Dil, Anadil ve İnsan
İnsan evriminde dilin, yani konuşma yetisinin en önemli aşamalardan biri olduğu bilinmektedir. O denli ki, düşünme yetisi ile birlikte, insanı hayvandan ayıran en belirleyici özellik, hatta üstünlük sayanlar hiç de az değildir. (*) Peki, başka hayvanlarda da değişik düzeylerde var olduğu bilinen, insanda ise en üst düzeye ulaşan, dil ve/ya konuşma denen bu “sesli iletişim” yeteneğinin kaynağı nedir? Deliler Teknesi’nde yayımlanan “Edebiyatı da Kadınlar mı Doğurdu” başlıklı yazıma şöyle başlamıştım: “Bilinen deyiştir: Önce söz vardı… Bu soruya olumlu yanıttan yola çıkarak, “İnsanlığın çocukluk çağı sayılabilecek avcı, toplayıcı ilkel toplumlarda, olasılıkla seslerle başlayan iletişim, sese düzen verilmesiyle söz(cük)lere dönüşmüş, giderek diller oluşmaya başlamıştır” diye yazmıştım. Bu saptama ışığında diyebilirim ki, diller insanların oluşumuyla ortaya çıkmış ve insanla birlikte evrimleşerek dönüşmüş, değişmiş, gelişmiş, varsıllaşmış ve etkinleşmiştir. Henüz sonlanmayan (belki de sonlanmayacak) bu süreç, dilin yaradılışla verilmediğini, öyle olsaydı tüm insanlar için, ortak, mükemmel, değişmez ve gelişmez bir, “tek dil” olması gerektiğini de göstermektedir, sanırım. EVRİM ve DİL Evrim süreci boyunca, insanlaşma ile dil ve iletişim arasında karşılıklı, yoğun bir etkileşimden söz edilebilir. Belirtmek gerekir ki dil, (birtakım devinim, mimik ve imlerle birlikte) insanlar için her zaman iletişim ve anlaşma amaçlı bir “araç” olmuştur; amaç değildir, ama korunması, geliştirilip (y)etkinleştirilmesi, işlevselliğinin artırılması dilbilimciler ve yazıncılar için amaç sayılabilir. İnsan yaşamı ve ilişkilerinde bunca önem taşıyan dilin temeli olan kök sözcükler için, rastlantısal ve “uyduruk” demek şaşırtıcı gelebilir ancak bir gerçeği vurgulamak olur. Toplulukların, nesneleri, devinim ve eylemleri neden şu değil de bu ses ve sözcükle tanımladıklarının bir açıklaması yok; uydurmalar tümüyle rastlantısal gibidir. Söylenişi tıpatıp aynı olan sözcüklerin başka başka dillerde değişik anlamlar taşıması da buna kanıt sayılabilir. Çeşitli toplulukların sese farklı düzenler vermesi, hem farklı kök sözcükler uydurmalarıyla (üretmeleriyle) hem de farklı dillerin ortaya çıkıp yayılmasıyla sonuçlanmış olabilir. Toplulukların, savaş, birbirine egemen olma, ticaret ile başlayan ilişkileriyle birlikte sözcük alışverişi de başlamış ve bu alışveriş, ilişkilerin gelişip yoğunlaşmasına paralel bir seyir izlemiş gibi görünmektedir. Denebilir ki her dil başka dillerden sözcükler ödünç almıştır; eşit sayıda olmasa da sözcükler vermiştir de… Bu alışveriş, (dış) alım-satım gibi eşitsiz olduğunda, başka dillerden daha çok sözcük alan dilin aleyhine denge bozulur, bir tür “dış ticaret açığı” oluşur ve sözcük ihracı ne denli çok olursa olsun durum değişmez, ancak anadilde sözcük üretimiyle kapatılabilen bu açık, yetersizlikte giderek büyür. Sözcük akışının, yüksek kültürlerden aşağıya doğru olması kaçınılmazdır. Dil ve kültür de su gibi, “doludan boşa” akar. DİL NASIL DOĞDU NASIL YAŞATILIR? Buluş yapan, yeni bir şey üretenlerin -ana babaların çocuklarına ad verme hakkı gibi- bunları adlandırma hakkı vardır. Bu adlar, karşılığını bulamayan dillere olduğu gibi geçmektedir. Bunun yanında, gelişkin ve güçlü ülkelerin her yolla etki alanlarındaki ülke halklarına uyguladığı “kültür emperyalizmi” de, o halkların dilinin bozulmasında başat rol oynamaktadır. (Bu konuda Osmanlı, çelişkili ve ayrık bir örnektir. Her alanda vermekten çok alma alışkanlığını dilde de sürdürmüş gibidir.) Sözcük alışverişinin bir diğer sonucu da, binlerce yıl içinde, hiçbir dilin tümüyle arı kalmaması olmuştur. Yine, zaman içinde, konuşanlarının, kültürel gelişkinliği daha yüksek bir topluluğun dilini öğrenip benimsemesiyle unutulan ve yiten diller olması kaçınılmazdır. Günümüze değin, kapalı kalmış bazı ilkel toplulukların -basit yaşamlarına ancak yetecek düzeyde de olsa- kısıtlı dillerini sürdürmeleri, dış etken olmadıkça dilin yok olmayacağını kanıtlar gibidir. Bir dilin, (bu yazıda Türkçe’nin) sözcük dağarını varsıllaşma ve