Barış Güvercini
Yüzlerce parçaya bölünmüş insan topluluklarının hasım iki kümesi arasında bir savaş daha patlamıştı. Birkaç gündür top, tüfek, uçak ve bomba sesleri birbirine karışıyordu. Sesler giderek ormana yaklaşıyor, kıyıda yaşayan hayvanlar içe doğru kaçışıyordu. Nihayet ormanın üstünde uçaklar dolanmaya, çevresinde bombalar patlamaya başladı. Ormanlar Kralı aslan, işte o zaman hayvanları toplantıya çağırma kararı aldı. Toplantının gündemi, insanlara barış çağrısı yapan bir mektup yazılması, mektubu kimin kaleme alacağının ve kimin ileteceğinin saptanması olarak belirlenmişti. Mektup yazılması hemen oybirliği ile kabul edildi. Kimin yazacağı konusunda da pek bir tartışma yaşanmadı. Hayvan topluluğunun en yaşlı, en görmüş geçirmiş üyesi olan kaplumbağanın mektubu yazması yönündeki öneri alkışlarla onaylandı. Kaplumbağa, mektubu yazmak üzere, yüzü çoktan aşmış yaşına uygun adımlarla oradan uzaklaştı. Mektubu insanlara kimin ileteceği ise, zaman zaman gülüşmelere yol açan uzun tartışmalar sonucu saptanabildi. Aslanın gözüne ilişmemek için gür yapraklı bir ağacın dalına tüneyip izlemeye başladım. Aslan, “Ormanlar Kralı olarak mektubu benim götürmem uygun olmaz” dedikten sonra, çevresine toplanmış hayvanları tek tek süzmeye başladı. Bakışları vahşi hayvanlar üzerinde dolanırken Kurt söz aldı: “İnsanların vahşi olarak niteledikleri bizlerden birinin de mektubu iletmesi de doğru olmaz. Bakmayın birbirlerini aslan, kurt, tilki diye nitelemelerine, bizden çok daha vahşi eylemleri olduğu halde bizi kendilerine tehdit gibi görüp neredeyse soyumuzu kurutacaklar. Mektubu bizden biri götürürse gördükleri gibi, saldırdı deyip onu vuracaklarına kuşku yok.” “Evcil dediklerinden biri olsun öyleyse” dedi Aslan. O sırada gözünün iliştiği Köpek, “Olmaz” diye atıldı, “biz köpekler taraflıyızdır, gözü kapalı sahibimizden yanayız. Bize ‘sadık’ deseler de, birine yandaşsanız, sevildiğiniz denli nefret de toplarsınız. Mektubu ben götürürsem, iki taraf da ondan yana olmamı isteyecek, ne İsa’ya yaranabileceğim ne Musa’ya.” “Ben de yokum!” Kediydi bağıran. Şöyle sürdürdü: “İnsanlar bizi sever ama ‘nankör’ derler. Neden? Özgürlüğümüzden ödün vermediğimiz için. İnsanların verdikleri karşılığında ilk istedikleri şey karşılarındakinin özgürlüğüdür. İnsanları kullanışlı bulduğumuzu, yararlandığımızı inkâr edemem ama bunun karşılığı köle olmak mıdır? Neyse, benden karıştırıcı olur da barıştırıcı olmaz.” “Asıl nankör insanlardır” diye araya girdi Köpek: “Birbirlerini it oğlu it, eşek oğlu eşek diye aşağıladıklarını herkes bilir. Hiç kedi oğlu kedi diye sövdüklerini duydunuz mu? “Doğru” dedi Eşek, “insanlar sırtına bindiklerini mi aşağılar yoksa aşağıladıklarının mı sırtına binerler, bilmem ama onların dilinde benim adım üstümde. Beni takmazlar…” Deve söz aldı bu kez: “Ardından yürüdüğümüz eşekten elçi olamıyorsa benden hiç olmaz. Sırtına binilmesi konusunda farkımız yok. Üstelik benim nerem