Yalan ile yanlış aynı şey değildir
Yalan ile yanlış aynı şey değildir. Yanılmak yanlışı, yanıltmak ise yalanı doğurur. (“Söz Uçar” kitabımdan) Son söz olması beklenebilir olanı baştan söylüyorum: herkesin hep doğru söylemesini kimse istemez. Çünkü insanlar çoğunlukla tatlı yalanları acı gerçeklere yeğlerler. Ayrıca herkesin gizli kalmasını istediği bir “özel yaşamı”, açığa vurulmasından gocunacağı gizleri vardır. İyi ve kötü gibi, doğru ve yalan da insan yapısına benzediği için ona içkin ve uyumludur. Söz Uçar kitabımda şöyle bir söz var: İnsanları “iyi”ler ve “kötü”ler olarak öbeklere ayırmak pek de olanaklı değildir. Bunun için her birini ikiye bölmek bile yetmeyebilir. İyilik ve kötülük insanların iki ayrı yanında toplanmış değil, iç içe geçerek tüm hücrelerine dağılmış gibidir. Doğru ve yalan için de pekâlâ aynı şey söylenebilir. Tüm göreceli şeyler gibi, tüm karşıtlıklar “zıtların birliği” kuralınca bir arada bulunur ve biri olmadan diğeri de var olamaz. Başka bir deyişle insanları “doğrucular” ve “yalancılar” olarak ikiye ayırmak olası değildir, her insan, oranları aynı olmasa da ikisini benliğinde taşır ve değişik sıklıklarla eylemine, söylemine yansıtır. Yalan ve/ya doğru söyleme ölçüsü ve birbirlerine oranı kişilik yapısına, koşullara, durumlara, çevreye, çıkarlara, psikolojik ve duygusal durumlara… göre, aynı kişide bile değişkenlik gösterir, bu konuda çelişkiler de kaçınılmazdır. Kişiler arasında karşıtlığın ve kişilerde çelişkinin kaynağı her konuda doğru ve yalanın mutlak olmaması, bakış açısına, o konudaki bilgiye, algıya, bazen de kanıya, sanıya, inanca bağlı olabilmesidir. Bu nedenledir ki, görüş birliği sağlanmış, artık tartışılmayan “mutlak doğrular” diğerlerine göre epeyce azdır ve bunların bile ayrıntılarında görüşler çatallaşabilir, ayrılabilir, karşıt duruma gelinebilir. Biliyorsun bu şakuli kaymış bir dönek dünya/ Bir ak yüzü kara bir kara yüzü ak/ Her akşam farklı görür göz her şafak/ Anlar ki günler birer yalancı ayna (Çatlak Nar) Aslında tüm yalanların rengi karadır ama beyaza, pembeye boyanabilenleri vardır (iyi ki.) Boyalı yalanlar renklerini yitirmedikleri sürece zararsız hatta “yararlı” bile olabilen türdendir. Örneğin, “amma rüküş” diye düşünürken birine “çok şıksınız” demek, “şahtı şahbaz oldu” diye ustan geçirirken “saçınız şahane olmuş” diye iltifat etmek, “aptalın teki” diye düşünülen çocuğu, ailesinin yanında “maşallah çok zeki, çok akıllı” diye övmek pembe boyalı yalanlardandır. Daha çok kadınların başvurduğu düşünülse de erkeklerin benzer yalanları daha az değildir. Bu tür yalanlar “mutluluk hapı” gibi aldatıcı bir etki yaratır, bağımlılık yapabilir, aşırı dozu, düş kırıklığına uğrama ve/ya kendiyle alay edildiği duygusuna kapılma sonucu can sıkıntılarına da neden olabilir ki bazıları gerçekten ince alaysamalar içerebilir. Boyası döküldüğünde renkli yalanların gerçek rengi kapkara olarak ortaya çıkar. “Yalan söylemek” deyip kınadığımız, yalanın etkin olan türüdür. Bir de “söylememekten doğan” edilgin yalanlar var: doğruyu bilip susmak! Sakız bir deyiş var ya, “gerçek karşısında susan dilsiz şeytandır” diye, işte onun gibi. Beyaz, pembe yalanlar da daha çok iyi niyetli, edilgin türden. Peki kara dediğimiz, bildik etkin yalan her zaman ve durumda kötü, edilgin, iyi niyetli dediğimiz beyaz, pembe yalanlar hep masum mudur? Bu sorunun yanıtında yollar çatallaşır, işler karışır, durum karmaşıklaşır. Her şeyden önce yalan, (insanın kendine söyledikleri dışında) söyleyen(ler), söylenen(ler) ve etkilenen(ler) göz önüne alınırsa çok kişiliktir ve çok yönlüdür. Karşıdakileri algısına ve etkilenişine göre söyleyenin yalanı doğruya, doğrusu da yalana; beyaz veya pembe sandığı yalanı karaya dönüşebilir. Söylenmeyen, gizlenenler