
Babam Muzaffer Buyrukçu'nun bir radyo programında söyledikleri dönemin ve edebiyatımızın durumuna ışık tutan bilgiler içeriyor.
Kenarda kalmasına gönlüm razı olmadı.
İşte babam Muzaffer Buyrukçu'nun 1997 yılında TRT Radyosunda Güneş Buharalı’nın yaptığı 'Söz Sözü Açtı' programında söyledikleri...
*
Sayın Buyrukçu sizin çeşitli yazın türleriniz var bu arada rüyalarınızı da yazıyorsunuz. Radyomuzda bugüne kadar hiç bir yerde yayınlamadığınız veya yayınlayacağım ama bekletiyorum, beklesin dediğiniz bir düşünüz var mı?
Evet var. İsterseniz o düşü anlatayım size.
Gökyüzünün ortasındaki dipsiz bir kuyudan akan fırtınaların aşağılara inerek yerle bir edeceği kentlere, bu durumu çok yakından izleyen güzeller güzeli artist kızları uyarıcı olarak yollandı. Gazelhan Hafız Burhan’ın salatalık turşusu ile rakı içerek dansöz Semiranın boyuna titreyen iri göbeğine –Hayat budur arkadaşlar yaşadığınızı bilerek yaşayın–diye yazdı.
Sakallı mistiklerin dünyadaki canlılığı jiletle kazıyarak ruh temizliğinin kutsallığını herkese benimsetmeye çalıştığı bir gün öğleden sonra koca koca lahitlerin bulunduğu bir mezarlıktan geçiyordum. Lahitlerin üzerindeki kadın erkek figürleri dokunulduğunda sertliği hissedilen Hacıbektaş taşından oyulmuştu ama bu figürler ayni zamanda canlıydılar ve birkaç gündür uykuya yatmışlardı..
Kırmızı, beyaz, sarı mavi ve serüvenlerinin birbirleriyle yarış ettiği koşucu, atletik ve kıvrak düşler görüyor geleceklerini, de o düşlerin içeriklerine göre yorumluyorlardı. Yorgun ve mutsuz gibiydiler. Solukların uçlarından fışkıran ısırgan tohumlarını evleri başlarına yıkılan, çoluk çocukları kılıçtan geçiren Osmanlı askerine fırlatıyor, ”Mahşere kadar kaşınasın” diye bağırıyorlardı. Ve hazreti Ali en son savaşlardan birinden zaferle dönünce doğrulup kalkacaklardı. Bakışlarından iletilen mesaj buydu. Mezarlığın girişinde Hz. Ali’nin 55 metre yüksekliğinde bir anıtı vardı. Ve anıtın her gözeneğinden yüreklerdeki kiri gideren varlıklardaki vahşet hastalığını sağlatan ışınlar yansıyordu. Ve Hz. Ali kendi anıtının bodrum katında çok geniş bir odada arkadaşlarıyla konuşuyordu. Onlara beyinlerindeki depremlerin nasıl yapıcı eylemlere dönüşeceğini anlatıyordu.
Hızla girdim içeri. ”İşte geldim diyerek” Hz. Ali, siyah yumuşak ipekten oluşmuş sakalını sıvazladı, yaprak yeşili gözlerini avuç avuç sunulan damlacıklardan sürdü ve görülmeyen milyarlarca kulağa seslendi. ”Sevginizi büyütün. Sevginizi koruyun. Sevginizi yitirmeyin armağan edin birbirinize..” ölülerin hepsi doğruldu güllerinin renklerini ve kokularını çoğaltan dualarla Hz. Ali’nin ellerini öptüler. Ağladılar. Elma ağaçları, İğdeler ağladı. Sokakları ikiye bölen Karagümrüklü bulanık seller de ağladı. Hz. Ali’nin bir işaretiyle havuzun çevresinde kurulan sofralara oturdular. Etli pilav ile İrmik helvasını yemeye koyuldular yayladan geçen turnalara el sallayarak.
