
1939 yılının sonbahar ayları… İkinci Dünya Savaşı’nın yüzünü gösterdiği, casusların Başkent’te cirit attığı günler…
Ankara o yıllarda, yabancılar için girilmesi yasak bir bölge. Ankara Palas otelinin pavyonuna bile yabancı bir orkestra, şarkıcı, dansöz getirtmek için zor izin verildiği günler. Yabancı sanatçılar haklarında sürdürülen soruşturma sonuçlanıncaya kadar İstanbul’da bekletiliyor, sonra Başkent’e girmelerine izin veriliyor.
İşte o günlerin Ankara’sında Çubuk Barajı Gazinosu’nda altı kişilik bir kadın orkestrasından başka, revü, solist, akrobat ve konsomatris olmak üzere yirmi altı yabancı kadın çalışıyordu. Kimlikler üzerine inceleme, işe başladıktan sonra yapılıyordu.
Bu sanatçılar, üç dört dil konuşurdu. Güler yüzlü, ince, kibar kadınlardı. Sanki özel yetiştirilmişlerdi. Şimdi Türkiye’de bulunmalarının başlıca nedeni, Batı’dan Güney’e savaştan kaçmalarıydı. Onlara dışarıdan bakınca, çok güzelmiş gibi görünen durumlarının iç yüzü hiç de sanıldığı gibi değildi. Yaşamları sınırlıydı. Otelden bile önceden izin almadan çıkamazlardı.
Polonyalı, Raban Bohomil adlı bir piyanist çalışırdı gazinoda… Hem orkestra ile çalar hem de ara verildiğinde solo yapardı. İyi bir sanatçıydı. Cemal Reşit Rey, Mesut Cemil, Halil Bedii Yönetken gibi müzikologlar onu dinlemek için gazinoya gelmişlerdi.
Çubuk Barajı Gazinosu…
Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış, insan kaynakları bakımından oldukça sıkıntılı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, böyle büyük bir eseri mühendisleriyle, işçileriyle üstelik bir Türk firması tarafından kısa sürede yapması, dönemin şartları da göz önüne alındığında çok önemliydi. O günlerde, 1929 Dünya Ekonomik Buhranının etkileri ağır bir şekilde hissediliyordu. Dünyanın böylesine ağır bir ekonomik bunalım yaşadığı dönemde, millî kaynaklara dayalı böylesine büyük bir eserin hayata geçirilmesi de önemliydi. Çubuk barajı havzasının yağış açısından çok zengin olmamasına rağmen barajın inşasının da ayrı bir önemi vardı. Başkent Ankara’yı yaşanabilir kılmak önemli bir hedef olarak gözüküyordu. Amaç kurak ve bataklık başkenti mamur hale getirmekti. Barajın başlangıcından bitişine kadar olan süreçte Mustafa Kemal Paşa’nın bizzat ilgilenmesi de ayrıca çok önemliydi.
Galeri girişinin her iki yanında yer alan kitabenin birinde, “Çubuk Bendi Türk Ulusunun ilk Cumhur reisi Kemâl Atatürk devrinde devlet merkezi Ankara’nın su ihtiyacını karşılamak üzere kurulmuştur” yazısı yer alır. Diğer kitabede ise, “Bu esere büyük Başvekil İsmet İnönü hükûmeti zamanında 1929’da başlanmış ve sırasıyla onun nafıa vekillerinin devamlı çalışmaları ile 1936 da Ali Çetinkaya’nın vekilliğinde bitirilmiştir. Bu müddet zarfında müstesna olarak bulunmuş olan Arif Baytın’ın değerli emekleri geçmiştir. Eserin bütün masrafı devlet hazinesinden ödenmiştir. Projesi ve inşası Türk mühendisleri Türk müteahhit ve işçileri tarafından yapılmıştır. Cumhuriyet devrinin bu eserinin kurulmasında fikirleriyle, emekleriyle, bedenleriyle hizmetleri geçenlerin cümlesine ebedi şükran ve hürmet. 1929-1936” yazar.