anlatım/iletişim olanaklarını artırma yollarının başat olanı özkaynaktır; anadildeki ölü sözcükleri canlandırmak, sözcük üretmek (uydurmak değil!), tüm sözcükleri kullanarak yaşatmak, anlamlarını çoğaltmak ve pekiştirmektir. Yüzyıllardır kullanılagelen bir uygulama da, yukarıda değindiğim gibi, başka dillerden “ödünç” sözcükler almaktır. Bu “ödünç alma”, bilinçle seçimle yapılan bir işlem değildir, olamaz da. Belirli tarihsel süreçlerde başka topluluklar ve uluslarla ekonomik, kültürel, ticari, askeri, teknolojik, turistik gibi zorunlu ilişkilerle dilden dile geçen sözcüklerdir bunlar. Başlangıçta girdiği dili varsıllaştırmış, iletişimi kolaylaştırmış gibi görünen devşirme sözcükler, bir tür moda olduklarında anadilin eşanlamdaki sözcüklerini kullanım dışına itip unutturabilir; onun yerini alabilir. Dilin bu tür sözcüklerin toplu saldırısına uğraması dili sayrılığa, giderek ölüme sürükleyebilir. Bunlara “ödünç” dememin nedeni, geçici süreyle kullanılacağı ve yerini özkaynaktan bir sözcüğe bırakarak atılacağı beklentisinde olmamdır. Anadilin yeni sözcüklerle beslenme kaynaklarından bir diğeri de “argo”dur. Büyük Argo Sözlüğünü hazırlayan ve yıllarca düzenleyip yenileyen Hulki Aktunç, argoyu “dilin gizli örgütü” olarak tanımlar. Adı geçmişken saygıyla andığım Hulki Aktunç, sövgü (küfür) ile argonun ayrı şeyler olduğunun, başka bir deyişle sövgünün (küfürün) argo olmadığının altını çizer. Aktunç, argo söz(cük)lerin yerüstüne çıkıp genelleştiklerinde argo olmaktan çıkıp genel dile katıldıklarını belirtir. Bu süreçte argo da yeni sözcüklerle beslenir ve döngü sürer gider. Açıktır ki bundan, argonun anadili bu yolla beslediği ve varsıllaştırdığı sonucu çıkmaktadır. Dilin, “iletişim gereksinimi sonucu ortaya çıkan ve biçimlenen, sese amaca uygun düzen verilmesiyle ‘uydurulan’ sözcükler ve söz dizimi” olduğu söylenebilir. Darwin’in evrim kuramının temel savlarından biri “gereksinim, organ yaratır” biçimindedir. Dil (konuşma) organ değildir, bir araçtır ama gereksinimin yarattığı bir organın (ağızdaki dilin) bir işlevidir. (Doğduğum kent) Antakya’da, Arap kökenli -en eski ve sürekli yerleşik- yurttaşlar arasında, gereksinim sonucu sözcük uydurmanın/üretmenin örneklerine çokça rastlanabilir. Arapça eğitimi olmayan ve Hatay Türkiye’ye katıldığında Türkçe de bilmeyen bu “kapalı” topluluk üyeleri aralarında anlaşma gereksinimini karşılamak için kimi Arapça’dan, kimi Türkçe’den bozma ve/ya kökü birinden eki diğerinden alınıp devşirilen veya her iki dille, hatta hiçbir dille ilgisi olmayan, tümüyle uydurma yüzlerce sözcük (t)üretmişlerdir. Bu sözcüklerin çoğu Araplar ve Türkler tarafından anlaşılamazken, topluluk bireylerinin tümünce konuşulup anlaşılmaktadır. Karşılıklı etkileşimle, yerli Türkler arasında da, bir bölümü uyduruk çok sayıda Arapça sözcük Türkçe tümceler içinde kullanılmaktadır. Bu alışveriş, aslında dilleri farklı ama iç içe yaşayan toplulukların anlaşmasını kolaylaştıran önemli bir araç olmuş, birbirine anlamaya, yakınlaşmaya; barış ve hoşgörü içinde bir arada yaşamaya katkı sağlamıştır. DİL ve ŞOVENİZM Sözün özü, bir iletişim aracı olan dili varsıllaştırıp geliştirmek, genişletmek, daha etkin, daha anlaşılır konuşulur, yazılıp okunur duruma getirmek için türlü kaynak ve yöntemlerden yararlanılabilir. Bunu için anadili şovence savunup adeta kutsamak, öz/arı dil fetişizmine saplanmak dile yapılabilecek kötülüklerdendir; daraltıcı, sınırlayıcı ve düşünceyi kısırlaştırıcıdır. Buna karşılık “aslolan anla(t/ş)maktır” temel görüşünü abartarak dile gerekli özeni göstermemek, anadilde varken yabancı sözcükleri yeğlemek, giderek yozlaşmaya, kaosa, anlaşamamaya yol açabilir. Bu nedenle devşirme sözcükler, ödünç sayılıp, var olanın yerine değil yanına, konuk olarak oturtulmalıdır. Zaman içinde yerine Türkçesi üretilenler dilden atılmalı, zorunlu olarak sözcük dağarına katılıp “Türkçeleşenler” ise dışlanmamalıdır. ALİ GÜNAY GERCEKEDEBİYAT.COM“Yabancı sözcükler anadil bahçesinin
gübresidir; hem besler hem de kirletir;
ölçüsü kaçtığında bahçeyi yakar.” (Söz Uçar, s. 7)
Sözden de önce ses mi vardı acaba?”