Hz. Ali, “Ben gidiyorum delikanlı, akşama döneceğim. Sen buradan ayrılma. Her şeye göz kulak ol. Metin Erksan film çevirmeye gelecek” dedi. Saygı uyandıran, kum taneciklerine secde ettiren adımlarla ama kızıldenize saldıran devlerin haykırışlarına gülümseyerek yürüdü.
Metin Erksan, kaytan bıyıklı, kısa donlu, sarıklı, karınca belli nakkaş ustalarıyla birlikte geliyordu. Onlar kağıttan kılıçlarla savaş talimi yapıyor bir komedi seyrediyormuş gibi kahkahalarla gülüyorlardı..
“Ulan teresler hiç kağıttan kılıç olur mu? Millet bizi tefeye koyar diyen Metin Erksan çalışmaya başladı. On beş yirmi metre ötede çelik zırhlara bürünen Hz. Ali kabzasından kavradığı upuzun bir şövalye kılıcını üç yüz altmış beş derecelik daireler çizercesine sallıyor her sallayışta dallarından kopartılan Ankara armutları çimenliklere yuvarlanıyordu. Bu armutları eteklerine dolduran Hızır Paşa, Padişahın ihsan edeceği altınların yakıcı hayallerini öpüyordu. ”Çok güzel oluyor, çok güzel oluyor..” sözleriyle ulaştığı başarının sevincini anlatan Metin Erksan, beni Ihlamır ağacının çatalına oturttu. “Bir dakika gözcülük yapacaksın. Sonra da ayaklarındaki yaraları iyileştirmek için uzaklaşacaksın çekim bitmeden döneceksin. Hz. Ali öyle buyurdu.
Bir dakikalık gözcülük görevini tamamlayıp aşıkların aşk ürettiği bir düzeye yöneldim. Bin bir çiçeğin ve otun yüzdüğü görünmeyen ağızların ağıtlarını ıslattığı, berrak bir su birikintisine soktu çıplak ayaklarımı ve yaralarımın milyarlarca kabarcık tarafından kemirilerek sağlayışını izlemeye koyuldum. Ve akşam alacası başlamadan Metin Erksan’ın yanına döndüm... Hz. Ali beni karşıladı, kucakladı elimi sıktı, ”Artık orduma katılabilirsin” dedi ve bana o minyatürlerdeki giysilerin en pahalı süslerinden birini uzattı, gülümsedi. Derken uyandım.
-Siz öğretici olarak yola çıkıyor musunuz?
Hayır. Ben öğretici olmak için yola çıkmıyorum. Yani hiçbir hikayemde, hiçbir günlüğümde yada düşlerimde bir öğretmen tavrı yoktur. Yalnız yazdığım şey, yazdığım hikaye günlük, rüya onu okuyanlara çok şey verebilecek zenginlikler taşır. O zenginliklerden dört beş satırı, düşünceyi aldığın zaman zaten onlara bir şeyler verilmiş oluyor. Yani onların yaşamlarındaki düzeni, düzensizliği düzene sokabilecek nitelikte bazı şeyler var. Bu konuda bir öykü anlatayım size.
Şimdi benim “Korkunun Parmakları” kitabım yayımlandı. Biraz karamsar bir kitaptır o. Yalnız içinde bir tane öykü varki, yani insaın içini umutlarla dolduran en umutsuz anda karanlığı yırtıp atan yani böyle bir öykü..
Bir gün Cemal Süreya’nın Kadıköy'de oturduğu eve gittik. Orada bir davet vardı. Üst katında. Oraya Hasan Ali Ediz, Şükran Kurdakul, eşi ve arkadaşları geldiler.. İşte biz Cemal Süreya ile birlikte oturduk konuşmaya başladık. Davette öğretmenler var. Derken oradaki hanımlardan birisi beni tanıştırdı bir hanım bana sarılıverdi..”Ben seni çok seviyorum..” dedi
“Teşekkür ederim sağ olun ama anlayamadım. Nedir yani sevginizin bir nedeni olması lazım gerekir çünkü birbirimizi tanımıyoruz..” dedim
“Ama ben sizi çok iyi tanıyorum. Çünkü siz benim hayatımı kurtardınız” dedi
“Nasıl oldu? “dedim bu iş.