Çubuk Barajı, baraj olarak bilinmesinin yanı sıra gazinosuyla da gönüllerde taht kurmuştu. Ankaralının uzak bir eğlence merkezi, halkın hafta sonu mesire yeri olarak çok değerliydi.
Kitabelerin hemen yanı başındaki gazino sıra dışı mimarisiyle dikkat çekerdi. Gazinonun camlı dış kapısından girilince sol tarafta geniş portmanto, sağda ise baştan aşağı aynalı, görkemli bir duvar göze çarpardı. Bunun arkasında da bay-bayan tuvaletleri yer alırdı. Buradan buzlu camlı bir kapı ile dikdörtgen salona girilir; sağ tarafta iki üç basamakla çıkılan yükseklikte, açık, yedi sekiz loca yer alırdı. Solda ise barajın setinden akan suyun oluşturduğu, büyük ve uzun, çevresi yeşillikle çevrili havuza bakan, yuvarlak salonun önüne dek uzanan balkon vardı. Balkonla salon arasında camlı bir bölme, içeride de önünde masalar sıralıydı.
Çubuk Barajı Gazinosu’nun ilk müdürlerinden birisi daha önce Ankara Radyosu çalışanlarından, Türk öykücülüğüne önemli katkılar sağlamış olan Salim Şengil’di (1913-2005). Buradaki renkli yaşamını Anılarda Kalan Portreler (Cem Yayınevi, 1991) kitabında anlatır:
“İşe başlayınca kısa bir süre düşündüm ne yapabilirim diye! Ardından da Avusturyalı altı kişilik bir kadın orkestrasını Brendizi’den getirttim… İstanbul’daki artist acenteleriyle ilişki kurarak nitelikli revü, solist ne varsa getirmeye başladım. İşler birdenbire parladı. Ankara şimdiye kadar böyle bir yer görmemişti. Gazinonun ünü çabucak yayılıverdi. Oysa biz fazla kalabalık olmasını istemiyorduk. Sekiz on masa doldu muydu bize yetiyor artıyordu bile. Çok kalabalık olunca müşteri düzeyi bozulabilir, sorun da çıkabilirdi. Yetkililerin izin vermemesine karşın kadınlara konsomasyon yaptırıyorduk. Yoksa bu ağır yükün altından nasıl kalkardık!.. Ama bu, onların herkesle, her önüne gelenle oturması demek değildi. Konsomasyon yapmak isteyen masaları bana şef gösterir, olur ya da olmaz kararını ben verirdim. Olay çıkacağını tahmin ettiklerime, düşük düzeyde olanlara izin vermiyor, onları atlatıyorduk.
"O dönemlerde konsomatrisler uzun etekli tuvaletler giyerlerdi. Konsomasyon yapıldığı anlaşılmasın diye, kendime göre yöntemler bulmuştum. Müşteri ile oturacaklar kaşla göz arasında uzun etekli tuvaletlerini çıkarırlar, dantel, şifon, tafta gibi kısa etekli giysilerini giyerlerdi. Bakan, Vali tarafından denetim yapılacağı geceleri önceden haber alırdım. Olmasa da masalarda oturan kadınları sorduklarında, erkeklerle hep birlikte geldiklerini, herhangi bir elçilik diplomatları olabileceklerini söylemem inandırıcı olurdu. Böyle davranışımız, konsomasyona izin vermeyen yetkililerle aramızda uyum sağlardı.”
Baraj Gazinosuna devlet adamları ve varsıl Ankaralıların yanı sıra gazeteciler ve edebiyat adamları da gelirlerdi. Ama nasıl! Salim Şengil anlatıyor:
“Bir süredir uzun salonda çalışan iki garsonda bir ivecenlik olduğunu görüyorum. Bir olay varsa daha fazla uzamaması için garsonun birini çağırdım. Onu Ankara’da Özen Pasta Salonu’nun öbür köşesindeki Kutlu’dan almıştım. Yaşlı, mesleğinde deneyimli, tanıdığımdı.