doğru ki…” Arı, “insanlar üretene değer verseydi çiftçiler sürünmezdi”; Karınca, “çalışmak ölçü olsaydı işçiler baş tacı edilirdi” dediler. Birkaç hayvan daha kendilerince geçerli nedenler öne sürerken koktuğum başıma geldi. Maymun maymunluğunu yaptı, gizlendiğim ağaca tırmanıverdi. Yetmezmiş gibi tünediğim dalı öyle bir salladı ki telaşla havalanmak zorunda kaldım. “Hah, ben de seni arıyordum” dedi Aslan. “Tabii ya,” diye söze girdi Kirpi, “insan dilinde bunun adı ‘Barış Güvercini’. Mektubu o götürmeyecek de ben mi götüreceğim. Maazallah, ürküp de bir ok fırlatsam kurşun yağdırırlar üstüme.” “Barış Güvercini, Barış Güvercini…” diye yineledi Papağan. “Tamam!” diye gülüşme ve fısıldaşmaları susturdu Aslan, “Güvercinin, ağzında zeytin dalı, ayağında mektupla savaşan insanlara barış çağrımızı iletmesi uygun görülmüştür.” Bence insanlar daha çok şahinin dilinden anlıyordu ama alkışlar, bağrışlar arasında yazgım belirlenmişti. Görevden de yazgıdan da kaçış yoktu. Ertesi gün, yaşlı kaplumbağanın yazdığı mektup tüm hayvanların huzurunda gür sesli genç bir fil tarafından okundu: “Sevgili insanlar, Siz bizi öyle görmeseniz de, biz sizi her zaman kendimiz gibi doğanın bir parçası, yeryüzünün doğal bir ortağı olarak gördük. Evet, siz öyle görmediniz. Ödül mü, ceza mı olduğu tartışma götürür aklınızın sağladığı üstünlükle hemen doğa ile savaşa tutuştunuz. Yaşamda kalma adı altında tüm doğaya egemen olma gibi gerçekleşmesi olanaksız bir amacın peşine düştünüz. Doğanın değiştirilemez yasalarını da, bir parçası olduğunuz için doğaya tam egemenliğin birbirinizi boyunduruk altına almaktan geçtiğini de unuttunuz. Geçilen yol ve gelinen durum ortada: savaş, kan ve yıkım. Kendi deyiminizle “barış, iki savaş arasındaki hazırlık dönemi”(*) haline geldi. Kiminize göre, bizden biri iken evrimleşip dönüşerek ve “akıllanarak” insanlaştınız. “Bu süreç ve sonrası bize ve doğaya ihanettir” demek istemiyoruz ama henüz olumlu sonuçlar yaratmadığı da ortada. Kiminize göreyse, akılla, bilgiyle donatılmış, “eşrefi mahlûkat” olarak yaratıldınız. Biz dâhil doğadaki her şey de size hizmet için, sizin yararlanmanız için, bir anlamda sizin malınız olarak yaratıldı. Bu durumda bize ceza olarak gönderildiğinizi söylemek olası. Ancak, hepinize sunulan dünya nimetlerini paylaşmak için bin yıllardır boğazlaştığınıza bakılırsa bizim ve diğer dünya nimetlerinin size bir ceza olarak yaratıldığı da söylenebilir. Her durumda, egemen olma tutkunuzla, doymak bilmez sahiplenme hırsınızla ve paylaşmada cimriliğinizle doğanın dengesini bozan olduğunuzu söylemek pek de haksızlık olmaz. Tüm canlıların yaşam savaşımında zaman zaman dalaştıkları, bazılarının diğerlerini öldürüp yediği bir gerçek. Ancak, sizden başka birbirini öldürmek için örgütlenen, giderek daha öldürücü silahlar geliştirip güçlerini donatan, bu güçleri daha etkili öldürmeleri için eğiten, silahlarını kitlesel öldürüm, hatta ortak dünyamızı yok etme