Bulutla konuşuyordum bir yandan da. Sessiz bir hesaplaşmaydı onunla konuşmam. Yüreğimi acıyla tutuşturan ayrılıkları, acıları unutmuştum. Bulut: ‘İçini dök bana, hazırım,’ dedi. Ağzını bıçak açmayan sanki ben değilmişim gibi, kısa sürede konuşmaya büyülenmiştim adeta. Derin uykudan uyanan ‘prenses’ gibi olmuştum. Durmadan bir şeyler anlatıyordum. Yüreğimi acıyla tutuşturan ayrılıkları, acıları, karşılıksız sevdamı, tutkularımı, oluklaşan dudaklarımdan döktüm sözcük sözcük, dize dize, tümce tümce. Nakışladım beklentilerimi buluta. Oysa ne dudaklarım oluklaşsın, ne de yüreğimdekiler bir başkasına ulaşsın istiyordum. Kendimi bir türlü susturamıyordum. Sarı sıcak acılarım bir bir kurtuldu içimden. Bir yalnızlık hikâyesiydi şimdi bulutun dilinde evirip çevirdiği… Aklımda da sadece bunlar başkalarına söyleyecek miydi acaba sorusu? Sonunda bulut durdu. ‘Sanırım yaşayan umutların kaldı içinde.’ dedi. ‘Ama yaşayan umutlarını kuşatanlar daha çok, farkında mısın? Ben alabildiklerimi aldım. Oluklaşan dudaklarına sahip ol ve sustur yüreğinin ötücü kuşlarını. Birazdan birlikte düşeceğiz içinde yaşadığın boşluğa. Çaresizim. Seni buzlara indireceğim. Yoluma yalnız devam etmek zorundayım. Bana verdiklerini tez zamanda yağmurlaştıracağım.’ Ötücü kuşlarım sustu. Bulut, buzlara doğru sokuldu. İnmemi istedi. İndim. Gülümseyerek yükseldi. Gönül verdiğim güzeller öyle kolayca bağlanmayıp, çözüme zorluyorlar beni. Gözlerim koca bir sal gibi buzdan korkuyordu. Buz, su renginde usul usul ilerliyordu. O beni yaşayan umutlarıma götürüyordu. Yaşayan umutlarımı korkutanların bir kısmını da buza vermek istedim. Buzla sessizce konuşmak istedim, bekledim. Birbirine karışmış ayak izlerimin karları, biliyorum. Kol kola girmiş inciler karşımda. Beyaz mendil büyütüyor yollar ve yıllar. Benzerlerimi görüyorum benimki gibi buzdan sallarda. Beyaz mendiller sallıyorlar bana doğru. Ben de mendilimi çıkarıp, onlara karşılık veriyorum, sallayarak... Ama bir damla kan damladı mendilimden buza son anda gördüm. Kandamlası büyüdü durmadan. Kısa sürede buzun yüzeyini kapladı. Buz dillendi: ‘Çok derine yolculuğunun kapısı bu kandamlası,’ dedi. ‘Bu yüzden bedel ödemen gerekir.’ ‘Hazırım tüm bedellere!’ dedim. ‘Geçmişin üzerine kurulan yaşam ince bir hesabın sonucu. Görüntüsü, gerçeği sende var olan yanılsamanın olmadığı da gerçek. Kâbusu içinde büyüten yürek, acının, hüznün dayattığı bilmeceleri çözemez. Görmek istediğini gösteremez. Amacına ulaşamayacak bir yaşam boşlukta duramamak ve uçamamak kadar yakar sevdalı her yüreği. Bakışın, çığlıkların, renklerin, duruşların, savların kendinle yüzleşebilmenin sonuçlarıdır. Çelişkilerin yolu umuda, umudun yolu da kendinde çokluğa çıkar. Gelecek, korkuları da içinde taşır unutma,’ dedi bulut bilgece. ‘Dediklerin doğru,’ dedim, ‘Belki de bu yüzden birkaç cephede savaşıyorum. Yine de kurtulamıyorum. Örneğin nar olamıyorum. Yanımda hep birileri olsun istiyorum. Gölgem bile olmadan sokağa çıkamıyorum. En azından, sana garip gelecek belki ama yanımda hep kendimi taşıyorum. Bu nasıl bir şeydir bilir misin? Yani insanın yanında kendini taşıması... Öyle iken yalnızlıktan, boşluktan kurtulamıyorum, bunu anlayamıyorum. Yaşadıklarım bana kendime yolculukları öğretti.’ ‘Bir sevda türküsü aslında yalnızlığın… Küçük mutluluklarla işin yok senin,’ dedi buz yine bilgece. ‘Yaşanmamış aşklara, yürünmeyecek yollara, ertelenecek buluşmalara, kapakları açılmayacak kitaplara takılma. Tek taraflı dostluklar, tek taraflı aşklar gibidir çünkü. Ey sevgili konuğum benden bu kadar. Buradan sonraki maviliğin hızında benim bile ne olacağım, nereye savrulacağım belli değil, sen birazdan karşımıza çıkacak olan çınara tutun. Seni daha ileri götüremem. Öyle veya böyle çavlanlardan aşarak kendimi yeryüzü maviliğine katmak istiyorum. Görüyor musun, çınar ellerini uzatmış bile sana, o eller dosttur insana.’ Buzu dinledim. Çınarın binlerce ellerinden birine sıkıca tutundum. Mavilikte sürüklenen buza baktım. Son defa ona el salladım. Çavlanların, kıyıların balyozları parçalarken onu içim parçalandı. Çınar: ‘Yaşayan umutlarına inan ki kuşatanlardan kurtulasın,’ dedi. ‘Ey gövdesine tez zamanda dönen sevdalı, yaşayacakların ikimizindir. Bulutun ve buzun aldıklarından bana da verebilirsin. Böylece yolculuğunu bitirebilirsin. Her durumu içinde yaratır arayış. Yaşama sırtını dönüp gölgesinden çare bekleyenlerden olma. Sabırla zamanı bekle. Çoğu şey bir anda gerçekleşmez çünkü. Yaşayan umutlarını kuşatan acıları, ipleri, sarmaşıkları yapraklarıma aktarabilirsin. Sonbahar da yaklaştı. Yapraklarımla yalnızlığından kurtarırım seni.’ Çınarın içine girdim. Ayaklarımı toprağa, gövdem çınarın gövdesine, kollarım dallarına karıştı. Buluta, buza verdiklerimi, çınarın yapraklarına da verdim. Zamanın yatağına kendimi attım. Bir süre sonra… Soğudu hava. Hızını arttırdı rüzgâr. Sarardı yapraklar, sonra rüzgârın kollarında yolculuğa çıktılar. Bekledim. Ayaklarım topraktan, gövdem, çınarın gövdesinden, kollarım da dallardan ayrıldı. Kendim oldum. Çınara baktım. Geleceğe uyuyordu. Başımı kaldırdım, bulutu gördüm. Kucağında bir başka ‘ben’ vardı. Endişeli gözlerle bana bakıyordu. Yaşayacağı serüveni yaşadığımı bilmiyordu. Verdiğim çok yönlü savaş sürüyor, örümceklerin ağlarına takılarak yenilmişliğimin aslında yanılgı olduğunu kabul etmiyorum ama yaşamımda değişiklikler var, bunu biliyorum. Artık boşluğu yaşamak da beni hiç yakmayacak 2 gerçek, en inanılmaz olandır belki. Değil evimize, odamıza kadar giren gözlerden gizlemek için bir tahta bavula koyduğum anılarımı çıkardım bugün. Anıları bir bir geçirirken gözlerimin önünden, kahroldum. Ne çok düşünmüşüm kendimi. Nasıl da kıvırtmışım. Yürekliliğine, boyun eğmeyişine saygı duyuyorum, ama ancak şimdi. Bir korkağım, aşkını ve anılarını gizleyen. Kendisi olamayan, duyarsız ve bencilin biriyim. N’ olur kendime haksızlık yaptığımı falan düşünme artık. Bırak, hiç