Politikacı… İyi ama ne iş yapar?
Politikacı için her ne kadar, “toplumu ve devleti yöneten kimse” denilse de bu tanım politikacının davranışları ve söylemleri karşısında oldukça saf, utangaç durmaktadır. Konuyu anlaşılır kılmak için yeniden soralım. Politikacı kimdir?.. Soru basittir ama bunu karşılayan cevaplar kesinlik barındırmayacağından hangi tanımın daha doğru olacağını söylemek zordur. Çünkü politikacıya her toplumda, her coğrafyada farklı anlamlar yüklenilir. Kimi kültürlerde dürüst, kiminde kurnazca davranışlara sahip biri; kiminde kışkırtan; başka bir yerde yüze gülen, oyalayıcı; bir diğer tarafta komisyoncu; hatta at bakıcısı, at eğiticisi anlamına gelen seyislik sıfatı dahi yüklenmiştir. Söz konusu kavram için söylenmiş düzinelerce bilgi, belge bulunabilir ve sanırım en can alıcı açıklama şöyle olmalıdır: Politikacı güç, isim, çıkar, mevki makam, bireysel doyum uğruna, oyun kurma, aldatma ve ayrıştırma sanatını kullanan kimsedir… Eğer kanıt istiyorsanız politikacının seçim meydanlarında, günlük hayatın akışında kullandığı dili, ilişkilerini, iş ve davranışlarını gözlemek yeterlidir. –Tabi gözlem yeteneğiniz hala kendinize ait ise– Politikacılar içimizden çıkarlar ve kesin biçimde bir süre sonra bize yabancı hale gelirler. Bu gelişme doğal mıdır, bilemiyorum ama insan kişiliğinin ve aklının vardığı soyutlamalardan biri olduğuna kuşku yoktur. Gücün ve iktidarın büyüsüne kapılan herkes zaman içinde değişir, başkalaşır, daha üstenci, daha lafazan, bolca yalan söyleyen birine dönüşebiliyor… Dünya tarihi örneklerle doludur. Mevki makam, güç sahibi biri, ihtiyaçları değişince yeni arzular, yeni hedefler ve bunları gerçekleştirmeye yönelik uygun şartlar arar. Elinin altında bulunan her olanakla işbirliği geliştirmekten sakınca görmez. “Bal tutan parmağını yalar.” Aynı şekilde suya susamış birini musluğun başına dikip ona paylaştırıcı görevini verirseniz, öncelikle susuzluğunu giderir… Bunlar yadsınamayacak gerçeklerdir ve işin feci yanı bir kısım açgözlü politikacı, taraftarlarının cesetleri üzerinde poz vererek, onu amaçlarına uygun malzeme olarak kullanabiliyor. Olaylar, algılar, ayrıştırmalar yaratabiliyor. Kendisi için elverişli iklim oluşturmak uğruna oyunlar, tarzlar, ilkeler, çatışma zeminleri kurarak, kitle üzerinde örümcek kozası örer, hafif ama son derece itaatkar beyinleri teşvik eder. Daha ötesi bilgisizliği kullanarak her yolu boşluğa açar ve oradan oraya sürükler. Hemen hemen her coğrafyada, her ülkede –özellikle geleneksel yapının egemen olduğu Asya, Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika benzeri ülkelerde– politikayı geçim kaynağı olarak görenlerin hayli fazla olduğunu görebiliyoruz. Biri diğerinden pek farklı değildir ya da biri ötekinden birkaç farkla ayrılabiliyor. Benzerdirler… Farklı dinlerden de olsalar, din adamlarının benzerliği gibi… Papaz da keşiş de ayinler düzenlerler, kuralları tebliğ ederler. Aralarında şekil ve usul farklılıkları vardır ama yakınlıkları daha fazladır. Tıpkı politika da olduğu gibi güç, isim, kudret ve ayrıştırma yoğundur. Dinlerin insana yüklediği bitmez tükenmez zorlukların, anlamsızlıkların büyük kısmı politikada da vardır. Ayrıştırarak, farklılaştırarak, doğada var olmayan kavramlar üreterek labirentler yaratma, en önemli becerileri arasında yer alır. İmtiyazlara sahiptirler ve belirgin şekilde kendilerine sınırlar çizmişlerdir. Yasa, gelenek, itibar, güvenlik, korunma vs. gibi karmaşık ve şaşırtıcı çizimlerle üstünlük sağlama yetkisi ile bizden ayrılırlar. Ve gerçek böyleyken, büyük çoğunluğumuz onulmaz şekilde, - müritlik sendromu etkisiyle olsa gerek- gözlerimiz bağlı halde yürüyoruz. Sadece aramızda gerçeği görme yetileri küçümsenmeyecek ölçüde gelişmiş, sezgisel zekaları fazla birkaç kişi olan biteni görebiliyor, ama bunların sesi de gürültü içinde kaybolup gidiyor. Oysa bu kişilerin dedikleri şudur: Hiç kimse diğerinden yüce değildir. Başkasını gözüyle görmek utanç vericidir ve bu var oluşumuza, hayatımızın anlamına ihanettir. Aklı dinleyeceğiz… Kuşku duyacağız… Kuşku gerçeğe giden yolun öncülüdür. Tapınaklara ihtiyacımız yok… Herhangi bir tapınak ya da meclis üyesinin şişmanlayıp semirdiği betondan sokaklar, bir düzine kalemle fermanlar imzalayıp bizleri ödül almak üzere yarıştıranlar, yaşam formlarındaki sapmalar üzerinden varlıklarını sürdürüyorlar ve inandırma, aldatma becerileri mükemmeldir. Yönetici olmadan olmaz; kargaşa, belirsizlik, birinin ötekini yiyeceği düzensizlik baş gösterir ve dolayısıyla bir şekilde birilerini yönetmekle görevli kılmak zorundayız, diye düşünüyorsanız size katılmıyorum. Neden mi?.. Kendini yönetmenin olgunluğuna varmış biri, yöneticiyi dışlayan biridir. Hak, hukuk, eşitlik, açgözlülüğü barındırmayan, ahlaki yönü gelişmiş biri, -dini ve politik ahlakı kast etmiyorum- yönetilmekten uzak olur… Ancak günümüz dünyasında işler başka türlü yürür, mutlak şekilde gücünü yasa, kural ve kurumlardan, yürürlükteki ahlaki değerlerden alabilecek bir yönetim sistemi gereklidir, derseniz buna da evet derim. Ama kabul etmeden önce hokkabazların yerini alabilecek, ayrıştırıcı olmayacak birini gösterin. Sözgelimi havayı, suyu, ışığı sürekli kılan; komşunun komşuyla huzur, barış ve eşitlik temelinde yaşamasına koşullar yaratan birileri… Konuyu Yunus Emre’den bir sözle bitirelim: “Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz.” Haydar UzunyaylaPOLİTİKACILAR DEĞİŞİR
POLİTİKACILAR BİRBİRİNE BENZER
Gerçekedebiyat.com