düzeyine getiren başka canlı var mı? Yalnızca birbirinize zarar verseydiniz, olmayan aklımızla siz üstün yaratıkların işine asla karışmaz, “bir bildikleri vardır” der, geçerdik. Ancak her savaşınız bizim yaşama alanımızı daraltmakla kalmıyor, biz silahsız ve savunmasız canlıları da ölümle, bazen topluca yok olmayla burun buruna getiriyor; tıpkı şimdi olduğu gibi… Topunuz, tüfeğiniz ve mermilerinizle; uçaklarınız, helikopterleriniz, füze ve bombalarınızla yaşadığımız ormanın kıyısına dayandınız. Korku ve endişe içinde, ormanın göbeğine sıkışmış, yazgımızı bekliyoruz. Her an üstümüze yağan ateşinizle veya ormanın tutuşması ile kıyametimiz kopabilir. Tuhaf bir çelişki ama sizin tehdidinizden bizi sizden başkası da koruyamaz. Kendinize de bize de kıymayın, istiyoruz. Biliyoruz ki yapacağımız çağrı ne ilktir ne de son. Öncekiler gibi boşa gitme olasılığı da yüksek. Ancak, elimizden gelen tek şey de bu. Şuna inanın ki, hırsınızın kölesi olmadığınız, ihtiyacınızdan fazlasına sahip olma, biriktirme, saklama yoluna sapmadığınız, bu amaçla doğaya yabancılaşıp dengesini bozmadığınız takdirde dünya nimetleri hepimize yeter. Yaradılışa inananlarınız için söyleyelim: yaradan yarattığının rızkını verir. Yeter ki kimse kimseninkine göz dikmesin. Çağrımız şu: Türünüzün hangi yoldan yeryüzüne geldiğine inanırsanız inanın sonuçta kullanabileceğiniz bir aklınız var. Bugüne değin savaşların her türlüsünü denediniz, sonuç ortada. Bu sonuçtan hoşnut değilseniz -ki biz değiliz- aklınızı kullanarak bir de barışı deneyin. Bir zaman barış asıl, savaş istisna olsun. Bunun kazanımının çok daha fazla olduğunu görüp bir daha vazgeçmeyeceğinize inanıyoruz. Yakıp yıkmadıklarınız da fazladan kârınız olacak. Savaşmadıkça insanlaştığınızı, insanlaştıkça savaşma isteğinizin azaldığını da göreceksiniz. Biz akılsız yaratıkların görüşünü önemsemeyip bildiğiniz yoldan yürümeyi sürdürürseniz size son sözümüz şu olur: (Hepiniz aynı dinden olmadığınız için ortak terimi kullanıyoruz) Tanrı sizi ıslah etsin!” Beğeniyle karşılanan mektup bana teslim edildiğinde bomba ve silah sesleri daha bir yakınlaşıp yoğunlaşmıştı. Hayvanların gürültülü tezahüratı eşliğinde havalandım. Ağzımda zeytin dalı, ayaklarımda birer zarfla. Mektup iki nüsha yazılmıştı. Birer tanesi çatışan tarafların karargâhına iletilecekti. Yüksekten uçarak çatışma alanının üzerinde korku dolu birkaç tur attım. Aşağıda bir ateşböceği sürüsü dolanır gibiydi. Her uçak geçtikten hemen sonra yerde birkaç yanardağ ağzı ateş kusuyordu. Bana saatler gibi gelen bir zaman geçtikten sonra sesler diner gibi oldu. Tam zamanı, diyerek karargâhlardan birine yöneldim. Dolana dolana alçalırken yerden göğe doğru şiddetli bir sağanak başladı. Karnımda bir sıcaklık duydum ve hava karardı. Şimdi ağır yaralıyım, ama yaşıyorum. Bir çocuğun elindeyim iyi ki. Başımda başka çocuklar. İnsana ihtiyacım var, insanın da bana. Umudum çocuklarda… (*) Winston Churchill Ali Günay