“Ben bir türlü bunalım geçiriyordum. Artık karamsarlığın benim çevreme ördüğü o tel örgülerden nasıl kurtulacağımı düşünüyordum ve bir türlü bulamıyordum. Sonra bir gün son kitabınız çıkageldi. Sizin kitabınız çıkageldiğinde ben artık intihara karar vermiştim. Sizin kitabınızı okudum. Ve o kitabı okuduktan sonra birden bire Muzaffer Buyrukçu’nun anlattığı bu kimin çok mutlu kimin çok mutsuz olduğu dünyada o kadar çok mutlu olunabilecek, yaşamı sevdirebilecek şeyler varki ben niye intihar ediyorum dedim ve vazgeçtim..” dedi.
-Oradan başka şeye geçelim. Bedri Rahmi şöyle diyor- Ben şairim karanlıkta gelse şiirin ayak sesinden tanırım. Ne zaman bir halk türküsü duysam şairliğimden utanırım. Evet. Türkülerle aranız nasıl?
Türküleri severim. Yalnız böyle şey; insan sevgisini işleyen türküleri daha çok severim. Piyasa türküleri pek hoşuma gitmiyor. Hatta o piyasa türkülerini dinlerken, yani dinlemek yanlışını yaptığım sıralarda daha önce bende biriktirdiğim pek çok şeyi de alıp götürüyor. Yada yozlaştırıyor..
-Türküleri yazılarınıza koyuyor musunuz?
Türküler var, şarkılar var. Benim günlüklerimde, hikayelerimde türküler ve şarkılar vardır. Mesela bir hikayemde geçenlerde öldü hani Erdoğan Berker, onun ilk çıkan şarkıları, "Hatırla Sevgilim Beni Hatırla” diye Samime Sanay söylüyor. Onu ben "Hüzünlü Kar Çiçekleri” kitabımın bir yerine koydum.
Onu ve şarkıyla ilgili anlattığım kişinin ruhsal durumunu sergilemeye çalıştım.
-Bir yazar ayrıntı uygarlıktır diyor. Siz iyi bir ayrıntı ustasısınız. Siz ayrıntılarınıza neler yüklüyorsunuz?
Ben ayrıntılarıma yaşadığım her şeyi yüklüyorum çünkü yaşadığımız her şey ayrıntılar olmazsa hiç bir yere iletilemez.. Ayrıntılar bir bakıma haberci gibi bir bakıma bir yarayı sağıtan doktor gibi bir bakıma birisine sunulan armağan gibi. Ayrıntıları ben bu açıdan görüyor bu açıdan değerlendiriyorum. Eğer bunun dışında efendim kalın çizgilerle anlatılmalı herşey ayrıntı bir yana itilmeli ki bir zamanlar öyle düşünüyorlardı. Sadece olay anlatılsın sadece olaya egemen olan düşünce anlatılsın diye söyleniyordu. Sonra ben dedim ki, böyle yaparak roman, öyküye gelecek yaşam dışarda bırakılıyor ben dışarda bırakılan bu yaşamı ben ayrıntılarla tekrar öyküye taşıyabilirim, tekrar romana taşıyabilirim dedim ve böyle başladım.. Nitekim beni tanımlarken bazı eleştirmenler ayrıntı ustası diye tanımlarlar. Yani öykülerinde ayrıntıyı en iyi kullanan adamlardan bir tanesi olarak tanımlarlar. Ve ayrıntıyı da hiç bir yozluğa meydan vermeyecek şekilde o kendi sorumluluğumu koruyarak anlatmaya çalışırım. Ayrıntı olduğu zaman kendimde ayrıntılı bir öyküyü bir romanı okumayı severim onun dışında bir roman okuduğumda tat almıyorum...
- Ülkemizde son yıllarda özellikle çok karanlık olaylar yaşanıyor. Bir yazar olarak izliyorsun. Türkiye’de yazar olmak nasıl bir şey?