olmazsa dizginlerinden korkmayan özeleştiri ve eleştiri atlarım koşsunlar senden yana. Belki bir daha bu olanağı bulamayabilir, bukağılarından kurtulamayabilirler. Bu denli açık yürekli olamam belki bir daha. Ellerim, gözlerim tahta bavuldan çıkardığım anılara yabancı. Anılar korkunç birer silah. Ellerim anılara uzanamıyor. Oysa hayal ediyorum: Silahlaşan anılara ellerim uzansın. O korkunç silahlar şakağıma dayansın. Yaşamıma son versin. Ama bu olmuyor bir türlü. Aklım ellerime egemen değilmiş gibi. Ellerime hayal ettiğimi yaptıramıyorum şimdi. Kıvranıyorum. Acı içinde bitkinim oysa. Nice sonra gerçeği görüyorum: Bavulun bir köşesinde siyah beyaz bir fotoğraf… Gözlerim mıhlanıyor o fotoğrafa. Tuhaflaşıyorum o an. Bir çocuk fotoğrafı… Güleç yüzlü çocuk canlanıyor gözlerimde, karşımda duruyor, gözlerini gözlerime dikiyor, on-on bir yaşlarında. Beni andırıyor. Bunu aynada neredeyse aynı zamanda ve her gün gördüğüm gözlerime benzeyen gözlerinden çıkarıyorum çocuğun. Bir şiirden dizeler mırıldanıyor, çok derinden gelen ezik sesiyle: durur hayatın nehri bir anlık ölüme secde eder sen misin kurşunlaşan anılarla vurulan yüzün niçin bir heykele benzer diyor ve alnını acıyla karıştırıyor. Sırtını dönüyor bana. Apaş bir ıslıkla sana koşan atlarımı hızlandırmamı imliyor ve siyah beyaz fotoğrafa dönüyor tekrar. Atlarımla göz göze geldim de yandım. Oysa isterdim ki bana isyan etsinler. Koştuğumuzdan daha da hızlı koşamayız desinler. Atlarımı durdurdum. Aklımın tavlasına çektim. Anıları da bavula koydum. Yine kendimle baş başa kaldım. Öfke bıçağımı biledim. Kendime çevirdim. Seni bekledim. Sensizliğin sesi, sözcük kuşuma seni getirmesini söyledim. Sözcük kuşum aklımdaki yuvasından kanatlanırken öyle mutluydu ki... Gözümden bir tek gözyaşı düştü. Gözümden düşen o tek gözyaşına baktım, onda kendimi gördüm: Bıyığıma kar düşmüştü, dudaklarım üşümüştü. Öfke bıçağım boğazımda. Zamanım var daha. Bu yürek sana olan aşkından istiyor ve bekliyor seni. Bu yüzden dönmelisin. Dön, dön artık! Dön ki öfke bıçağımı efendisine çeviren iki kölenden alabilesin. Sözcük kuşum güveniyorum sana. Dağları, denizleri aş. Ona, beni anlat. Onun boşluğunda yalnızlığın dayanılmaz bir ateş olduğunu söyle ona. Azar azar tükendiğimi bilsin. Biliyorum, benden önce de vardı hüzün, benden sonra da olacak, dedim sana haberci gönderdiğim dil kuşuma. Bütün soğuk sulara girdim. Yanmaktan kurtulamadım. Aksine su ateşi besliyor. Hava da öyle, yaşam da… Yani boşuna değil bekleyişim. Tenimi saran ateşi yalnızca o söndürebilir. İbrahim değilim. Yıksın bana karşı haksız kararlılık kalesini. Yaksın kendisini kuşatan kâğıttan surları. Kırsın zincir sandığı pamuk sözcük ipleri. Yapamadıklarımı yapsın yeniden, demeyi de ihmal etmedim. Masumum. Uykusuzum. Onsuz aşk/sızım. Beni, ikimiz için benden olmayan benden kurtarsın. Diri bir yılan gibi aramızda bekleyen geçmişimden kurtarsın beni. Şimdiye kadar yaşadıklarımız engel olmasın