ise, çok olumsuz, çok kötü olay ve durumları engelleyebilir, tam tersine bunlara neden de olabilir. Her iki sonuca ilişkin çok sayıda örnek verilebilir ama genel bir yaklaşımla denebilir ki, doğruluk diye, her gördüğünü, her duyduğunu yüze söylemek veya ilgililerine yetiştirmek mertlik, dobralık, açık sözlülük diye övülebilir; patavatsızlık, laf taşıma, dedikoduculuk diye yerilebilir de! Başka amaçlarla yapıldığında ise muhbirlik, ispiyonculuk olarak adlandırılır. Başkalarına zarar verebilecek kötü bir olaya, duruma, eyleme, tasarıya, tuzağa tanık olup veya bilip susmak veya “üç maymunu oynamak”, aymazlık, neme lazımcılık, sorumsuzluk diye nitelendirilip haklı olarak kınanabilir. Böylesi, istemeyerek de olsa gerçeğin ortaya çıkmasına yardımcı olmamak veya isteyerek engellemektir. İnsanlar yalanı kınar, karşı çıkarken bile yalan söyleyebilir. Örneğin “hayatımda hiç yalan söylemedim” diyen, ilk olmayan bir yalan söylemiş olabilir. Mal da yalan mülk de yalan sözünü dillerinden düşürmeyenlerin mal ve mülk edinme hırsı yalanlarını kanıtlar. Masumiyet karinesi gereği “söylediği yalan açığa çıkmadığı sürece herkes doğru ve dürüsttür.” Ancak, yalanı çok yineleyen veya alışkanlık edinen kişilerin burnu uzamaz ama bir “yalancı çoban” durumuna düşebilir, çevresinin güvenini yitirebilir, zira, bir özlü sözde dendiği gibi “Güven terk ettiği bedene asla dönmez.” Gerçek yalancılar, bile bile yalanı doğru, doğruyu yalan gösteren, bunu çıkar amacıyla başkalarını kandırmak, aldatmak, yanıltmak için yapanlardır. Bu son tümce, birbirinden farklılıklar taşıyan bireysel ve toplumsal/ siyasal yalanların ortak paydasıdır ama ulusal ve uluslararası siyasal alanda çok daha yaygındır, sonuçları da çok daha yıkıcıdır. Yalanın bu türü, tüm gerçekliğini ve kesinliğine karşın anlaşılması ve kanıtlanması en güç olanıdır; bir yandan “minareyi çalan kılıfını hazırlar”, öte yandan kanıtlar çoğu zaman ya güçlünün elindedir veya “hem suçlu hem güçlü” olanın korkusuyla haklı olanlarca kullanılamaz. Tüm yalanların temelinde maddi ve/ya manevi çıkarlar yatar ancak “kişisel çıkar” daha hoş görülmez hatta kınanırken, “ulusal çıkar” kutsanır, desteklenir, alkışlanır; bu amaçla söylenen yalanlar ve gizlenen doğrular da… Oysa genellikle bir ulusun çıkarı bir veya birkaç ulusun çıkarına aykırı düşebilir; uluslararası anlaşmazlıklara, çekişme, çatışma ve savaşlara kaynaklık edebilir. Uluslararası alanda da “düşman” karalamak ve “dost” kazanmak için söylenen yalanlar ile varsa açığa vurulan sırlar ve gizlenen, yadsınan suçlar vardır. Bu genel durumun tersine “dost ve bağlaşık” ülkelerin bile birbirlerine karşı şantaja varabilen biçimde kullanmak üzere edinip elde tuttukları sırlar, suçlar ve yalanlar da yabana atılacak gibi değil. Kendi veya eli daha güçlü olanın diğerinden bu yolla ödünler koparması, bazı konularda baş eğdirmesi yaygın ve sürekli bir yöntemdir. Büyük harcamalarla çalışan, bazen birbirleriyle iş birliği yapan, bazen de yarışan, çatışan istihbarat ve casusluk örgütlerinin başlıca uğraş alanlarından biri düşmanın da dostun da sırlarına erişmek, bunları kullanmak ise, bir diğeri de “dezenformasyon” denen yalan, yanlış ve saptırılmış bilgi, haber ve söylenti yaymaktır. Bireysel, toplumsal veya uluslararası her alanda kötülükler, Jorge Luis Borges’in “Alçaklığın Evrensel Tarihi” kitabındaki örneklerden çok ama pek çok daha fazlasıdır ve tümünün temelinde veya harcında ana malzeme olarak mutlaka “yalan” bulunur. “Söz Uçar” kitabımdan: “Yalancının mumu karanlık ne denli koyu ise o denli çok parlar.” Yalandan beslenen alçakların karanlık sevgisi, aydınlık korkusu bu nedenledir. Bir de sözlüklerin “çok büyük yalan” diye açıkladığı “kuyruklu yalan” vardır dilimizde. Bu