‘Ne oluyor,’ dedim, ‘bir şey mi var?’
‘Bir masa hesabını ödeyemiyor!..’
‘Öyleyse siz ödersiniz.’
Hesabını ödemeyecek kuşkusunu veren müşterilerden ısmarlananın tutarının önceden alınmasını kesin olarak emir vermiştim.
‘Ama müdür bey, bu insanlar öylesi değil, eskiden tanıdığım, bildiğim çok iyi kimseler…’
‘Orasını bilmem, ne dedimse o olur.’
Garson gitti ama biraz sonra gene geldi.
‘Sizi istiyorlar efendim.’ dedi.
Kalktım gittim.
‘Beni istemişsiniz!..’ dedim.
Beş kişiydiler. İki de artist almışlardı masalarına! Yanlarında oturanlardan biri Romen İlonka, kızıl saçlı. Arkadaşları arasında adı ‘Kızıl Madonna.’ Ötekisi Litvanya’lı bir sanatçı. Adı Brenislava…
Hesap ödeyemeyen en genci ayağa kalktı ve:
‘Affedersiniz, bir yanlışlık oldu sanıyorum,’ dedi. ‘Biz müdürü rica etmiştik.’
‘Buranın müdürü benim Orhan Veli Bey, Nurullah Ataç Bey. Bir isteğiniz mi var?’ diye sordum.
Beni 23-24 yaşlarında görünce pek müdürlüğe yakıştıramamış olacaklar.
Orhan Veli özür dileyerek açıklama yaptı kısaca. 48,60 lira hesapları tutmuş. Oysa ceplerinde 16,80 lira çıkmış. Borçlarını imzalayacaklarını ve yarın ödeyeceklerini söyledi.
Ceplerinde bu kadar az para çıktığına göre hepsini alırsam Ankara’ya nasıl döneceklerdi! Yaya gidecek değillerdi. Ulustan çağırdığımız taksi gidip gelme için 10 lira alıyordu.
‘Önemi yok. Bu gece benim konuğum olun.’ dedim. Arkamda duran şef garsona:
‘Masayı temizleyin, yeniden servis yapın.’ dedim.
Yanlarına buyur ettiler, oturdum. Kendimi tanıttım. Konuşmaya daldık. CHP’nin açtığı öykü yarışmasında Türkiye birincisi olmuştum. Birinciden onuncuya dek kazananların yapıtları bir arada yayınlanmıştı. İki kitap getirdim, Orhan Veli ile Nurullah Ataç’a imzalayarak verdim. Nurullah Ataç bir ara:
‘N’oluyoruz, bir Gorki, bir Panait İstrati ile mi karşılaşıyoruz?’ dedi.
…
Sabaha karşı üç buçukta kalktılar. Ceplerindeki tüm paranın on lirasını şimdi taksiye verirlerse yazık olacaktı. Şoförümü çağırttım. Arkadaşlarımı evlerine bırakmasını söyledim. Kapıya dek onları uğurladım, gittiler.
…
Bir süre o geceyi kimseye anlatmadım, içimde giz olarak sakladım.” (Age, 23-26).
Çubuk Barajı ve çevresi 1994 yılında terkedildi. 27 yıl sonra, 2021’de Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin girişimiyle yeniden ayağa kaldırılsa da, mazide yaşananlar geri getirilemedi.
Gazino artık yoktu...
Bir zamanlar TRT’de birlikte çalıştığım, şair, yazar dostum Ahmet Oktay’ın Gizli Çekmece adlı anılar kitabındaki bir cümlesi bir yüz yıl dolmadan kültürel hafızası parça parça yok edilen Ankara ile ilgili, -sadece Ankara mı? -, bir hakikate ışık tutuyor: “Geçmiş bize durmadan ‘olmaması gerekeni’ anımsatır”.
Ne tuhaf değil mi, Avrupa’da “geçmiş”, insanlara “olanı” anlatır, biz de ise “olmaması gerekeni”!
Selim Esen
Gerçekedebiyat.com