Çok zor. Çünkü bütün bu acılara, dayanacak beş yüz tane kalp, bütün bu yapılan haksızlıkları giderecek en azından yüz bin tane beyin lazım. Çünkü bunlarla uğraşacak, bunların karşısına yeni şeyler üretecek, çok zor. Büyük olaylar oluyor işte sivil topluluklar harekete geçiyor bazı verilmeyen hakları almaya çalışıyorlar. Sadece bu değil verilmeyen hakları almaya çalışmak orada kalıyor. Bir görüntü ve gürültü kalabalığı olarak kalıyor ve hiç bir şey yerinden kıpırdamıyor kimse kalkıp ertesi günü Enflasyonu indirmeyi düşünmüyor. Kimse kalkıp filan geçitten geçerken oradaki çukura düşen adamın hayatıyla ilgilenmiyor ve hiçbir şey düzelmiyor. Bu bir toplumsal bir sorun ve toplumun yapısı değişmedikçe bütün bu yazarı sıkıntıya sokan, yazarın karşısındaki okuru da sıkıntıya sokan, yazarın hikayede, romanda anlattığı kişileri de sıkıntıya sokan şeyler sürüp gidecek.
-Öyle an geliyor ki yazdığınız tipleri denetleyemiyorsunuz. Sivas'ı, 2 Temmuzu yazsaydınız nerden nasıl başlardınız?
Ben anlatmaya başladığımda Sivas’tan başlamazdım. Daha önce Hitler’in kitapları meydanlara yığıp yakmasından başlardım. Yaktırmasından başlardım. Oradan başlar bu tarafa doğru getirirdim. Ve toplumun bütün mekanizmasında işleyen her anında var olan Faşizmi aynen içtiğiniz o bardaktaki su gibi, yediğimiz yemekteki bilmem zeytinyağı zerreciği gibi o kimliklere bürünen Faşizmi anlatmaya koyulurdum.
-Galiba sekiz yıllık kesintisiz eğitimi de anlatmaya başlasaydınız 12 Eylül de Kenan Evren’in ayetlerle açtığı konuşmalardan başlayacaktınız?
Daha önce şey var. Ben daha da ileri giderdim. Demokrat Parti dönemine Menderes zamanına giderdim o zamandan başlardım işe. Çünkü Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ü okuman gerekir. Çok önemli çünkü Demokrat Parti, Halk Partisine karşı Bizim Köy’ü savunuyor. Diyor ki işte bu köyü anlatan delikanlının notlarıdır. Savunuyor bir süre sonra iktidara geldiklerinde ilk yasakladıkları kitap Mahmut Makal’ın Bizim Köy’ü. Ordan başlardım..
-Kişilerine iğne batırın batırdığınız yerden kıpkırmızı bir kan sızdığını göreceksiniz öylesine canlı kişiler Muzaffer Buyrukçu’nun adamları. Gerçekten ilginç hep o bildiğimiz isimler Oktay, Hasan, Kadir, Nahide, Hurşit Erdoğan ve bunun gibi yüzlerce isim var nereden buluyorsunuz bu isimleri.
Özellikle onlara dikkat ediyorum. Benim çevremde yaşayan, başkalarının çevresinde yaşayan, selam verip masasına oturduğum, selam verip kapısından içeri girdiğim yada sokakta gördüğüm elini sıktığım bu kişilerin adları böyle. Ve hepsinin her isminde ona uygun bir öyküsü var. Bu yüzden seçerken şuna dikkat ediyorum. Tekrarlanmasın istiyorum. Bazen bir hikayede birbirine benzer üç dört tane Zeynep oluyor, ona dikkat ediyorum. Bir de şunu yapıyorum. Bu teknik bir çalışma tabii. Gazetelerde yayınlanan listeler var mesele Avusturya lisesine girecek çocuklar var, falan okulu kazanan çocuklar var bilmem neye girecek talebeler, delikanlılar var bunların arasından bakıyorum. Şu adı yazayım bu adı yazayım gibi. Yani benim kaynaklarım yine yaşamın içinde. Hepimizin öğüneceği yada üzüleceği birtakım durumların yaşandığı yerler..
Programımıza katıldığınız için teşekkür ederiz.
Erdem Buyrukçu
Gerçekedebiyat.com