ona. Kendini de beni de başkası sanmasın. Çok sevdiğim, önemsediğim o. Çiçeğim, bana güvensin artık, demesini de onlarca kez tekrarladım kuşuma. Evet, sıradan bir serüvendi aşkımız ilkin. Rastgele bir ilişkiydi. Zamanla varlığı, benliği, güzelliği, içtenliği beni ele geçirdi, aşkın gerçek sularında yüzdürdüğünü, unutmasın. Yüreğimi, toprağını aşkla belleyen bir köylü gibi okşadığını da... Aşkının, kendinin tohumunu içime serpti. Bu tohum büyüdü, ancak görebildim, inansın bana, demeyi de asla unutma; dedim o dil kuşuna. O tohum bir eski bilge gibi buyurdu: Aşktır insanı yaşatan ve güzelleştiren iksir. Ne bir eksik ne bir fazla, bunları demesini istediğim dil kuşum döndü sonunda. Tepeden tırnağa sendi karşımda. Açtı ağzını, şakıdı: ‘Biliyorsun, beni; o gönderdi. Gözlerin bulutlanmasın. İçinin sıcaklığı avuçlarından aksın. Beni yaksın isterse. Onun bavula hapsettiği anılara özgürlüklerini vermek senin elinde. O, aklının tavlasına koyduğu atları da salıvermiyor. Kendine tuhaf bir dünya oluşturmuş. Bu tuhaf dünyadan kurtulamıyor. Öfke bıçağını kalbine dayadı, kurtulmak ve yalnızlığını büyütmemek istiyor dedim,’ dedi bülbül sesiyle dil kuşum. Sen de demişsin ki ona: ‘Kendim olmaya çalışıyorum. Ona dönüşemem asla. Herkes kendi kanatlarıyla uçsun. Herkes kendi gerçeğiyle yüzleşsin. Tenini saran ateşi söndüremem. Çünkü geçmişi diri bir yılan gibi aramızda durmuşken, bunu nasıl isteyebilir benden? Diri yılan gibi geçmişi yaşadıkça aklında, nasıl dönebilirim ona. Olacaksa da ölü bir yılan olmalı geçmişi. Geleceğini kurtarmak için öldürmeli o yılanı…’ Sana hak verdim. Bavulu tekrar açtım. Anıları çıkardım. Fotoğrafı ters çevirdim. Silahlaşan anıları elime aldım. Şakağıma dayadım. Tetiğe dokundum usulca. Anıların kurşunları kafamı parçaladı, gördüm: Diri bir yılan olan geçmişim ölü bir yılan oldu. Söylediğim kadar kolay olmadı bu. Atlarımı tavladan saldım. Aynaya baktım. Kendimi göremedim. Çıldırdım. Ne kadar ayna varsa evde hepsini aldım karşıma. Ben, ben değilim! Yüzüm, gözlerim, burnum, saçım, kaşlarım, kulaklarım ve dudaklarım yok! Aynalarda gördüklerim tuhaf şeyler: İki elimde bir yürek taşıyorum. Yüreğimin boşluğu bir gül boşluğu gibi. Bir işaret parmağı çıkıyor aniden karşıma, onun peşinden gidiyorum sorgulamadan, düşünmeden hiç. Bir kapı çıkıyor karşıma, duruyorum. Kapıya sırtımı dönüyorum. Üstüme üstüme gelenler var seslerini işitiyorum, ama göremiyorum onları. Her şey bitti dediğim anda üstüme gelenlerin ellerden ibaret olduğunu ve bana kocaman bir ayna tuttuklarını görüyorum. Onların tuttuğu o kocaman aynada seni görüyorum, kendimi değil. Çırılçıplaksın. Başsızsın. Başının yerinde bir köpek başı… Yüreğin bir ocak, içinde harlı bir ateş... Çok şaşırıyorum. Ellerimdeki yüreğimi, yüreğindeki ateşe atıyorum. Ateş sönüyor hemen. Tenim, buzun içindeymiş gibi üşüyor. Kendimi, kendim gibi görebiliyorum artık. Büyüden kurtulmuşum gibi… Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR