
Her şeyi geri atma huyum yüzünden biletler satışa çıktığı günden iki ya da üç gün sonra (nasıl olsa hemen tükenmezdi yahu) bilet almaya çalıştım.
Maalesef gitmek istediğim yerli filmlerin hepsi doluydu. Neredeyse 33. Ankara Film Festivali’ni (ki Mahmut Tali Öngören’in kurucu çalışanlarından biriyim) izlemekten ‘tasfiye’ olacaktım!
Bu kez listeyi daha dikkatle incelemeye başladım.
Bu yıl Antalya Film Festivali’nde ödülleri süpüren Özcan Alper’in Karanlık Gece ve Ekin Koç’un Kurak Günler’inin tüm gösterimleri doluydu; maalesef izlemek nasip olmadı. Ümran Safter’in Kabahat’i ve İstanbul’da Boğaziçi Film Festivali’nde meşhur repliğiyle (hadi böyle diyelim!) saflığa yatan Selcen Ergun’un Kar ve Ayı’sı merak ettiğim filmlerdi. Genç yönetmenlerin filmlerini seven biri olarak büyük hayal kırıklığı yaşadım.
Gerçi tümüyle Avrupa Birliği kültür politikaları (çokkültürlülük, var olan ülke halkını aşağılayarak AB demokrasisinin ne cici olduğunu -“sublimal olarak”!- belleklere işlemek, etnisitiye, ulusa düşman olana aşırı sevgi vs.) tarafından esir alınmış Türk sinema sektörü ve Ankara Film Festivali, bu yönüyle içine kapalı, belli bir kesime mastürbasyon yaptıran dar, faşizan, pek ilerici görünmesine karşın aslında gerici alandan çıkamıyordu bir türlü. (İstanbul’da Boğaziçi Film Festivali ödül töreninde yaşanan o tatsız olay bunun çok açık bir karikatürüydü.)
Kuruluşunda canla başla çalıştığım ve Türkiye’nin başkentinin adını taşıyan bu önemli festival, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin hâtta başında ‘TC’ olan Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Sinema Genel Müdürlüğü’nün baş sponsor olmasına karşın bile diğer (ikinci!) sponsor ‘Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu’ denen şeyin, devşirdiği sinemacılar üzerinden oluşturduğu ideolojik hegemonyayı kıramıyordu bir türlü.
Yine de Ankara Film Festivali Türkiye'nin en iyi film festivali bence. Asya filmlerine verdiği önem kültür haline geldi.
Neyse nehirler en sonu yatağında akar gerçeğini anımsatarak fazla üzülmeyelim.
BALIK KİTABI / THE BOOK OF FISH
Korona günlerinde özel kanallarda epey Kore dizisi/filmi müptelası olmuştum. (Dünya dizi sektöründe ikinciliğin Türkiye’yle Kore dizileri arasında sürekli yer değiştirmesini bile izliyordum.)
Balık Kitabı’nı görüp şöyle bir özetine göz attığımda bir de arka sıralarda iyi bir yerde boş yer gördüğümde hemen kredi kartıma asıldım.

Siyah beyaz film Balık Kitabı’nda (The Book of Fish) koltukların yarısı boş görünüyordu. Kore bağımsızlık hareketine karıştığı için Japon hükümeti tarafından hapsedilen ünlü Koreli şair Yun Dong-ju'nun hayatını anlatan Dongju: Bir Şairin Portresi filminden edebiyata yakınlığını bildiğim yönetmen Lee Joon-ik (Seul, 1959) adını görünce -hem de en arkalardan- hemen bilet aldım.
Yönetmen, Dongju: Bir Şairin Portresi filmini de siyah beyaz çekmişti. Film gösterime girdiğinde Kore’de 7.7 milyon dolar hasılat yapmıştı. Lee Joon-ik, Kore’de tüm zamanların en yüksek hasılat yapan filmlerinden biri olan Kral ve Palyaço’nun da yönetmeniydi.
Balık Kitabı, Joseon dönemi bilgini Jeong Yak-jeon’un hayatını anlatan (1758–1816) ve 1801'de geçen siyah beyaz bir tarihi film.
Joseon Krallığı, Kore'nin 500 yıldan biraz fazla süren son hanedan krallığıdır. Temmuz 1392'de general Yi Seong-gye tarafından kuruldu. 1897'de yerini Kore İmparatorluğu’na bıraktı.
Joseon, Konfüçyüsçü ideallerin ve doktrinlerin Kore toplumunda kök salmasını teşvik etti. Neo-Konfüçyüsçülük , yeni devletin ideolojisi olarak kuruldu.
Joseon dönemi bizdeki Lale Devri gibi Kore’ye yaklaşık 200 yıllık (1600-1800 yılları arasında) bir barış ve refah dönemi yaşattı. Bugünkü modern Kore kültürü, görgü kuralları, normları ve güncel konulara yönelik toplumsal tutumlarıyla ve modern Kore dili ve lehçeleriyle Joseon'un yarattığı kültür ve geleneklerdir.

Ancak 18. yüzyıl sona ererken iç çekişmeler, güç mücadeleleri, uluslararası baskı ve ülke içindeki isyanlarla karşı karşıya kalan krallık, 19. yüzyılın sonlarında hızla geriledi.
Balık Kitabı, bağlı oldukları kralın ölmesi üzerine yeni kral tarafından idam edilmekten kurtulan üç kardeşten biri olan Jeong Yak-jeon’un Heuksando adlı adaya sürgüne gönderilmesini ve sonraki gelişmeleri anlatıyor. Sürgündeki bilgin prens, 500 yıldır süren Konfüçyüs öğretisinin dünyadaki gelişmeler karşısında Kore toplumu için bir engel teşkil ettiğine inanmış ve ayrıca suç teşkil eden Katolik dinini benimsemiş bir aydındır. Adada tarihi gerçeğin dışında kurgusal bir karakter olarak Konfüçyüs öğretisine sıkı sıkıya bağlı, dolaysıyla misafiri hain olarak gören genç balıkçıyla tanışıyor.
Ondan balıkçılığı öğreniyor ve bir Balık Kitabı yazıyor.
Anca geri planda Konfüçyüsçülüğün hiç sorğulamayan atalara tapınma kültü ve tutucu öğretileri, genç balıkçı nezdinde eleştiriliyor, tartışılıyor.
Okuyan ve aydın kafalı hale gelen genç balıkçı kölelikten (o dönemde Kore’nin % 10’u köleydi) devlet memurluğu sınavını kazanarak yönetici sınıfa yükselmesiyle gerçekleri görmeye başlıyor.
Konfüçyüs dininin büyüklere saygı öğretisi vs. rüşvet ve ağır vergilerle süren bir siyasal kimliğe payanda olmaktan öteye gitmemektedir.
Ölmüş bebekten, hatta anne karnındaki doğmamış çocuktan bile vergi alınmakta toplumun % 50’sini oluşturan yoksul köylüler, bir rüşvet kastı halinde işleyen vergi memurlarının acımasız uygulamalarıyla inim inim inlemektedir.

Gencimiz memuriyetteki görevi bırakıp yeniden adaya mütevazi balıkçı yaşamına döner. Balık Kitabı’nın yazarı bilgin ise çoktan başka adaya taşınmıştır ama kitabını da bitirmiş ve gence adamıştır.
Filmde Katolik övgüsü de yok, bir Batı hayranlığı umuyordum ama zerresi yok; yönetmenimize güvenim iyice pekişti böylece! Baş kahramanımız bilgin önemli olanın yalnızca bir öğretiye saplanıp kalmak değil Kore’nin gelişmesine yarayacak her öğretiye kapıları açmak olduğunu bizzat vurguluyor.
Film Kore’de verilen sinema ödüllerinin neredeyse tümünü almış. Siyah beyaz ada/deniz/yakın çekim portre görüntüleri inanılmaz. Hatta filmden çıkarken renkli film illa da gerekli mi diye bile düşünmeden edemedim.
Oyuncular kusursuzdu. Hele 1970 doğumlu Hanyang Üniversitesi Tiyatro ve Film Fakültesi mezunu ama doğuştan yetenekli, sayısız ödül sahibi Lee Jung-eun (Parazit filminde de oynamıştı) oyunuyla oldukça şiddetli geçmesi gereken bir dönemi yumuşak ve insani düzeye indirmeyi başarıyor.
TURNA MİSALİ
İkinci izleme fırsatı bulduğum (bilet bulduğum!) film Turna Misali filmiydi. Şöyle bir tanıtımını okuyunca belgesel sandım: Mersin’de göçebe olarak yaşayan geçimlerini hayvancılıkla sağlayan ve mevsimlere göre ova veya yaylalarda kurdukları kıl çadırlarda yaşayan Sarıkeçili Yörükleri’nin yaşamlarını anlatıyormuş.
Yaylalara göçmeyen bir köy sanırım Anadolu’da yoktur. Ancak onlar yerleşik hayatla da ilişki kurmuşlar ve bir denge tutturmayı başarmışlardır. Evleri köşkleri vardır en azından kışlarını geçirecekleri.

Ancak halen yaylak ve kışlak arasında konargöçer hayat yaşayan, ülkemizde küçükbaş hayvancılığın nüvesi sayılan ve Toroslarda hayatını sürdüren bir oymak var: Sarıkeçili Yörükleri.
Geçmişleri Horasan’a ve Orta Asya’ya dayandırılıyor. Bin yıldan bu yana da Anadolu’da hiç değişmeden varlığını sürdüren bir kadim kültürün temsilcileri. On birinci yüzyıldan itibaren Anadolu’da ve daha sonra da Balkanlarda yurt kuran Oğuz Boylarına mensup Türkmenler.
Nüfusun % 80’inin kentlere aktığı bir Türkiye gerçeğinde bu denli ‘marjinal’ kalmak, her şeyi yakıp yıkan kapitalist üretim ilişkileri içinde kıl çadır konforu(!)nda keçilerle köpeklerle develerle yaşamak da ne ola!
İşte tam da bu nedenle Sarıkeçililer çok kıymetli. Orta Asya’da dolanan ruhun bin yıl sonra bugün Toroslarda sahici olarak yürümeye, konup göçmeye devam etmesi, binlerce yıl kiliminde, keçesinde bir çizginin dahi değişmemesiyle korunma, üzerine titrenmesi gereken bir kültür. Epi topu 153 hane kalmışlar.
Biz de bu titizliğin gösterildiğini sanıyorduk filmi görene kadar. Ama nerdeee…
Önce şunu belirteyim ki sinemada polisiyeden, sulu kasaba güldürülerinden, etnik vurguların soğuk ikliminden farklı olarak kendi halkının kucağına düşmek, kendi halkının sıcaklığını hissetmek bir başka oluyormuş!

Turna Misali filminin tüm kahramanları içimi ısıttı; halkımı daha çok sevdim. Aydın ve sanatçı kesimin bu filmi izlemesini isterim; kendi halkına karşı katılaş(tırıl)mış o soğuk kalpleri belki ısınır!
Kara kıl çadırda yaşayan ailemiz, baba, oğul, torun, gelin, büyük anne... Hepsinin birbiriyle çatışmasına neden olan sorunları var.
Tüm bu sorunlarla baş etmesi gereken de kadın kahramanımız evin direği anası.
Daha ilkokula giden torunu kızın peşine takılmış orta yaş bir başka çadır erkeğini püskürtmek, kocasının devletin verdiği “sıcak sulu” daireye taşınmasıyla mücadele etmek, oğlunun bir traktör alıp kentte kalmak istemesine göğüs germek, hatta keçilere gece musallat olan kurtları püskürtmek de onun görevlerinden.
Göçtükleri yollar tarlalar çitlerle çevrilmiş, otlakları gittikçe daralmış, kışladıkları deniz kenarından kovulmuşlar (turistik otel yapılmalı değil mi) denizi uzaktan gören bir tepebaşında konaklamak zorunda kalmışlar…
Bildiğimiz feodal ilişkilerin çatırdaması sırasındaki çatışmalar. Hepimiz ilericiler sosyalistler liberaller filan olarak feodal üretim biçimine, ilişkilerine karşıyız.
Ancak bu filmde Sarıkeçili Yörükler’in bu kuralın dışında korunması ve kolaylık gösterilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü böyle ekonomi-politik kavramlarla anlaşılıp çözümlenemeyecek bir komünal ekonomi ve yaşam biçimiyle karşı karşıyayız.
Filmin adı göç zamanının gelmesi nedeniyle okulundan erken ayrılan kızımızın yazdığı ve öğretmeni tarafından okunan şiirinin adından geliyor: Turna Misali.

O insanların eğitim, sağlık, yol güzergahı, konaklama yeri, gıda, veterinerlik hizmetleri, vs. bir vakıf, bir fon (Aman AB fonu felan olmasın) tarafından titizlikle sağlanmalı. Sarıkeçili Yörüklerimiz bir müze eşyası gibi korunmalı ama sezdirmeden, kırmadan dökmeden.
Yörük, yürüyen, göç eden, sağlam ve doğada yaşayan özgür ruhlu insan olarak tarif ediliyor. Bu tarife uymayan, yani özelliğini yitirip geleneklerinden kopan ve göçerlikten vazgeçip yerleşik hayatı seçenleri de Yörükler pek hoş karşılamamışlar, hatta onları işe yaramaz, tembel anlamında “yatık-yatuk” diyerek dışlamışlar uzun zaman.
Toroslarda dumanı tüten kara çadırın son sahipleri onlar. Film bütün bu sorunlara parmak basıyor doğru yolu gösteriyor.
Görüntü yönetmeni Eyüp Boz, Dondurmam Gaymak, Leyla ile Mecnun gibi filmlerde de görüntü yönetmenliği yapmış. Bu filmde görüntüler çok daha müthiş olabilir miydi olurdu. Film senaryosu ve sağlam ve “toplumsal içerikli” konusuyla ayakta duruyor.
Filmde göçe çıkacağı sabah ateşe süt döküp içen Gülsüm kadının töreni belki bir dansa dönüştürülebilirdi. Şamanist öğeler incelenip öne çıkarılabilirdi; ama yapılmamış.
Jenerik müziği insanı koltuğuna mıhlayacak cinstendi.
İffet Eren Danışman Boz’un yönettiği ve senaristliğini ve yapımcılığını Eyüp Boz ile üstlendiği Turna Misali filmi dünya prömiyerini 34. Tokyo Uluslararası Film Festivali'nde (31 Ekim-8 Kasım) 'Asian Future' bölümünde gösterilerek yaptı.
-Yönetmenleri yapımcıları belki de böyle değil ama- bu denli ‘yerli’ ve ‘milli’ bir filme Japonların gösterdiği teveccüh kadar ilgi göstermeyip hiç ödül verilmemesi yukarıdaki eleştirilerimin haklılığını da gösteriyor. En azından müthiş oyunculardan biri -Şennur Nogaylar (Gülsüm), Zeynep Elçin (Rukiye), Timur Ölkebaş (Mustafa), Necmettin Çobanoğlu (Cemal), Sercan Can (Nurettin)- ödül almalıydı.
KONFERANS / THE CONFERENCE
Sanırım içinde tek bir şiddet sahnesi olmamasına karşın izlediğim en ürkütücü korkutucu filmlerden biriydi.
Bu yıl (2022) çekilen ve sıcağı sıcağına Ankara seyircisiyle buluşan Konferans filmi, 20 Ocak 1942 Alman Nazi rejiminin önde gelen temsilcilerinden (Prag’dan Rusya’nın içlerinden, Polonya’dan gelen generaller, bakanlıktan gelen sivil(!) müsteşar genel müdürler alt üst rütbeli bir kısım SS askerlerinden) oluşan topluluğun ülkede ve işgal edilen ülkelerde sayısı 11 milyonu bulan Yahudi nüfusunun nasıl ortadan kaldırılacağı, yok etme yöntemleri üzerine günlerce süren ve adı tarihte kanlı harflerle anılan Wannsee Konferansı olarak anılan konferansı anlatıyor.
Filmin başında anlatıldığı gibi senaryo diye bir şey yok; tümüyle konferansın resmi tutanaklarındaki konuşmaları motomat alınmış. Hiçbir karakter, söz, yorum, değerlendirme kurgusal olarak eklenmemiş. Bu nedenle konuşmalar ve karakterler tümüyle gerçek. Hepsi insanlığın onlara zorunlu olarak yüklediği bir görevi yerine getirmekle kendilerini yükümlü görüyor!
Konferans bitiminde başkanlık yapan general kâtip kıza, “Konuşmaları resmi literatüre uygun hale getir ama tek bir sözcük silme; yıllar sonra da imzacı herkes nasıl bir işe bulaştığını inkâr edemesin” diyor.
Zaten bu soğukluğuyla çok korkutucu ve etkileyici. Askerlerle sivil bakanlık görevlilerinin farklı olacağını sanarak boşuna umutlanıyorsunuz oysa!
(Acaba yaksak mı kurşuna mı dizsek? Kurşuna dizmek 140 bin saati ve bilmem kaç dakikayı buluyor ki on binlerce asker demek. Durmadan masum insan kurşuna dizen askerlerimizin ruhsal durumları nic olacak?)
Kapalı bir mekânda sürekli tartışan insanları izleyiciye nefessiz izletebilmek ancak şeytani bir yeteneği gerektirir.
Yönetmen Matti Geschonneck bunu yapmış. 1950 yılında Doğu Almanya sınırlarındaki Potsdam’da doğan yönetmen anne ve baba tarafından da şanslı; ikisi de aktris yönetmen. Ayrıca ünlü Moskova Devlet Sinematografi Enstitüsü'nde (WGIK) dört yıl eğitim alma şansını da herkes bulamaz. Ancak siyasi olarak sistemle uyuşmadığı için 1978'den beri Batı Almanya'da yaşıyor.
Tabi aynı zamanda şeytani bir oyunculuğu da gerektiriyor. Bu nedenle bazı oyuncuların adını da analım: Philipp Hochmair, Johannes Allmayer, Maximilian Brückner, Matthias Bundschuh.
Filmin görüntü yönetmeni Theo Bierkens müthiş portreler çekmiş, dış mekân çekimleri bile müthiş.
*
33. Ankara Film Festivali’nde üç film izledim: Birisi Batı’nın soğukluğu, ikisi Doğu’nun sıcaklığı!
Ahmet Yıldız
Gerçekedebiyat.com