tanım doğru ama eksik bence. “Yalan söylemek bağımlılık yapar; ardı mutlaka gelir.” Demişim Söz Uçar kitabımda. Diyesim, büyük yalan söyleyenler, pekiştirme ve inandırma amaçlı olarak çok kez yineler ve/ya “kuyruğuna” yeni yalanlar takarlar. Nazım Hikmet’in şiirindeki gibi, çoğu zaman tüm iletişim araçları yalan söyler ve şaire “insanlar, ah benim insanlarım, /yalanla besliyorlar sizi, /halbuki açsınız” dedirtir. Daha önce belirttiğim gibi, insanların tatlı yalanları yeğleme zaafı “yalan bağımlılığı” ve yalanlara inanma alışkanlığı yaratabilir ki bu, alçakların aradığı ortamdır; yeni yalanlara çağrıdır. Kuyruklu yalanın bir de daniskası vardır ki bu da iftira, halk deyişiyle “kuru iftira”dır. İnsanların en korktuğu, tanrıdan esirgenme dilediği en korkunç ve tehlikeli yalan türüdür. Özellikle siyasal alanda iftira, yalancı alçakların en etkin silahlarından biridir. “Çamur at izi kalsın” sözünün ve uygulamasının en yaygın olduğu alan da budur. Delinin kuyuya taş atmasından beterdir, bazen izini kırk değil binlerce akıllı çıkaramayabilir. Diğerlerinin tersine, söylenmeyen, yapılanın içine gizlenen hatta onun parçası olan “örtülü veya sır” bir yalan türü var ki, yaygın, sürekli, uygulama alanı geniş ve yöntemleri çeşitlidir ve elbette çıkar odaklıdır. Yapılanlar sahte, taklit hile ve gizli yalan üzerine kuruludur. Adı çıkmış “üç kâğıt” birçoğuna göre masum kalabilir. Tahsin Yücel’in “Yalan” romanı böylesi bir edim üzerine kuruludur. Başkişi düşük kültürlü, sıradan biri iken, çok etkilendiği bir arkadaşının intihar etmesiyle yaşamı kökten değişen biridir Arkadaşının bir kuramı onun sa(n/y)ılır, arkadaşları ve çevresinin övgüleriyle ünlenmeye başlar. Yalan üzerine kurulu yaşamı da yalana döner. Bile bile durumu kabul eder. Öldükten sonra ünün doruğuna çıkar. Burada söylenmiş bir yalan değil, tersine gizlenmiş bir gerçek söz konusudur. Başka bir deyişle bu, kişinin işine gelen “aldatmacadan doğan bir yalan” türüdür. Öz olarak roman, bilim ve edebiyat alanında intihalle, taklitle, çalıntıyla büyüyen, ünlenenlere dönük alaysamalı bir eleştiridir. Yalanın bu türünün alanı çok daha geniştir. İhanet, rüşvet, yolsuzluk, dolandırıcılık, ikiyüzlülük, hile, kopya çekme, sınav soruları çalma, torpil, yazdırılmış tezlerle kariyer yapma, kayırma, ikili oynama, iki veya çok yönlü casusluk, başkalarını satma, şike, döneklik… “söylenmeyen, yapılan” yalanlardandır. “Sahte evrak” (düzmece belge) en yaygın, en etkili ve tehlikeli olanıdır. Bir çırpıda, para, sahte çek, senet, kimlik, pasaport, tapu, diploma, kanıt… sayılabilir. Çıkara, haksız kazanca yönelik sahtekarlık bulaşıcı ve zehirleyicidir; tolumda çürümenin hem nedeni hem hızlandırıcısı hem de sonucudur; çapı, yaygınlığı ve sıklığı toplumsal çürümenin göstergelerindendir. Bu konuda çok bilinen ve çokça kullanılan bir söz var: Gerçeğin önünde sonunda ortaya çıkmak gibi bir huyu (özelliği) vardır. Doğru söze ne denir? Ancak bizimki gibi ülkelerde “gerçek”, Yeşilçam filmlerindeki polis gibidir; olay olup bittikten sonra ortaya çıkar. Birçok gerçeğin ortaya çıkması ise, bu nedenle “mahşer”e/ “divan”a (kıyamet sonrası sorguya) veya tarihe kalır. Başka deyişle düğünden sonra gelen kınaya döner. Yalancıların ve yalandan çıkar sağlayanların güvendiği, “gecikmiş adalet, adalet değildir” deyişinin nedeni bu olsa gerek… Başta söylediğimin tümleyicisi bir deyişle sözü bağlayayım: Yalan, pek çok kötülüğün anasıdır ama herkesin her konuda doğruyu, gerçeği söylemesi, daha büyük kötülüklere ve insanların, ulusların hatta dünyanın birbirine girmesine de yol açabilir. Her insanın olduğu gibi her ulusun, her ülkenin de açığa çıkmasını asla istemeyecekleri gizleri vardır. Deliler Teknesi Sayı: 95 Ali GünayYALAN
Gerçekedebiyat.com